HÜR OLMAK KAVGASI-2

Çin’in Doğu Türkistan topraklarında uyguladığı ve bizim katlimizi amaçlayan insanlık dışı uygulamalarına karşı, içimizden ilk harekete geçenimiz Hâfız Ali olmuştu. Dînimizi hürce yaşayamıyorduk. Geçmişte atalarımızın yapmış olduğu, Türk ve İslâm mîmârîsinde oldukça önemli bir yere sâhip olan câmiler teker teker yıkılıyordu. Bu yıkıma yüksek sesle karşı çıkanların âkıbeti ise meçhuldü. Meçhuldü çünkü önce tutuklanıyorlar, onları nizâma sokmak, yanlış yolda olanları doğru yola sokmak amacıyla kurulmuş olan ıslâh kamplarına götürülüyorlar ve sonra onlardan ne öldüklerine ne de yaşadıklarına dâir hiçbir haber alınamıyordu. Yakınlarını kaybeden âileler, sevdiklerinin nerede olduklarını sorguladıkları takdirde ise aynı âkıbeti yaşıyorlardı. Terörist olmak! Dînini korkmadan yaşamanın, Türk kültürünü hiçbir baskıya ve müdâhaleye mâruz kalmadan yaşamak ve devamlılığını istemek arzusu içindeki Uygur Türkü’nün kaçınılmaz sonu “terörist” olmaktı! Oysa kânun ve anayasa ile açıkça belirtilmiş haklarına, canına, malına, nâmusuna, dînine, diline, estetiğine ve kültürüne göz diken; hür bir şekilde yaşamak istememize karşı çıkan ve azgın bir canavar gibi kanlı elleriyle boğazımıza yapışan Çinlilerdi. Yer altı ve yer üstü kaynaklarımızı sömürdüğü yetmezmiş gibi bizi yok etmek gâyesi güdenler, bizi terörist olmakla itham ediyordu.

İşte Hâfız Ali, hâfız olduktan sonra İslâmiyet’i Uygur Türkü çocuklara anlatmak idealiyle hemencecik harekete geçivermişti fakat bu iş çokça tehlikeli, bir o kadar da cesâret isteyen bir görevdi. Çünkü kalabalıklar içinde din eğitimi vermek, dînî sohbetler yapmak yasaktı. Mâzî bu tür toplantılara katılanların mezarlıklarıydı bu topraklarda. Çoluk çocuk, genç yaşlı dinlemeksizin acımadan katlediliverilirlerdi. Korku iklimi içinde bunu göze alabilmek takdire şâyan şeydi doğrusu.

Bir gözün durmadan sizi izlediğini düşünün. Bir tek hatanızda sizi ölüme mahkûm edecek ki ölüm, türlü işkenceler arasında istenilecek bir şeydir. Evet, ölüm bâzen; inlemeler arasında, yakarışlar içinde ekmek gibi su gibi istenecek bir şeydir. Bâzen ölüm, çâresiz insanın hürriyet nâmına vuslata ermesidir. Hâfız Ali’nin ölümden korktuğu görülmüş şey değildi. O bir kere gözünü kararttı mı yolundan dönmezdi. Bu sebeplerden ötürüdür ki gece yarıları çocuklarla bir araya gelerek onlara İslâm’ı öğretiyordu. Günlerden bir gün yine böyle bir toplantıya katılmadan evvel önce benimle buluşmuştu. Tedirgin görünüyor, gözaltlarında oluşan derin çukurlardan yorgun olduğu anlaşılıyordu. Ona, “Çok yorgun görünüyorsun? Nedendir bu hâlin?” diye sorduğumda bana şu cevâbı vermişti: “Evet yorgunum Aypars gardaşım. Yorgunum ama memleketin hâli böyleyken benim yorgun olmamın hiçbir önemi yok. Şimdi sızlanmak, şikâyet etmek vakti değildir. Bir süredir tâkip ediliyor endişesine kapılıyorum.”

Son sözleri ikimizi de tedirgin etmişti. Başına kim bilir neler gelecekti? İkimiz de uzun uzun dalıp gitmiştik ki onun şu sorusuyla bu hâletten ancak kurtulabilmiştik:

-Peki sen ne yapacaksın Aypars? Mektebin bitmedi fakat ne yapacağına şimdiden karar vermen gerekli.

-Biliyorum Hâfız Ali, biliyorum. Çoğu geceyi bu düşünceler ışığında uykusuz geçirir oldum. Geçen günlerde birkaç Çin yetkilisi mektebe geldi. Hem mektebi denetlediler hem de yapılması gerekenler hakkında hocalara emirler verdiler. Bu emirlere uymayanlar hakkında kendilerine bilgi verilmesini istediler. Neydi bu emirler? Kimse mektepte Çinceden başka hiçbir dili konuşmayacak. Uygur Türkü’ne âit olan eski kıyâfetler asla giyilmeyecek. Dîni anımsatacak her türlü faâliyetten kesinlikle uzak durulacak. Çin kültürü ve onun içinde bulunan danslar, kıyâfetler ve yemeklerin tanıtılması ve birebir hayatta teşvik edilmesi sağlanacak. Biliyorsun ki hocaların neredeyse hepsi Çinli oldukları için hemen kabul ettiler ve bunları uygulamaya koyuldular. İlk iş olarak Uygur Türkü çocuklara “Ejderha Dansı” adındaki eski bir Çin halk dansını öğretmeye kalktılar. Hem de âileleri ile birlikte! Koca koca Uygur Türkü erkek ve kadınlar, mecbûren katlandılar bu gösteriye! Yoksa ellerinden ya çocukları ya da yarım hürriyetleri de alınacaktı! Bu duruma karşı çıkmak arzusu içimi kemirirken hiçbir şey yapamadım. Bir şey yapamamak, çâresiz kalmak ve ümitsiz olmak ölümden beter şey gardaşım!

Hâfız Ali bana şöyle cevap vermişti:

-İşte tam da bu yüzdendir ki bir şeyler yapmalıyız gardaşım! Bu düşünceler girdabında usanıp kendini harap etme sakın. Bilirim yüreğindeki ıstırabı. Bilirim çünkü ben de bu ıstırapla yaşıyorum fakat bizim bunca gayretlerimiz sonunda Uygur Türkü yeniden hür ve müstakil olacaktır. O ana dek mücâdelemiz devam edecek inşallah.

Bunları dediğinde ikimizi de bir ağlamak tutmuştu. Hüngür hüngür ağladık. Çocukluğumuza, çâresizliğimize, esâret altındaki mâruz kaldığımız bunca zulme… Ne sesimizi duyan vardı ne de bir yardım eli uzatan. Sağır kulakların, lâl olmuştu dilleri. Ama bunca zorluklara rağmen mücâdele edecektik. Birbirimize bu uğurda gerekirse öleceğimiz sözünü vererek gün ağarmaya başlarken vedâlaşmıştık.

Ramazan ağabey bu sırada Türkiye’ye gitmiş, uzun bir süre dönmeyecekti. Hâfız Ali ve ben, iki bedende tek kişi olarak yalnız kalmış gibi hissediyorduk. Bu sırada günler geçiyor, ben ne yapacağıma bir türlü karar veremiyordum. Kararsız kalmak, en kötü kararı alıp yanılmaktan bile kötüydü. Hâfız Ali ise oldukça yoğun çalıştığı için artık görüşemez olmuştuk. Ne yapacaktım? Ben böyle düşünüp dururken Hâfız Ali ise mübârek bir kandil gecesi, Tanrı’ya ibâdet ve duâlar etmek için gizli bir program ayarlamıştı. Beni de onlara katılmam için dâvet etmişti. Ben de seve seve katılacağımı söylemiştim. Mektepten çıkıp koşa koşa eve gelmiş, soğuk suyla abdestimi almıştım. İçimde bilmediğim bir heyecan vardı. Gizli gizli de olsa Tanrı’ya ibâdet etmek insanın içini huzurla dolduruyordu. En güzel kıyâfetlerimi giyerek Doğu Türkistan için duâlar etmeyi düşünüyordum. Akşam karanlığı bu sırada çoktan çökmüştü. Ne kadar heyecanlı olsam bile yine de acele etmiyordum çünkü toplanacağımız ev iki mahalle ötedeydi. Abdürrahim amcanın evinde buluşacaktık. Hem iki yaşında Ayla ismindeki çekik gözlü, al yanaklı, simsiyah saçlı kızlarını görmeyeli uzun zaman olmuştu. Abdürrahim amcaların evine biraz erken gidip onunla bir köşede sessiz sessiz oyun oynamak istiyordum. Evde biraz daha vakit geçirirsem bu arzumu gerçekleştiremeyeceğimden korkarak usul usul yola koyulmuştum.

Bizim evin hemen yanında Süleyman amcaların evi vardı. Süleyman amca tahtadan yapılmış kapının önünde oturuyordu. Dilinde de bir Uygur türküsü! Şimdi çok hatırlamasam da sanırım ayrılığı anlatıyordu bu türkü. Bu neyin ayrılığıydı bilmiyordum o anda. Süleyman amcaya selâm vererek yoluma devam etmiştim. Biraz daha ilerleyince bir insan kalabalığına denk geldim. Birbirleriyle fısır fısır Çince bir şeyler konuşuyorlardı. Bunlar, Doğu Türkistan’a Çin Devleti’nin Uygur Türklerinin nüfûsunu azaltmak ve onları azınlık durumuna sokmak için yerleştirdiği Çinlilerdi. Çin bu durumu öyle abartıyordu ki bizi kendi memleketimizde, bu vatanın gerçek sâhiplerini asimile etmek gayreti içindeydi ki bunu tüm dünyanın gözü önünde yapmaktan çekinmeyerek satırlarla katliam yapan yine bunlardı. Hatta bazı Uygur Türkü kadınların evlerine Çinli adamlar yerleştirerek nâmusumuza el atıyorlardı. Onlarla iletişim kurmak yasaktı. Onların iftirâları ile başı derde giren birçok Uygur Türkü vardı. Komşumuz Süleyman amcanın iki oğlundan biri, daha önceleri bu nedenden ötürü tutuklanmıştı. Ondan uzun zamandır bir haber alınamıyordu. Ben de bu yüzdendir ki onların yanından geçerken adımlarımı hızlandırmış ve onları geride bırakmıştım.

Ayla ile geçireceğimiz o güzel vakitlerin hayalini kuruyordum. Başka bir zaman olsa bu Çinliler moralimi bozarlardı elbette ama bu sefer umurumda bile değildi. Güzel bir gece beni bekliyordu ne de olsa. Birkaç sokak ve dükkânların önünden geçtikten sonra gittiğim istikâmetten bir iki el silâh sesi duydum. İçimi bir telâş alıvermişti. Adımlarımı hızlandıracaktım ki kendi kendimi teskin ettim. Birkaç Çinli densizin kandil gecesine gölge düşürüp Uygur Türklerinin telâşa kapılmasını istedikleri için bunu yaptıkları fikrini kabullendim ve rahatladım. Sonra birkaç el silâh sesi daha duydum. Fakat ilkinden farklı olarak bu sefer silâh sesleri durmadı. Ben de koşmaya başladım. Koştum, koştum, koştum… Fakat yetişemedim. Silâh sesleri durdu. Ben yaklaştıkça ağıtlar, feryat ve figanlar gelmeye başladı. Abdürrahim amcanın evininde önünde ağlaşan büyük bir kalabalık ve onları zevkle seyreden Çinliler… Kalabalığı âdeta yararak eve ulaşmam… Evin içini ve etrafını askerler sarmış, hiç kimseyi eve geçirmiyordu. Benim gözüm Hâfız Ali’yi ararken ne yaptığımın farkında bile değildim. Ne hissediyordum? Ne düşünüyordum? O anlar, hayvandan beterdi durumum. Çünkü Hâfız Ali’yi, Abdürrahim amcayı, onun eşini ve iki yaşındaki küçücük bebek Ayla’yı gözlerini kırpmadan bir kurbanlık koyun gibi katletmişlerdi.

Hâfız Ali’nin, o hiç ölmeyecekmiş gibi gelen Türk gencinin, cansız bedenini görünceye kadar bütün bu olup bitenlerin bir kâbus olduğunu sanıyordum. Ve gün görmemiş o güzel Ayla bebeğin, o minik ellerinin, iki çirkin adamın kolları arasında kanlar sızarkenki bedenini görmek cehennemi yaşattı bana. Geç kalmıştım. Onları katletmişlerdi. Acımadan… İnsanlıklarını unutarak! Ve az önceki Çinlilerin, Ayla bebek önlerinden geçerken attıkları kahkaha seslerini duyuncaki hâlim… Gözüm dönmüştü. Ne korku ne keder vardı içimde. Ne olacaksa olsundu artık. Geç kalmıştım. Burada bir hayvan gibi yaşamaktansa, esâret altında bir ömür sürdürmektense onlarla ölmeliydim. Hâfız Ali’yi yalnız bırakmamalıydım. Yerden kocaman bir taş aldım, az evvelki kahkahanın sâhibi iri yarı adamın kafasına olanca gücümle fırlattım. Adam yere yıkıldı. Bunu gören askerler hemen benim üzerime çullandılar. Sonrasını hatırlamıyorum. Bilmiyorum, belki de zihnim hatırlamak istemiyordur. İşkenceler içinde sorular, hâinlik ile suçlamalar içinde ne kadar süre tutuldum bilmiyorum. Artık sâdece inlemeler duyuyorum. Acı acı inlemeler… Bir zamanlar bu inlemelerin yerinde sevinçler vardı fakat şimdi her yer karanlık ve çâresizlikle boyalı.

Her gece ve her sabah cellâdımı gülümseyerek bekliyorum. Ve Tanrı’ya sessiz yakarışlarım var benim. Ve şu soğuk duvarlara konuşuyorum, onlardan bir medet umarak. Evet; ölüm gibi soğuk, tepkisiz, katı ve cansız duvarlara konuşuyorum. Acaba onlar benim sesimi duyuyorlar mıdır? Yüreğim Doğu Türkistan’ın acısı ile kanarken arkalarını dönüp öylece susuyorlar mıdır? Kanlı zâlimin elinde kimsesiz kalmanın, çâresizliğin o derin ve sancılı acısını yüreklerinde hissediyorlar mıdır? Ayla bebek gibi binlerce bebeğin katiline tepkisiz kalıyorlar mıdır? Hâfız Ali gibi genç yiğitlerin mâtemine ne diyorlardır? Yoksa tüm bu olanları umursamayarak yaşamlarına devam mı ediyorlardır? Bu zulmü görüyorlar mıdır? Bu zulme daha fazla katlanamayacaklar biliyorum! İnsanlar gibi!

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.