İnsanın milletini, bulunduğu toplumu, âilesini sevmesi ve onun için çalışması çok tabiî ve olağan bir durumdur. Çünkü insanlar bulunduğu cemiyet birimine âidiyet hisseder. Biz buna mensûbiyet şuuru diyoruz. İnsanlık bu tabiî durumu yaratıldığından beri yaşamaktadır. Bu şuur sâyesinde aslında târih ilerlemektedir. Savaşlar, göçler gibi büyük olaylar hep bu şuur ile olur. İşte bu olayların sebebi büyük oranda belirli bir cemiyet birimine âitse târihin temel yürütücü âmili o cemiyet birimine duyulan mensûbiyet şuuru olur. Örneğin Haçlı Seferleri büyük oranda ümmete duyulan mensûbiyet ile olmuştur -siz belki mezhep veya maddî çıkarlar da diyebilirsiniz ancak yüzeyde görülen durum iki ümmetin mücâdelesidir- Fransız İhtilâli burjuvanın soylulara ve diğer imtiyazlı gruplara karşı başlattığı sınıf bilinci ile yapılan bir ihtilâldir. Örnekler çoğaltılabilir. Ancak genel anlamda târihin temel yürütücü âmili milletlerin mücâdelesidir. Fakat ideolojik olarak bakacak olursak milliyetçilik 18. yüzyılın sonlarına doğru isim olarak doğmuş ve bugüne kadar adından bir şey kaybetmeyerek dünya üzerinde en çok mensûbu olan ideolojilerden olmuştur. İşte bu yazıda bahsetmek istediğim milliyetçiliğin bir fikir akımı olarak nasıl ortaya çıktığıdır. Baştan belirtmek gerekir ki bu anlattıklarımdan yola çıkılarak daha önceki yüzyıllarda milletlerin ve milliyetçiliklerin var olmadığı fikri düşünülmesin. Burada özel olarak 18-19. yüzyıl Avrupa’sından bahsedilecektir.

Biraz târihe değinecek olursak Roma İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra Avrupa’da birçok kavim başına buyruk bir şekilde belli yerlere yerleşti. Bu başına buyrukluk siyasî bir boşluğa sebep oldu. Kırsaldaki soylular kaleler inşâ etti, Almanya ve Fransa gibi birçok yerde merkezî otoritesi zayıf krallıklar ortaya çıktı. Bu devre feodal devir diyoruz. Tabiî Papalık Devleti’ni de unutmamak gerekiyor. Bu devirde Avrupa’da sınıf farkları oldukça derindi. Bir tarafta köleden farkı olmayan serfler ki bunlar derebeylerin topraklarında çalışan kol işçileri, diğer tarafta vergi vermeyen ve sâdece soydan gelen bir imtiyazı olan soylular ve krallar, son olarak da soylulardan bile imtiyazlı olan ve ilginç bir şekilde büyük bir ekonomik güç olan ruhban sınıfı. Böyle bir ortamda milletleşme de zâten beklenemez.

Feodalite zamanla ortadan kalksa da kralların dışında da soylular ve ruhbanlar imtiyazlı bir sınıf olarak kalmaya devam etti. Tabiî reform ve rönesans dönemlerinin ardından ruhban sınıfın imtiyazı azaldı fakat tamamen de bitmedi. İşte böyle bir ortamda 18. yüzyılın sonlarına doğru Fransa’da halk soylulara karşı kendi haklarını elde etmek için başkaldırdı. Târihî olayların ayrıntısını geçecek olursak yıllar geçtikçe önce soyluların hakları azaldı daha sonra kral da tasfiye edildi ve ortaya millî egemenlik kavramı ortaya çıktı. Bu kavrama göre kısaca Fransa’da yönetimde olacak grup herhangi bir imtiyazlı sınıf değil Fransızlar olacaktı. Ülkedeki insanların imtiyazları Fransız olmalarından gelecekti. Yönetimler seçimle belirlenecek ve milletin o zaman yaşayan insanlarından oluşan halk kendi yöneticilerini kendisi seçecek ayrıca kendi milletlerinden olmayan krallara itâat etmek yerine kendi içlerinden çıkardıkları yöneticiler tarafından idâre edilecekti. Bu gibi yine ihtilâlin getirdiği hürriyetçilik, eşitlikçilik gibi fikirler Napolyon Savaşları ve özellikle gazeteler, dergiler, kitaplar yoluyla hızla yayıldı. Bunun yanında bir Fransız kimliği oluşturmak için de çalışmalar yapıldı ki millî egemenliğin olabilmesi için millî bütünlük şarttır. Ülkedeki tüm resmî kurumlarda, eğitimde Fransızca tek dil oldu, ortak Fransız kültürünü hâkim kılmak için eğitim ve kültür faâliyetleri yapıldı. Milliyetçilik ise bu millî egemenlik kavramı, Fransız olmanın gururu ile ilgili yapılan propagandalar, ülke çapında tek bir dille eğitim verilme faâliyetleri, Fransızların İngilizler ve Almanlarla olan uzun süren savaşları ile halkın bir Fransız millî kimliğinde birleşip bunun için çalışmasıyla doğmuş oldu.

Fransa’da soylulara karşı ortaya çıkan ve zamanla Almanlarla yapılan savaşlar netîcesinde alevlenen milliyetçilik, görüldüğü üzere önce halkın kendi içerisinden ortaya çıktı. Aslında böyle söylemek eksik olacaktır. Halkın soylulara başkaldırıp millî egemenliğe dayanan ve ülke çapında ortak eğitim ile pekişen durum bir Fransız milletleşmesidir. Yâni öncelikle dağınık kültür grupları hâlinde yaşayan Fransa halkı, Fransız kimliği etrafında birleştirildi. Burada Fransız milliyetçiliğinin temelinin kültür ve dil olduğunu görüyoruz. Bunun yanında Katolik mezhebinin de etkisi olmuştur.

Ancak milliyetçilik her millette aynı şekilde yayılmadı. Üç yüzden fazla prenslikten oluşan Almanya’da Alman milliyetçiliği, Avrupa’nın en geç ama en güçlü milliyetçiliklerinden oldu. Daha sonraları bâzı prenslikler birleştirilerek otuz altı prensliğe bölünen Almanlar için Almanlık, Alman ırkının üstünlüğü ve dağınık hâlde yaşayan Cermenleri birleştirme ülküsü ile yayıldı ve gelişti. Fakat Alman kimliği ve Almanlık şuurunu ortaya çıkaran en önemli olay Napolyon’un Almanya’yı işgal etmesi ile oldu. Aslında Fransız İhtilâli’ni destekleyen ve kozmopolit olduğunu iddia eden Fichte bile Almanlık fikrinin en büyük savunucularından oldu. Bunun sonucunda hep bu fikirde olan Alman aydınları Alman ırkının üstünlüğü ispatlamak için eserler vermeye başladı. Evet, burada da millî egemenlik kavramları ortaya çıktı fakat Alman milliyetçiliği Alman ırkının üstün olduğunu ispatlamak ve bu üstün ırkın bir araya gelip diğer aşağı ırkları yönetme meşrûiyeti ile alevlendi. Önce eski zamanlardaki edebî eserler tekrar ortaya çıkarılarak Almanlık bilinci oturtulmaya çalışıldı; Hegel gibi Alman filozofları, fikirleriyle Alman ırkının nasıl üstün olacağını veya olduğunu anlattı. Ve sonuçta ortaya dünya savaşları bitene kadar târihin akışını etkileyen Alman milliyetçiliği yanında da emperyalist bir Alman ırkçılığı doğdu. Burada Fransızlardan alınan yenilgiler ve toprak kayıplarının doğurdu Fransızlardan nefret etme durumu da gözden kaçmamalıdır. Görüldüğü gibi kültür, dil ve millî egemenliğe dayanan Fransız milliyetçiliği yerine yine dile ama en önemlisi ırka dayanan bir Alman milliyetçiği serüveni var.

Yine Slavlarda da benzer durum yaşandı fakat bir Slav milliyetçiliği doğamadı. Sırplarda ve daha sonra Ruslarda ortaya çıkan Slavlık fikri, yıllardır Türk ve Alman hâkimiyetinde yaşayan Slavlarda bu milletlere karşı bir nefret ile doğdu. Yine Almanya’da olduğu gibi eski edebî eserler ortaya çıkarılarak bir dayanak oluşturulmaya çalışıldı. Nefret politikası burada etkili oldu ve bütün Slavların Rusya ile birleştiği ve bugün de adını sıkça duyduğumuz Panslavizm politikası doğdu. Başlarda Rusların pek ehemmiyet vermediği bu fikir Sırplarda, Çeklerde ve Slovaklarda hızla yayıldı. Ardından tek başlarına bir güç oluşturamayacaklarını düşünmelerinden dolayı en büyük Slav devleti olarak düşündükleri Rusya ile birleşmek fikri ortaya çıktı. Başlara Ruslar bu fikre sıcak bakmasalar da sonraları devlet kademesinde de bir politika olarak Panslavizm uygulandı. Fakat burada çok önemli bir sorun ortaya çıktı. Ne Ruslar içinde ne Sırplarda ne Çeklerde ne de Slovaklarda Slav ırkı dedikleri şeye bir mensûbiyet şuuru vardı. Onlar aslında kendi milletlerinin kurtuluşu için bu yola baş koymuşlardı ve zaten Sırplık, Çeklik, Lehlik, Slovaklık bu fikirler yayılmadan daha önce yayıldı ve bu topluluklar birer millet hâline geldi. Panslavizm yalnızca Rusya’nın yayılmacı politikalarını hızlandırdı ve zamanla bu Slav milletleri yine adlarına yakışır bir şekilde Rusların kölesi durumuna düştüler. Hatta Ruslar, kendi ırklarından saydıkları yine Slav olan Lehleri bile bölmekten çekinmediler. İşte, ortaya çıkamayan Slav milliyetçiliği ırkçılıktan başka bir şey olmadı ve bu sebeple sayısız Türk katledildi. Sonrasında da yayılan ve etkisini gösteren Slav milliyetçiliği değil Sırp, Slovak, Çek milliyetçilikleri oldu.

Leh milliyetçiliği de Alman ve Rus esâretindeki Leh milletinin bağımsızlık arzusu ile doğdu. Aslen Slav olan Lehlerin Osmanlıya karşı kazandıkları zaferler onları Rusya ve Almanya ile yalnız bıraktı. Böylece Çarlık ve Prusya arasında bölüşülen Leh toprakları (bugünkü Polonya) esir bir Leh halkı bıraktı. Bu halk Almanlardan gördükleri milliyetçi fikirlerle zamanla kendi târihlerine ve edebiyatlarına yöneldi. Ortak dil ve mezhebe sâhip olan Lehler 19. yüzyılın ortalarında milletleşmelerini iyice pekiştirdi ve türlü ihtilâller ile bağımsızlıklarını kazanmaya çalıştılar fakat bağımsızlık Dünya Savaşı ertesine kaldı. Görüldüğü üzere Leh milliyetçiliği de esâretten kurtulmak için bir ülkü hâliyle yayıldı. Burada da bağımsız Leh Devleti için millî egemenlik gibi konular düşünülse de asıl tetikleyici unsur bağımsızlık arzusu oldu.

Son olarak İtalyan milliyetçiliğinden de bahsetmek gerekir. İtalya 18. yüzyılın sonlarında hâlen millî bütünleşmesini sağlayamamış bir ülke idi. Birçok şehir devleti ve papalık tarafından yönetilen ülkenin kuzeyinde Fransız ve Avusturya hâkimiyeti vardı. Bu şehir devletlerinde yaşayan halk, Fransız işgali ardından gelen ve gazeteler ile yayılan milliyetçi fikirlerden nasîbini aldı ve halk arasında hızla yayıldı. İtalyan milliyetçileri ‘carbonari’ olarak bilinen isimleri ile örgütlenerek aslen İtalyan olan 3. Napolyon’u bile aralarına katmayı başardılar. Çok iyi teşkilatlanarak tüm ülkeye yayılan bu örgüt eski Roma İmparatorluğu’nu bir İtalyan devleti olarak yeniden diriltip tekrar çok eski devirlerindeki parlak hâllerine dönmek istediler. Sonuçta da kendi devletlerini birleştirip ve başkentleri Roma’yı da geri alarak bir İtalyan devleti kurmayı başardılar. Ayrıntıyı bir kenara bırakacak olursak İtalyanlarda görülen milliyetçilik târihî devirlere özlem ve siyasî otorite özlemiyle yayıldı. Millî bütünleşmenin ardından da krallıkla yönetilen bu millet, millî egemenlik kavramını yine kullansa da devlete olan bağlılıklarıyla sonraki yıllarda faşizm gibi devlete tapan bir ideolojinin doğmasına sebep oldu.

Görüldüğü gibi Avrupa’da ortaya çıkan birçok milliyetçilik farklı şekilde seyretti. Bunların yanında birçok milliyetçilik var ancak burada bu örneklerin yeterli olacağını düşünüyorum.

Milletlerin her birinin ayrı târihî serüvenleri vardır. Bu da hiçbir milliyetçiliğin aynı sebepten ve aynı seyir hâlinde çıkıp ilerlemeyeceğini göstermektedir. Her milletin millî bütünleşmesi başka sebeplere dayanıyor ve yine farklı sonuçlar ortaya çıkartıyor. Ortak olan şey ise hep başka milletlerin istîlâları sonucu milliyetçiliklerin güçlenmesidir. İstîlâlar ve milliyetçi akımların güçlenmesi komşu milletlerde de milliyetçi fikirlerin yayılmasına sebep oluyor ki bu en büyük etkenlerdendir.

Millet kavramı da yine bu milliyetçiliklerin ortaya çıkması ile şekillendi. Almanların millet kavramına göre millî bütünlüğü sağlayan en önemli unsur ırk birliği idi. Fransızlar ise aynı dili konuşan ve aynı kültür dâiresinde bulunan insanların aynı millete mensup olduklarını söyler. Bilindiği gibi Alsas-Loren bölgesi Almanlar ve Fransızların paylaşamadığı bir bölgedir. Burası Fransız kültürü yaşayan Cermenlerin bulunduğu yerdir. Anlaşılacağı üzere bu millet tanımları her iki milletin millî menfaatlerine uygundur. Slavlar için dil birliği millet tanımı için çok uygun değildir ve onlar da dil birliğinden çok söz etmediler. Yahudiler için de aynı devlet çatısı altında yaşamamak millet olmadığın anlamına gelmemekte ve din ile dil önemlidir ki bu da yanlış değildir. Daha da ilginci birçok imparatorluk milliyetçiliği devlet menfaatlerine zararlı gördü. Rus Çarlığı ve Avusturya-Macaristan bunlardandır. Aslında bunlar millî birer devlet olmadığı için çok da ilginç olmadığını kabul etmek gerekir. Fakat dikkat çekmek istediğim husus özellikle milliyetçilik yapmamanın Rus menfaatlerine uygun olması. Paradoks gibi. Milliyetçiliği zararlı bularak milliyetçilik yapmak garip duruyor. Yâni imparatorluk bile olsan dayandığın milletin menfaatlerine aykırı hareket etmiyorsun. Bu örnek de aslında târihin temel yürütücü âmilinin ne olduğunu bize göstermektedir. Bunun yanında milliyetçi akımların imparatorlukları tehdit etmesi yadsınamaz.

İşte Avrupa’da milliyetçilikler Fransız İhtilâli ardından öncelikle millî bir bütünleşme sağlanarak yayıldı. Burada yönetim biçimi, millet tanımları, millî kinler, millî ülküler her milletin milletleşmesinde önemli fakat farklı roller oynadığını gördük.

Tabiî ki milliyetçilik fikrinin Avrupa’da bu dönemde ortaya çıkması daha önce milliyetçiliğin olmadığı anlamına gelmiyor. Avrupa’dan çok daha önce milletleşen ve millî menfaatleri için savaşan, devletler kuran, düzenler oluşturan milletler vardı. Bunlardan en eskisi ve en güçlüsü Türk milletidir. Ancak bundan sonraki yazılarda bahsetmenin daha doğru olacağını düşünüyorum.

Sonuç olarak söylemek gerekir ki bu sonradan ortaya çıkan fikir 18. yüzyıldan îtibâren tüm dünyâya yayıldı ve günümüze kadar dünyâyı etkileyen en büyük ideoloji oldu. Bunu dünya savaşları, ardından komünizm ve kapitalizm savaşı gibi görünen ama millî menfaatlerin çatıştığı soğuk savaş yılları ve günümüzdeki siyasî ve sosyal olaylardan anlayabiliyoruz.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.