O gün hava soğuktu. Denizden aralıksız esen rüzgâr yüzünden insanın içi ürperiyordu. Fakat ne havanın soğukluğu ne de şiddetli esen rüzgâr arenadaki kalabalığın umurundaydı. Herkes az önceki mücâdelenin heyecanı içinde olup biteni kaçırmamaya çalışıyordu. Kalabalık ölümü çağırıyordu. Tezâhüratlar bir anda kesilmişti. Çünkü ölüm anı yaklaşıyordu.
Gözlerini kan bürümüş kalabalıktan ses çıkmıyor, herkes bir adamın yapacağı işârete kilitlenmişti. Adam ayağa kalktı ve baş parmağını aşağıya doğru indirdi. Bunun adı ölüm demekti. Güçlünün kazandığı, kaybedenin çâresiz kabullendiği vahşîce bir ölüm… Bu işâreti bekleyen kalabalık seyircilerden zafer nidâları etrafa yayılıyor, dökülecek kanın zevkini herkes iliklerine kadar hissediyordu sanki. En küçük çocuktan en yaşlısına dek… Kalabalığın arasından birisi ayağa kalktı. Avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Üç kere:
“Yaşa Diagoras! Yaşa Diagoras! Yaşa Diagoras!”
Bunu duyan kalabalık birden tekrar alevlenmiş, zâten keyifli olan ortamı bu sefer heyecanlı bir bekleyiş alıvermişti. Üstelik Diagoras halk tarafından çok seviliyor, ünü ülkenin dört bir yanına gün geçtikçe yayılıyordu. Girdiği her arenada, kazandığı her savaşta ve öldürdüğü her insan sayısınca yeni bir efsâne doğuyor gibiydi. Diagoras son kez râkibinin gözlerine baktı. Halkın iştahını artırmak için can çekişen râkibini görmezden gelerek, bilerek bekliyordu. Bu sırada bunu gören halkın arasında efsâneler yayılıyordu. Bâzıları aralarında fısır fısır:
“İşte bakın bizim yenilmez Diagoras’a! Areneda bir aslan gibi kükrerken, aynı zamanda ne kadarda merhametli! Râkibinin tanrıya son bir duâ etme hakkı var ve o buna cömertçe izin veriyor!”
“O bir kahraman! Savaş günlerinde düşmana kök söktürdüğü gibi arenada vahşî bir aslan gibi râkibini alt ediyor. Yaşasın ölüm! Yaşasın Diagoras!”
Ve bu tezâhüratlar arasında Diagoras, kılıcını gözü dönmüş kalabalığın önünde acımasızca râkibinin boynuna iliştiriyordu. Kendisi kan dökerek bir zafer daha kazanmış, ölmediği için keyiflenmiş ve halkına bu seyir zevkini doyasıya tattırmıştı. O hayatının sonuna dek saygıyı hak ediyordu. Ve belli ki o, bunca dedikodular ve nesilden nesile aktarılanlarla birlikte artık ölümsüz olacaktı.
İnanması güç olan binlerce söylencenin ortasında, gerçekliği müphem olsalar bile, bu anlatılanlara inananların sayısı dâima kalabalıklaşıyordu. Onun adına çizilmiş resimler, dikilen heykeller ve en sonunda bir savaşta ölünce, onu dâima anabilmek için yapılmış kocaman bir anıt mezar! İnsan bâzen kendi tanrısını kendi eliyle var ediyordu. Ve Diagoras günden güne âdeta tanrılaşıyordu.
***
İnsan bilmediğinden korkar, tahmin edemediği şeylere karşı çekingendir ve soğuktur. İşte günlerden bir gün denizin hemen yanı başındaki tepeye kurulmuş bir köyde Halim aynen bu hislerle boğuşuyordu. Aslında o iri yarı gövdesi, uzun bacakları ve küçüklüğünden beri sâkin görünümüyle hiç de endişe duyacak birine benzemiyordu. Köylü onu hep böyle tanımıştı. Çocuk yaşlarda bile akranları gibi oyunlar oynarken heyecanlanmaz, soğukkanlı duruşuyla yaşından büyük gösterirdi. Öyle her şeyden korkmaz, arkadaşlarına da aynı cesâreti hissettirirdi. Hatta bir gün arkadaşları ile yine oyun oynarlarken bir ara komşularının erik ağacındaki erikleri yemek canlarını çekmişti. Dört arkadaş kafa kafaya verip Tahsin amcanın erik ağaçlarına dadandılar. Ara ara gidip kocaman yeşil erikleri mideye indiriyorlardı. Bunu fark eden Tahsin amca eriklerini kimin çaldığını öğrenmek için bir gün bahçesindeki ağaçların arasına saklandı. Çocukların gelmesini beklemeye geçti. Halim ve arkadaşları olan bitenden habersiz, birbirleriyle sessiz sessiz kıkırdaşarak gizlice erik ağaçlarına tırmandılar. Sulu sulu erikleri tam mideye indirecekken Tahsin amcaları saklandığı yerden çıkıverdi. Aynı zamanda söyleniyordu:
“Sizi gidi yaramazlar sizi! Hadi çabuk inin oradan! Sizi Çağbaba’ya şikâyet edeyim de görün gününüzü!”
Çağbaba’nın adını duyan çocuklar birden ağlamaya başladı. Sâdece Halim bu söze kulak asmamış, bir tek o ağlamıyordu. Çocuklar korku içinde Tahsin amcalarına yalvarmaya başladılar:
“Yalvarırız Tahsin emmi bizi Çağbaba’ya söyleme! Söz bir daha izinsiz eriklerini koparmayacağız! Söz, valla söz!”
Tahsin, pis pis sırıtarak:
“Eh akıllı uslu çocuk olun yoğusam Çağbaba bir gece sizi çarpıverir aman hee!”
Çocuklar, çâresiz başları ile tamam dediler. Köyde türlü türlü söylentiler dolanıyordu. Köyün kurulu olduğu dağın zirvesine doğru bir mezar vardı. Burada yatan adamın adı Çağbaba’ydı. Söylenene göre Çağbaba çok eski zamanlarda yaşamış engin bir zatmış. Onun dokunduğu insan iyileşir, bastığı toprakta bereket yeşerirmiş. Nereye gitse bolluk bereketi getirir, nerede bir sıkıntı veya dert görürse tek duâsı ile hemen giderirmiş. Çocuğu olmayanlara çocuk, onulmaz hastalıklara kapılanlara devâ olurmuş. Kimin kalbinde bir kötülük varsa onu hemencecik görür, kötülük sâhibinin başına binbir türlü musîbet gelirmiş. Hatta günlerden bir gün köyde bir hırsızlık olayı olmuş. Köylünün birinin eşeği çalınmış. Eşek o zamanlar köylünün eli ayağı, çok kıymetliymiş. Köylü, eşeğini köşe bucak aramış fakat bir türlü eşeğini bulamıyormuş. Eşeğini bulamayan endişeyle bizim Çağbaba’ya başvurmuş. Çağbaba’ya giden köylü nefes nefese:
“Çağbaba! Çağbaba ver elini ayağını öpeyim bana yardım et!” demiş. Çağbaba köylüye sâkin olmasını söyleyip sıkıntısını anlattırmış. Çağbaba köylünün eşeğini bulabilmek için hemen bir duâ etmiş. Duânın adı nohut duâsıymış. Bir tane bardak ve bir tane de nohut istemiş. Kendi kendine bir şeyler mırıldandıktan sonra nohutu bardağın içine atmış. Sonra da köylüyü meydanın ortasında toplattırmış. Eşeği çalınan köylü ne olacağını merakla bekliyormuş. Köy ahâlisi, Çağbaba’nın onları çağırdığını işitince, koşa koşa meydana gelmiş. Çağbaba kalabalığı derin derin süzerken, kabalık içinden biri acı acı bağırmaya başlamış. Herkes ne olduğuna bir anlam verememiş ilk başta. Adam, başına gelenin farkına varmış olacak ki Çağbaba’ya doğru inleyerek gelmiş. Ve ona yalvarmaya başlamış:
“Çağbaba ne olursun beni affet! Tamam îtiraf edeceğim. Bu neyse durdur hele!” demiş. Köylüler hâlâ olup bitene bir anlam veremezken, Gözler Çağbaba’ya çevrilmiş. Onun yüzünde ise durumu anlatacak bir ifâdeye rastlanmamış. En sonunda yavaş yavaş şişmeye başlayan adam, eşeği çalınan köylüye dönerek:
“Senin eşeğini ben çaldım. Ne olursun bir şeyler yap şişiyorum! Patlayacağım! Eşeğini falanca adama sattım. Onu sana geri getireceğim! Lütfen ne olursun bana yardım et!” deyince Çağbaba, adama akşama kadar mühlet vermiş. Adam eğer köylünün eşeğini geri getirmezse şişmeye devam edecek ve en sonunda patlayarak can verecekmiş. Köylüler hayretle bu olayı seyrederken eşeği çalan adam, akşama doğru çaldığı eşeği geri getirmiş. Ahâli adamı görünce bir de ne görsünler! Adamın her yeri şişmiş, az daha geç kalsa patlayacakmış!
İşte çocuklara anlatılan hikâyeler arasında bu en korku verenlerinden birisiydi. Halim bunları ilk duyduğu andan beri aldırış etmiyordu. O gün arkadaşları ile yakalandıklarında Tahsin amcalarının onları korkutmak için söylediği sözlerine de kulak asmayan sâdece o olmuştu. Fakat o olayın üzerinden yıllar geçmesine ve artık koca bir delikanlı olmaya başladığını anlamasına rağmen o bugün Çağbaba’dan deli gibi korkuyordu. Artık askere gitme zamanı gelmiş, köyünden ilk defa bu sebepten ötürü ayrılacaktı. Anası günlerden beri tüm hazırlıklarını görmüş, babası ihtiyaçlarını gidermişti. Fakat yalnız bir şey hariç. Bu köyde bir inanışa göre askere gidecekler, Çağbaba’yı ziyâret eder onun mezarından bir avuç toprağı küçük bir cam şişenin içine koyarak askere giderken yanlarında götürürlerdi. Halim’in anası da oğluna günlerdir Çağbaba’ya uğramasını, onun için duâ etmesini ve toprağından bir miktarını yanında götürmesini ısrar etmişti. Halim başından beri bu ısrarlara karşı çıksa da gitmezsem eğer ya başıma bir şey gelirse diye endişeleniyordu. En sonunda kendini çocukluğundan beri doğruluğuna inanmadığı şeyleri yaparken buldu. Gitti ve Çağbaba için Tanrı’ya duâlar etti. Çağbaba’dan medet umdu. O Çağbaba’nın mezarı başında duâ ederken mezarın başına bir kadın geldi. Hüngür hüngür ağlıyordu. O kadar kötü görünüyordu ki Halim’in varlığından haberdar bile olmamıştı. Ellerini havaya kaldırarak mezara doğru haykırmaya başladı:
“Ey Çağbaba! Canına yandığım Çağbaba! Sesime kulak ver! Beni duyduğunu biliyorum. Anam hep öyle derdi ya! Şu gözümden akan yaşa bir çâre bul! Bana bir çocuk nasip eyle! Yoksa kocam boşayacak beni! Ne olursun! Yalvarırım!”
Belli ki kadının çocuğu olmuyordu. Halim kadının söyledikleri yüzünden ona çok acıdı. Hiç ses çıkartmadan bir köşeden kadını seyretmeye devam etti. Mezarlığın üstünü örten piramit şeklindeki taş duvar soğuk ve karanlık bir ortama neden oluyordu. Kadın duâsını bitirince çantasından bir kibrit bir de mum çıkardı. Çıkardığı kibritle mumu yaktı. Halim, ışığı görünce kadının kendini fark etmesinden korktu. Fakat yine de hiç ses çıkarmadı. Kadın öyle bir havaya girmişti ki yanan mumun ışığına rağmen Halim’i bir türlü fark etmiyordu. Onu kim görse kendinden geçtiğini hemencecik anlardı. Çağbaba, hıçkırık sesleri ve dağ başında bir mezarlığın içindeki Halim… Halim kadının bu hâlini gördükçe bugüne kadar Çağbaba hakkında düşündüklerinde yanıldığını sandı. Pişman oldu. Köydeki herkes yanılıyordu da sanki bir o doğruyu görüyordu! Hadi canım oradan! O toprağı yanında götürecekti. Şimdiye kadar Çağbaba’ya inanmadığı için deli gibi pişman olmuştu.
Kadın mumun sönmesini beklemeden oradan ayrıldı. Halim de onun hemen peşinden dışarıya çıktı. Kadın hâlâ gitmemiş, mezarlığın çevresinde bulunan ağaçların birine yine duâlar eşliğinde çaput bağlıyordu. Tekrar eden yakarışlar, gözyaşları ve birtakım ritüeller… Halim kadına kendini belli etmeden, yanındaki bir avuç toprakla beraber dağın zirvesindeki mezarı terk etti. İçindeki korku yerini rahatlama hissine bırakmıştı. Çağbaba’ya gittiğini kimseye söylemedi. Köy ahâlisi onu bu yüzden kınadılar. Halim ertesi gün askere gitti. Çağbaba’dan aldığı toprak onu her şeyden koruyordu. İçi rahattı. Fakat ne olduysa Halim askerden geri dönemedi. Köylüler arkasından:
“Çağbaba’dan yüz çevirenin sonu işte böyle olur! Yazık pek de gençti!” dediler. Köyün askerlik çağına gelmiş gençlerine de Çağbaba’ya kesinlikle gidip duâ etmeleri gerektiğini sıkı sıkı tembih ettiler. Gitmeyi istemeyenleri de Halim’in başına gelenlerle korkuttular. Oysa Halim’in yanında Çağbaba’ın toprağı vardı!
***
Aradan seneler geçmişti. Bir gün Halim’in köyünde bir delikanlı okudu, memlekete faydalı bir adam oldu. Bu genç adam, Halim’in başına gelen hâdiseden seneler geçmişken bir gün köyün yukarısında kalan bu mezarlığa gitti. Çağbaba’nın mezarlığı tek tük insanlar dışında unutulmuştu. Hatta mezarlığı keşfeden bâzı açgözlüler oraya dadanmıştı. Bunlar özellikle geceleri gömüye çıkar, kazdıkları yerlerden çıkardıklarını yurtdışına satardı. Çağbaba’nın mezarı da bundan nasibini almıştı. Mezarlık defineciler tarafından talan edilmiş olsa bile hâlâ dimdik ayakta duruyordu. Çağbaba’nın mezarında bu genç adamın ilgisini çeken bir şeyler vardı. Fakat ne olduğuna bir türlü anlam veremiyordu. Bir gün yine köyde dolaşırken aklına yine bu mezarlık geldi. Üniversitede tanıştığı kazı çalışmaları yapan bir arkadaşını köyüne dâvet etti. Arkadaşı araştırmayı seven, heyecanlı birisiydi. Bu haberi duyunca çok fazla zaman kaybetmeden Halim’in köyüne geldi. Onu hemen mezarlığa götürdüler. Uzun araştırmalar sonucunda bu mezarlıkta yatanın Çağbaba değil de Diagoras adında bir gladyatöre âit olduğunu öğrendiler. Bunu duyan köylüler şaşkınlık içinde kaldı. Çünkü daha kırk yıl öncesine kadar buraya gelip duâ ederler, çaput bağlarlar ve mum yakarlardı. Henüz kırk yıl öncesine kadar askere gidecek gençler buradan bir avuç toprak alıp boynunda taşırdı. Oysa nasıl da yanılmışlardı? Sorgusuz sualsiz inanıvermişlerdi. Onlar gibi düşünmeyenleri de öfkeyle sindirmişlerdi.
Oysa Tanrıdan başka birini, bir şeyi rab bellemeye ne Türk’ün harcında ne de dinin özünde yer yoktu. Yoksa böyle trajikomik olaylar içinde hem ağlanır hem gülünürdü. Bu yüzden hayatın her noktasında insan, aldığı nefesten, attığı adıma kadar ölçülü yaşama gayretine muktedir olmalıydı. İnsan, Diagoras’ı Çağbaba yapan şeyin yani tedâvisi mümkün olan hastalıkları derhal bulmalıydı. Ölçülü yaşamak neydi? Kimlikti. Bilgiydi. Anlamaktı. Anlamlandırmaktı. Türk kimdi? İslâm nasıl bir dindi? Ben neye inanıyor ve nelere îman ediyorum? Ben kimim? Sorularına cevaplar aramak sonraki nesillere ödenecek bir borcun adıydı. Gökyüzü, denizi mâviye boyamaz. Gözle görünenin, bilinenin aksine gerçek suyun altında saklıdır. Denizin dibi hangi renkse insan için görünen de odur. Bu yüzden hakîkat ancak arayanların ve sorgulayanların bulacağıdır. Bugünün Türk genci! Yarın gülünç duruma düşmek istemiyorsan eğer, her şey senin elinde! Yine de nefretle değil ancak sevgiyle!
NOT: Gerçek bir olaydan esinlenilmiştir.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.