“Bu vatan,
…
Bir târih boyunca onun uğrunda
Kendini târihe verenlerindir.
…
Huduttan hududa yol bulup koşan,
Cepheden cepheyi soranlarındır.
…
Sencileyin hasmı rüyada değil,
Topun namlusundan görenlerindir.”
Soyut bir kavramın basite indirgenmiş bir şekilde ifade edilmesi, arkasında yatan birikime, tekâmüle ve sürece dayanır. Bu yüzdendir ki Orhan Şaik Gökyay birkaç dizeye, Türk milletinin vatan kavramına yüklediği anlamı sığdırabilmiştir. Vatan kavramı net olduğu için, sahipleri de görmek isteyenler için pirüpak hâlde meydandadır. Bu yazı dizisi, gerçeği ısrarla görmek istemeyip Türk milletinin egemenlik haklarına tecavüze kalkışanlara bir cevap niteliği taşıyacaktır.
Tabii olarak gerçeklikle bağını koparmış şahıslar muhatabımız olmayacaktır. Nihayetinde duvara konuşmanın bir fayda sağladığı henüz görülmemiştir. Muhatabımız, samimiyetsiz propagandaların hedefi olan genç dimağlardır; eğitim sisteminin bıraktığı açıklar yüzünden aklı bulanmış Türk gençliği.
Ey Türkoğlu; Yaşadığın coğrafyaya Anadolu demişler. Târihi 5000 sene öncesine dayanır. Napolyon’un ‘’Dünya bir ülke olsaydı başkenti İstanbul olurdu.’’ dediği şehre ev sahipliği yapar. Jeopolitik konumu çok önemlidir, üç kıtanın adeta düğüm noktası gibidir. Hâliyle tâlibi çok olmuş. Lidyalılar, Hititler, Büyük İskender, Kutsal Roma, Bizans ve Osmanlı gibi yaklaşık 75 tane mikro ve makro devlet gelip geçmiş bu topraklardan.
Kıymetli bir Türkçe öğretmenimin de dediği gibi “Burası Anadolu arkadaşlar, diz çökebilirsiniz ama düştüğünüz an kalkamazsınız.” Bu coğrafya târihin medeniyetler çöplüğü olmuştur. Çünkü jeopolitik konumu hasebiyle bu topraklar sahipsiz bırakılamayacak kadar değerlidir, ev sahibinin üzerinde dâima bir baskı bulunur. Yani bu topraklarda ayakta kalmanın iki yolu vardır ya mükemmele koşmak ya da ezilmeden yoldan çekilmek.
Hareketliliği ve durgunluk kabul etmeyen yapısıyla otoyolu andıran bu zorlayıcı coğrafyayı yaklaşık bin senedir biz yurt edindik. Peki, târih (?) derslerinde anlatıldığı gibi sâdece Malazgirt Savaşı’nı kazanmakla Anadolu’nun kapısı bizlere gerçekten açıldı mı? Tek bir savaş bu kara parçasını yurt haline getirmeye yetti mi? Bu süreçte Anadolu’nun yerlilerini evinden mi kovduk? Yoksa göçebe Türk kavimleri Rumlarla kaynaştı mı?
Anadolu’ya gelen az miktarda Türk kavminin Rumlarla kaynaşıp “Anadolulu” olduğu veyahut Hititler’in torunu olduğumuz için aslında hep burada olduğumuz iddiası, Gökten zembille inmemizden daha mantıksız olduğu için değinmeyeceğiz. Anadolu’ya gelişimiz ise, aslında 11.yüzyıl’ın başında sistematik olarak Anadolu’ya gelmeye başlayan dervişler ile başladı. Esasen bu bir zorunluluktu. Çünkü Türk milleti anayurdunu birçok sebepten ötürü terk etmek durumundaydı. Horasan ve İran Havzası’na akan göçler, Moğol-Arap-Gazneli/İlhanlı tehditleri arasında sıkışmış bulunmaktaydı. Kendine yeni yurt arayan Türkler için, Bizans’ın iç karışıklıklar hasebiyle ihmâl ettiği seyrek nüfuslu Anadolu, biçilmiş kaftan olarak gözüküyordu. Durağanlığın iyi sonuçlar doğurmayacağını bilen Türk beyleri ise göçleri sistematik olarak Anadolu’ya yönlendirmeye başlamıştı. İşte bu noktada dervişlerin rolü çok önemlidir. Çünkü Türk’ün töresinde bir yeri mütecaviz bir şekilde fethetmek asla yoktur. Gönüller fethedilmeden o toprak parçası zorla ele geçirilmez. Yeni bir yurt arayan Türkler, daha Malazgirt Savaşı’ndan çok önce dervişler ve keşif akınları yapan komutan/askerler vasıtasıyla kalpleri kazanıyordu. Dervişler ve uç beyleri, ilgisiz kalmış, fakirliğin ve eşkıyanın elinde kırılmakta olan, Bizans’ın toprak kölesi konumundaki yerli halka hem İslam’ı hem de Türk’ün merhametini örnek şahsiyet ve yaşantılarıyla anlatmaktaydılar. Bu sistematik ve uzun süreli çalışmalar sonucunda Türk orduları İzmir’e, hatta Üsküdar’a kadar ilerlerken hiçbir direniş görmemiştir. Yerli halkın hem orduları hem de göç eden kavimleri hoşgörüyle karşılanması, hatta bekler hâlde olması işte bu üstün çalışmanın bir sonucudur. Bu süreçlerden sonra Anadolu’yu, yani kölelerini, kaybetmek üzere olduğunu fark eden Bizans elbette sessiz kalamazdı. Romen Diyojen 1071’de hamlesini yaptı. Fakat devasa Bizans ordusu Sultan Alparslan ve aslanlarının imân dolu göğsünde eridi gitti. Artık, türlü tehlikelerle iç içe olan Oğuz boylarının Anadolu’yu yurt edinmesi için önünde ciddi bir engel kalmamıştı. Kalmamış mıydı?
Bilinmeze, sürüklenmek hiçbir zaman ve koşulda insanı mutlu edecek bir durum değildir.
Keza bilinmeze sürüklenmekle beraber değişen hayat şartları yeni kanunları zorunlu kılmaktaydı. Üstüne üstlük yerleşik hayata geçilmeye başlanması da daha temel değişiklikleri beraberinde getirmekteydi. Tüm bu bilinmezlik ve değişime bitmek bilmeyen seferler ve savaşlar da eklendiği zaman ne kadar yıpratıcı bir dönem olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek.
Genel olarak Anadolu’yu keşfetme-gelme ve yerleşme süreci birçok zorluğu içeriyor. Bu süreçte herkes bir şeylerden fedakârlık etmek durumundaydı. Tebaa alışkanlıklarını ve yaşam tarzını değiştirdi, analar asla dönmeyecek çocuklarının, kızcağızlar yârinin yolunu gözledi durdu. Beyler gündüz oturmadı, gece uyumadı. Ne çocukluğunu yaşayabildi ne de bir gün olsun çocuğunu doya doya sevebildi. Vatanı vatan kılmak için herkes el birliğiyle bir şeylerden feragat ederek durmadan çalıştı. Çünkü bu coğrafya bırakın rehaveti, durgunluğa bile gelemez. Üstündekini fırlatır atar. Çünkü bir yanda Batı, bir yanda Doğu toplulukları en ufak bir hatanı fırsat kolluyor. Nihayetinde Anadolu coğrafyasında hak iddia etmek her babayiğidin harcı değildir.
Özetle bu coğrafyayı vatan yapmak hiç kolay olmadı. Fakat Anadolu’yu vatan yapmakla sorunlar bitmemişti. Kaçınılmaz olarak güzelin tâlibi çok olacağı gibi Anadolu’nun tâlibi de çoktu çünkü. Sonuncusu 1922’de olmak üzere onu geçkin Haçlı Seferi, Memlük, Safevi, Akkoyunlu, Anadolu beylikleriyle olan iç mücadeleler de dahil birçok savaş yapmak durumunda kalındı. Kardeş katli vacip görülerek devletin selameti için padişahlar çocuklarına kıymayı düşünmeden göze aldılar.
Bugün daha çok Anadolu’ya gelme ve tutunabilme sürecinin zorluklarına değinmeye çalıştık. Birilerinin iddia ettiği gibi, insanların evini gasbettiğimizi düşünüyor olabilirsiniz. Fakat bu vatan, bin senedir gözünü kırpmadan kanını toprağa dökmüş Türk milletinindir. Bu vatan, onun vatanlaşmasında emeği olan herkesindir. Bu vatan, 1071’de “Geldik!” diyen Sultan Alparslan’ın; 1922’de “Gitmiyoruz!” diyen Gazi Paşa’nındır.
Sonuçta; bu vatanın tapusu emeği geçen Türk milletinin tasarrufundadır. Fakat bu durumun ebediyete kadar süreceğinin garantisi yoktur. Yerinde saymayı bile kabul edemeyen bu topraklarda barınabilmek için bizim de fedakarlıklar yaparak daha çok çalışmamız gerekiyor. Nihayetinde bu vatan, bize büyüklerimizin mirası; küçüklerimizin emanetidir. Emanet kavramını bir sonraki yazımızda inceleyeceğiz.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.