Fikrimizi ve neyin peşinde olduğumuzu anlatan, gönlümün vazgeçmek istemediği bu yazı örneklerini daha fazla çoğaltmaya gerek yok. Verilenlerle bile anlaşılmıştır ki biz, 12 Eylül’den önce fikrimizin târihî kökleriyle irtibatlı idik. İki bin küsur yıllık Türk devlet geleneğini biliyorduk. Millî ülkünün peşindeydik. Türk’ün yalnızlığını, masum, mahzun ve mazlum olduğunu öğrenmiştik. “Meriç’le Ağrı arasına sıkıştırılmış Türk’ü Tuna ile Çin Denizi arasında” yeniden ayağa kaldırmak, büyük Türkiye’yi gerçekleştirmek peşindeydik. Türk kendine dönecek, ilmin önderliğinde yeniden Türk medeniyetini kuracaktı. Bu maksatla içte ve dışta birliğin fikir temellerini işleyecek ve birlik şuurunu kuvvetlendirecektik. Evvela Türk milliyetçiliğini siyasî bir aksiyona dönüştürdük. Kendimizi “Ben de milliyetçiyim.”, “Biz milliyetsiz miyiz?” diyenlerden ayırt etmek için “Biz Ülkücüyüz.” dedik.

Tarifi Necmettin Hacıeminoğlu yaptı:

“Ülkücülük öze dönüştür, kendine dönüştür. Millî şuurun şahlanışıdır. Türk târih ve töresi ile kopan altın zincirin yeniden halkalanmasıdır. Türk’e ve Türklüğe bağlanmadır.”1

Durum muhakemesini de Erol Güngör yapmıştı:

“Türkiye etrafında bulunan devletlerden -Rusya hariç- daha kuvvetli, daha ileridedir. Onun bu gücü Amerika, Rusya veya Avrupa Birliği menfaatleri istikametinde kullanılabileceği gibi bizzat Türkiye’yi hatırı sayılır bir lider yapmak üzere de kullanılabilir. İşte memleketimizin kaderini tayin etmek üzere ortaya çıkan siyasi güçlerden biri olan milliyetçi hareket Türkiye’ye dış kuvvetlerin tesir sahası dışında yeni bir hüviyet kazandırmak üzere doğmuş olup, içinde bulunduğumuz hal ve şartların zarûrî bir neticesi halinde gelişmiştir.”2

Milliyetçi hareketin bu gelişimi sırasında Türk’ün her şeyi üzerinde tartışmalar vardı: Târihi, dini, kültürü vs. Târihle ilgili tartışmaların sivri örneklerinden biri Ankara’nın bağrına “Hitit Güneşi”nin dikilmesiyle ortaya çıkmıştı. Hâlbuki Erol Güngör konuya çok iyi bir izah getirmişti fakat yanlış zihniyet ve güç bunu anlamak istemedi. “Biz Anadolu’ya geldiğimiz zaman burada Rumlar ve Ermeniler ve diğer birkaç küçük azınlık yaşıyordu, dinleri de Hristiyanlık’tı. Anadolu’daki eski medeniyetlerden bize bazı şeyler geçmişse bunlar ancak o zaman mevcut bulunan Rum ve Ermeni kültürleri yoluyla ve onların bir parçası olarak intikal etmiştir. Bu yüzden Sümer veya Hitit medeniyetlerine veya bu medeniyetlere mensup insanlara ne olduğunun hesabını Türklerden değil bizden evvel onları ortadan kaldıran ve onların mirasını paylaşan kavimlerden sormak gerekir. Bizim için eski Anadolu medeniyetleri diye bir şey bahis konusu değildir. (…) Türkler burada karşılarında çökmüş, can çekişmekte olan bir Roma medeniyeti buldular ve onu bir darbede yıkarak kendi hâkimiyetlerini kurdular. O çağda Türklerin temsil ettikleri veya mensup oldukları İslâm medeniyeti Hristiyan dünyasını çok geride bırakmıştı. Böyle bir karşılaşmada kültür alışverişinin daha çok mağlup tarafı etkileyeceği muhakkaktır.”3

Târihe eğilince milletimizin hayatının farklı olduğunu gördük. Hayat tecrübesinin yani kültürünün de değişik olacağını anladık. Ezbere konuşmanın anlamı yoktu. Konuştuğumuz Türkçenin Orhun Abideleri sayesinde en az Göktürklerden beri devam edip geldiğini idrak ettik. Orhun Abideleri’ndeki gibi gelişmiş bir dilin Göktürklerden asırlar önce var olduğu belliydi. Demek biz, Cumhuriyet’ten de Malazgirt’ten de çok önceleri vardık ve bir millettik. Bu târih şuuru sayesinde milletimizin ve târihimizin Türkiye ile sınırlı olmadığını tespit ettik ve savunduk. Böylece târih şuurumuz daha da güçlendi. Dinimizin de dilimizin gibi Türklük açısından çok önemli olduğunu fark ettik. Zira İslâm, Türk’ün kalkanı Türk de İslâm’ın kalemi ve kılıcı olmuştu. Bunun neticesidir ki “Din afyondur.” diyenlere karşı onun savunucusu yalnız biz, Ülkücüler olduk.

Kültürümüzle ilgili şu ibretlik alıntıyı yaptıktan sonra tartışmalar konusuna son verelim: “Klasik Türk musikisinin hayranlarından olan Kültür Bakanı Talat Sait Halman, Devlet Konser Salonu’nda, büyük Türk bestecisi Itri’nin eserlerini ‘icra ettirmek’ istemişti. Değerli besteci İsmail Baha Sürelsan tarafından hazırlanmakta olan konserin haberi duyulur duyulmaz bir kızılca kıyamettir koptu. Halman’ın ne gericiliği kaldı ne Atatürk devrimlerine ihaneti. 11 Aralık 1971 târihinde yapılan bir değişiklikle Halman’ın kabine dışında bırakılmasıyla yetinilmedi, Kültür Bakanlığı da kaldırıldı. Büyük ümitlerle kurulan bu bakanlığın ömrü sâdece beş ay sürmüştü. O târihten bu yana kültür işleriyle uğraşan bakanlardan hiçbiri Itri’yi ve öteki büyük Türk bestecilerini Türk’ün parasıyla yapılmış Devlet Konser Salonu’nda dinletmeyi göze alamadı veya böyle bir şeye lüzum görmedi.4

Kültür Bakanlığı o zamanki Batı Avrupa’da kültür veya ideoloji savaşlarında devleti güçlü kılmak için ihdas edilmişti. Bizde de 12 Mart Muhtırası’ndan sonra kurulan Nihat Erim kabinesinde yer aldı. Niçin? Güya kültür savaşında Türk devletini güçlendirmek, anarşi karşısında dirayetli kılmak için Türk kültürünü ihyâ edecekti. Eşsiz musikimizin büyük bestekârına, Yahya Kemal gibi büyük bir şairimizin adına şiir yazdığı bir Itri’ye bile tahammül edemediler. Çok şey kaybettiren bu zihniyetin bir daha hortlamaması için bu kadarcığını belirtmeden geçemedim.

Durum değerlendirmesinde ifade edildiği gibi Milliyetçi Hareket, Türkiye’ye dış kuvvetlerin tesir sahası dışında yeni hüviyet kazandırmak yolunu tutmuştu. Bu, lider bir Türkiye demekti. Oysa durum hiç elverişli değildi. Zira “Dilimiz yıkılmış, musikimiz soysuzlaştırılmış, kültür ve sanatımız inkâr edilmiş, târihimiz yok sayılıp unutturulmuş, mukaddes bildiğimiz değerler çiğnenmiş, yetişen nesillerin beyinleri zehirlenmiş, insanlarımız düşünemez hale getirilmişti. Millî şuurumuz ve târihî hâfızamız dumura uğratılmıştı. Arkadan iktisadî sömürgecilik başlamış, kültür emperyalizminin üsleri kurularak ağları örülmüştü. Sonra da böyle çok tesirli vasıtaların yardımı ile siyasi baskılar devri açılıp devletimiz ele geçirilmek isteniyordu.”5 Bu sebepten Ülkücü Hareket olarak yükümüz çok ağırdı. Bir yanda bu vaziyetin olumsuzlukları, öbür yanda teşkilatlanma, eğitim ve güvenlik çalışmaları… Yapılacak iş pek çoktu, imkânsa neredeyse hiç yoktu. Devlet imkânları da hep başka taraflara akmıştı. Dolayısıyla insan unsuru çok daha önem ve öncelik arz ediyordu. Belki bu sebepten mensuplarımızı idealize ettik. Bir bakıma haksız da sayılmazdık. Nitekim daha sonra gittikleri başka kuruluşlarda hepsi kendilerini kabul ettirmişlerdir. Genelde hepimiz fedakârdık. Menfaatçiliği bilenimiz yoktu. Yalan söylemezdik. Politika açısından tenkide uğrardık. Çünkü bu meziyetimiz hatalı bulunurdu. 12 Eylül itibariyle aldığımız mesafe meydanda. Türkiye’nin, Türklüğün son bağımsız kalesi olarak kalmasını sağladık. Türklerin, Türkiye’dekilerden ibaret olmadığını ve târihimizin 1071 ya da 1923’te başlamadığını benimsettik. Bugün yerlilik ve millîlik söylemleri, Diriliş vb. TV dizileri beni mest ediyor. Nereden nereye… Emeği geçenlere selam ve rahmet olsun.

Yeterli mi? Asla! Çünkü 93 Harbi’nde yaşanan zulüm ve katliamları anlatacak Tolstoylar, sonrasındaki göçte çekilen sefaletleri kaleme alacak Victor Hugoları henüz yetiştirmedik. Yönetmen Metin Erksan’ın çevirmek istediği “Haçlı Yamyamlar”, “Katliam” filmleri hâlâ yapılamadı. Sırası geldiğinde bir gün yapılacak, yapılmalı.

İslâm gurbetinde İslâm’ın sılası bulundu mu? Bunu bugün Ergun Göze gibi arayan var mı acaba? İmam Rabbani’nin torunu El Haşimi Müceddidi’nin dediği gibi hâlâ İslâm’ın en büyük meselesi, Müslümanların gerçek Müslüman olmak için hiçbir şey yapmayışları. Fakat her şeye rağmen aranacak, bulunacak. İslâm dünyasının haline bakınca bu, bugün daha fazla zaruret.

Bütün bunları kim yapacak? Türk insanı. Mesele yine geldi, dayandı insana. Nasıl yapacak? İşte vaktiyle verilmiş cevap:

“Türkiye’mizi kalkındırmamızın, Türk insanını refah ve huzura kavuşturmanın kök çözümü, Türk insanını “iyileştirmek”tir. Köke inilmez, bütün bünyeye tesir edecek çözümlere yönelinmezse gene çıkmaza sapılır.”6

“Şehirlerimiz berbat olmuş, köylerimiz boşalmış, insanımız atalarının dürüstlük, çalışkanlık ve israftan kaçınma meziyetlerini çoğunlukla yitirmiş durumdadır. Yeniden üstün meziyetli Türk insanını ortaya çıkarmak, yepyeni bir eğitimle –terbiye anlamını da içine alacak şekilde- eğitimden geçirmek gerekiyor.”7

“Baki’nin ‘Mersiyesi’ndeki ölümsüz motif: Benim.

Su Kasidesi’ndeki yürek: Benim.

Farabi’nin çalgısında düzen verdiği tel: Benim.

Mimar Sinan’ın şantiyelerinde boy abdestsiz çalışmayan kul: Benim.

Yunus’un/Dertli Yunus’un/ Dolu Yunus’un/ ‘Bana seni gerek seni’ dilekçesindeki dil: Benim.

Itri’nin bestelerindeki ruh / Levnî’nin minyatürlerindeki gül: Benim.

Ben bana güveniyorum.

Ne var ki

(…)

Zaman

Uyku ağacımızı çatır çatır sallıyor,

Uyanacağız.

Yeniden yeşerteceğiz evreni

Yeniden İ-NA-NI-YO-RUM!..”8

Kaynakça

(1) Hacıeminoğlu, Necmettin. Töre dergisi. Eylül 1975. sf.14

(2) Güngör, Erol. Töre dergisi. Mayıs 1975. sf.23

(3) Güngör, Erol. Töre dergisi. Aralık 1974. sf.16

(4) Çınarlı, Mehmet. Töre dergisi. Eylül 1976. sf.36

(5) Hacıeminoğlu, Necmettin. Töre dergisi. Mayıs 1975. sf.19

(6) Türkkan, Reha Oğuz. Töre dergisi. Kasım 1977. sf.7

(7) Türkkan, Reha Oğuz. Töre dergisi. Mayıs 1978. sf.27

(8) Karakoç, Bahaettin. Töre dergisi. Haziran 1975. sf.40

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.