12 Eylül 1980 öncesinde birçok sûikast, birçok aydınlanamayan, aydınlatılmak istenmeyen olay meydana geliyordu. Sokaklarda anarşi giderek artıyordu ve tehditler de her geçen gün artıyordu. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) bu durumdan en fazla etkilenen partiydi. Ve MHP İstanbul İl Başkanlığı yapan Recep Haşatlı, bu durumdan rahatsız olmaya başlamıştı. Ülkenin önemli zenginlerindendi kendisi. Hatta bir arkadaşı, “Recep Bey, kaybından en çok üzüntü duyduğum insanlardan biriydi. Para biriktirmeyi hiç sevmedi. Eğer kazandıklarını biriktirseydi Türkiye’nin en zenginlerinden birisi olurdu.” diye konuşuyordu vefatının ardından. Devlet koruması istemişti ama koruma bir türlü verilmemişti. Sesini çıkarmadı bu duruma. Başbuğ ile İstanbul’da şehit edilen ülkücülerin cenâzesine berâber katılıyorlardı. Bir gün kendi cenâzesinin de aynı câmiden kaldırılacağını bilmeden…
Târihler 3 Ekim 1978’i gösterdiğinde, yanında henüz 17 yaşındaki oğlu Mustafa ile yola koyuldu. Evine yaklaştığında park edecek yer baktı bir süre ve arabasını uygun yere bıraktı. Yanında gencecik oğlu olduğuna dahi bakmayan kâtiller, bir anda ateş etmeye başladı. Her yandan mermi yağıyordu. Ne olduğunu dahi anlamadan yere yığılmıştı Recep Haşatlı ve oğlu Mustafa Haşatlı. Kâtiller bindikleri arabayla olay yerinden kaçarken, kızı o anları şöyle anlatıyordu:
“Şehit edildikleri 3 Ekim 1978, benim 20. doğum günümdü. Hazırlandık, babamı bekliyorduk. Saat 20:00-20:30 arası camdan bakıyordum. Babamın far ışıkları otoparkın karşı duvarına vurdu. O anda yoğun bir silâh sesi ve tarama başladı. Babamlara bir şeyler olduğunu hemen anladık. 7. kattan hemen merdivenlere koştum. Basamakları 3’er 5’er hızla iniyordum. Komşulardan bana engel olmaya çalışanlar oldu. Ben inene kadar açılan çapraz ateş sonucu babam arabada ruhunu teslim etmiş, kardeşimi ise komşular Göztepe SSK Hastânesine kaldırmışlardı. Çok geçmeden onun da acı haberi geldi. Kardeşimi hastâneye götüren komşulardan, hastânedeki DİSK üyesi işçilerin yaralı, kan revan içindeki kardeşimi asansöre bindirmedikleri için 3. kattaki ameliyathâneye yürüyerek çıkmak zorunda kaldıklarını öğrendik. Bu ne kin ne düşmanlıktır anlaşılır gibi değil. 12 mermi yarası bulunan, kan kaybeden bir insana bunun yapılmasını kim nasıl îzah eder bilmiyorum. Bildiğim bir şey var: Bunu yapanların insanlıkla ilgilerinin olmayacağıdır.”
Sûikastı “Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği” denilen terör örgütü üstlenmişti. Acı tüm Türkiye’ye yayılmıştı. Başbuğ Türkeş, olayın ardından hemen âilenin yanına giderek bir yandan dostunu kaybetmenin verdiği acıyla yüzleşiyordu bir yandan da neler yapılması gerektiğiyle ilgileniyordu. Şehit Recep Haşatlı’nın evine gittiğinde eşi, “Kâtiller gene bulunmayacak mı?” diyerek acı içinde ağlıyordu. Aynı gün içinde hem eşini hem de oğlunu kaybetmişti.
Recep Haşatlı’yı tanıyanlar ölümünün ardından büyük üzüntüye kapıldı. Onun gibi sözünün eri, dürüstlüğüyle nam salan birinin vefatı ve çocuğuyla katledilmesi ülkücü câmiayı derinden sarsmıştı. Yaşanan sûikastın ardından Ankara da karışmıştı. Bu olayın daha büyük olaylara kapı açmasından korkan dönemin hükûmeti, sûikastın aslında İl Başkanı Recep Haşatlı’ya değil, oğlu Mustafa’ya yapıldığını iddia edecek kadar gerçeklerden uzaklaşmışlardı. Kızı o günleri şöyle anlatıyor: “O dönemin iç işleri bakanının, ‘Sûikast MHP İl Başkanı Recep Haşatlı’ya değil, oğluna karşı düzenlenmiştir.’ şeklindeki tâlihsiz beyânatı bu sûikastı meşrûlaştırmaya yöneliktir. Bu beyânat babamın müteaddit defalar “devlet koruması” talebinin aynı bakanlıkça reddedilmesi ile birlikte düşünüldüğünde o dönemdeki siyâsîlerin teröre ve terörizme duydukları sempati daha iyi anlaşılacaktır. Nitekim avukatımız Sayın Mehmet Voyvoda Develioğlu’nun içişleri bakanlığı ve idâre aleyhine açtığı dâvâda, idâre ve bakanlık görevi kötüye kullanma ve görevi sûiistîmalden mahkûm olmuşlardı.
Yüz kere mahkûm olsalar neye yarar ki?” Recep Haşatlı ve oğlu Mustafa Haşatlı için düzenlenen cenâze törenine binlerce ülkücü katılıyordu. Başbuğ Türkeş, partisinin tüm üyeleriyle cenâzedeydi. İsyan ediyordu yaşananlara. Gencecik insanlar, partisinin en üst kademesindeki insanlar komünistler tarafından bir bir şehit ediliyordu. O da yetmiyor, her gün dönemin gazetelerinde hedef gösteriliyorlardı. Cenâzenin ardından Aydınlık Gazetesi’nin attığı iğrenç başlık da her şeyi ortaya koyuyor: “MHP İL BAŞKANININ CENÂZESİ KALDIRILIRKEN, MHP’LİLER İSTANBUL’DA TERÖR ESTİRDİLER!”
Böylesine âdî, böylesine kahpe günlerden geçiyordu Ülkücü Hareket. Katledilen, şehit edilenlerin cenâzesinde bile rahat yoktu! Başbuğ Türkeş de çok sinirliydi. Yaşananlara isyan ediyor ve iktidarı hedef alarak, “Kâtillerin başı, bu iktidarın içindedir.” diyordu. Şehit Recep Haşatlı, zengin bir iş adamıydı. Yan gelip yatmak, boğaza nâzır villalarda gününü gün etmek yerine, elini taşın altına koyup ülkesi için bir şeyler yapmanın derdindeydi. Ülkesinin kurtuluşunun Başbuğ Türkeş’te olduğunu görüyor ve onunla birlikte yol yürüyordu. İnandığı gibi hayâtını dolu dolu yaşıyordu. Kızının onun için söyledikleri bizlere çok da söz bırakmıyor: “Onun hayat düsturu ‘Elif gibi dosdoğru’ olmaktı. Hep ‘Elif gibi dosdoğru olacaksın.’ derdi. Elif gibi dosdoğru yaşadı. Yalandan ve yalancıdan hiç hoşlanmadı. Onun bulunduğu yerde kimse gıybet yapamaz, kimse yalan söyleyemezdi. Kimsenin ardından konuşmaz, kimseyi başkasının ardından konuşturmazdı. İnsanlara nezâketli davranır, kimseyi yalnız ismi ile çağırmaz ‘Ahmet Beyciğim’ gibi nezâketli hitap ederdi. Güven veren bir kararlılığı vardı. Köyünde geçirdiği çocukluk ve gençlik yıllarında yakacak için dağdan getirdiği odunların bile doğru olmasına, aynı boyda olmasına dikkat eder; eğri odun getirmezmiş. Yeşildirek’te esnaf arasındaki problemlerin çözümünde, babamın hakemliğine başvurulduğunu esnaftan öğrendim. Bâzı zamanlarda Yeşildirek Câmiî’nde Cuma namazını kıldırır, hutbeye çıkarmış. Esnaf bu yüzden de ayrı bir muhabbet gösterirmiş.”
Vefatının ardından kabirlerinin yapılması için âilesi, mezarcı ustası ile anlaşır. Anlaşılan mezarcı ustası, birkaç gün sonra âileyi arayarak şunları söyler: “Abla, mezarları yaparken o kadar zamanda kefenlerinin çürümediğini görünce şaşırdım. Beni affedin, merakımı yenmek için kefenleri açtım. Benim gördüklerimi siz de görmek istersiniz diye sizi aradım, beni affedin. Naaşlar defnedildikleri gibi duruyorlar, kapatmadan gelip siz de görün istedim.” dedi.
Tüm şehitlerimize rahmetle…
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.