Ziya Gökalp kültürü, “Bir milletin dînî, ahlakî, hukûkî, bedîî, muâkalevî, lisânî, ekonomik ve fennî unsurlarının âhenkli mecmûasıdır.” şeklinde tanımlamıştır.
Mümtaz Turhan ise kültürü, “Bir cemiyetin sâhip olduğu maddî ve mânevî kıymetlerden teşekkül eden öyle bir bütündür ki cemiyet içinde mevcut her yeni bilgiyi, alâkaları, ihtiyatları, kıymet ölçülerini, görüş ve zihniyet ile her nevi davranış şekillerini içine alır.” şeklinde tanımlamıştır.
Çok kıymetli iki mütefekkirimizin yine çok kıymetli tanımlarından yola çıkarak kültür için şunları söyleyebiliriz: İçinden çıktığı milletin ihtiyaçlarına, milletin verdiği cevaptır. Yâni milletlerin sorunlarına bulduğu çözümler, kültürü meydana getirir. Bu sebeple millet ve kültür kavramları birbirinden ayrı düşünülemez. Her millet, kendi içinde bir kültür; her kültür ise kendi içinde bir millet barındırır.
Beş bin yıllık geçmişi ile sâhip olduğu değerleri günümüze kadar taşıyıp getiren ve bu değerleri devam ettiren Türklerin kültürleri de târihleri kadar eski ve zengindir. Binlerce yıllık geçmişe dayanan eski ve zengin kültür yapımız içinde yer alan en önemli değerlerimizden biri de âiledir. Âile, Türkler için mukaddes ve vazgeçilmez bir yapı taşıdır.
Âile demek bir toplumun, bir devletin, bir milletin, bir ülkünün temel taşı demektir. Ancak âileyi, kadın-erkek ve daha sonrasında çocuklardan meydana gelen bir müessese olarak görüp basite almamalıyız. Âile; içinden çıktığı toplumun maddî ve mânevî değerlerini yaşayan, bu değerlere uygun millet menfaatlerini gözeten, milletine faydalı çocuklar yetiştiren ve milletin devamlılığını sağlayan sosyal bir müessesedir. Milleti oluşturan ve milletin devamlılığını sağlayan ve bizi kıyâmet gününe değin yaşatacak olan kurumdur âile. Bu sebeple âile içi sevgi, fedâkârlık, sabır ve güven her dâim dikkat çeker. Âile demek bir olmak, berâber olmak demektir. Bir çorba tası etrafında on farklı kaşık olmak, bir bardak suda onlarca yudum olmak ve sayı kaç olursa olsun bir çatı altında tek yürek olmak demektir. Bu sebepten dolayı Türklerde âile olmak, âile kurmak son derece önemlidir. Fakat söylediğim gibi âile kurmak, öyle haybeden heybeye bir olay değildir elbette. Buna binâen âile kurmanın besmelesi düğünlerimizdir. Bu düğünler, birbirini seven iki insanın hayatlarını birleştirmeleri husûsunda toplum içerisinde ciddi bir yere sâhiptir.
Hayatlarını birleştirecek olan çiftlerin âileleri ile berâber iki taraftan da eş, dost, akraba ve tüm tanıdıkların bir araya gelmesiyle oluşan; çekirdek âilelerin yöreden yöreye değişkenlik gösteren çeşitli sorumluluklarını yerine getirdikleri, belirli etkinlikler eşliğinde ilerleyen eğlence merâsimidir. Evet, kızın ve erkeğin baba ocağından ayrılışı ne kadar hüzünlü ve zor olsa da kurulacak olan yeni âile adına düğünler, eğlence merâsimi olarak tertip edilir. İçerisinde bolluk, bereket, eğlence, kahkaha, eş dost arası muhabbet ve kaynaşma barındıran düğünler; elden ele, dilden dile, yöreden yöreye değişkenlik gösterebilir. Örneğin doğuda düğünlerimiz günlerce sürecek şekilde tertip edilirken, batı bölgelerimizde daha çok tek gün olacak şekilde düzenlenir. Fakat genel hatlarıyla kına merâsimi, bayrak dikme, davullu zurnalı gelin dâmat karşılaması, çiftlerin karşılıklı oyunları, yeme içme merâsimleri vs. şeklinde anlatabiliriz.
Şimdi ise sizlere dilim döndüğünce düğün öncesi ve sonrası gerçekleştirilen tüm etkinliklerden kısaca bahsetmek istiyorum.
Ne güzel âdetlerimiz varmış, öğrendikçe insanın ruhunu okşayan. Bir çeşme başında, bir dere boyunda yâhut bir samanlıkta seyran olan gönüller varmış. Oğlanın sevdâsının farkında olan kız, kendi sevdâsını haber vermek için ona bir kırmızı mendil bırakırmış. Bunu gören oğlan, kızdan onay alınca âilesine haber verirmiş ve kız tarafının âilesine haber gönderilip uygun bir vakitte görücülüğe gidilirmiş. Âileler arası sohbet muhabbet aka – binde anlaşmaya varılırsa bir sonraki adım, isteme olurmuş. Günümüzde de aynen uygulanmaksızın benzer şekilde tanışmalar, görücü gitmeler ve kız istemeler gerçekleşiyor. Düğün için atılan adımlardan ilki, kız isteme merâsimidir. Kız istemeye iki âilenin de büyükleri katılır. İsteme işini ise ya oğlan âilesinin en büyüğü ya da her iki tarafında tanıdığı ve kıymet verdiği birisi yapar. Oğlan tarafı, kız istemeye eli boş gitmez. Şeker, lokum gibi tatlı bir şeyler götürür ki bunun anlamı, işlerin tatlı bir şekilde ilerleyip sonuca bağlanmasıdır. Kız istemenin olmazsa olmazı kahvedir. Kimi rivâyetlere göre kızın kahveye şeker yerine tuz atması oğlanı beğenmediği ve istemediği anlamına gelirken, bazı rivâyetlerde de eğer beni seviyorsa katlanıp içer mânâsına gelmektedir. Kahve içimi akabinde kızı isteyecek kişi, “Allah’ın emri peygamberin kavlî ile” diye girer lafa. Bilindiği gibi evlilik Allah tarafından emredilmiş ve Peygamberimiz de bizzat Allah’ın bu emrini kendi hayâtında yerine getirerek ümmetine örnek olmuştur. İşte biz de evlenerek hem Allah’ın emrini hem de peygamberimizin kavlîni yerine getirmiş oluyoruz. İsteme sonunda kız evinin büyüğü kızı verirse merâsim hayırla sonuçlanmış olur.
Sıradaki adım, nişandır. İsteme ve düğün arasında kız ve oğlan tarafının isteğine bağlı olarak nişan merâsimleri gerçekleştirilir. Fakat nişan muhakkak yapılması gereken bir tören değildir. Genelde yapılıp yapılmaması gelinin isteğine bağlı olur. Bu sebeple eğer nişan yapılırsa masrafları genellikle kız tarafı üstlenir. Ancak masraflar ortak olarak da karşılanabilir. Nişan, düğünün küçük bir provası niteliğindedir. Nişanda da akrabalar çağırılır, eğlenceler düzenlenir ve düğün sâhiplerine yardımda bulunulur. Dâvetlilerden toplanan yardımları, kız tarafı çeyiz eksiklerini tamamlamak için kullanır.
Yine isteme ile düğün arasında, kız ve oğlan tarafı birbirlerine hediyeler alıp götürerek sık sık ziyâretlerde bulunurlar. Bunun amacı horanta olacaklarından mütevellit aradaki samîmiyeti ve bağı kuvvetlendirmektedir. Nişan aşamasından sonra bu hayırlı haberi eş, dost, akraba ve tüm tanıdıklara duyurmak için günümüzde dâvetiye adı verilen fakat o dönemlerde adına okuntu denilen etkinlikler düzenlenirmiş. Eş, dost ve akrabaları düğüne dâvet etmenin karşılığı oku göndermedir. Oku, okçu aracılığıyla gönderilir. Eskiden haberleşme vâsıtalarından birisi de ok atma idi. İnsanlar birbirleriyle ok atarak haberleşiyorlardı. İşte “oku göndermek” ifâdesi de oklamak ifâdesinden günümüze ulaşmıştır. Dâvet için okuyucu; mendil, mum, peşkir gibi küçük hediyeler götürür ve dâvetliler bu şekilde dâvet edilirdi. Bugün olduğu gibi dâvetiye kartı bastırılıp dâvetiye dağıtmak yoktu. Sözle dâvet edilir ve okuntu adıyla hediyeler vererek dâvet gerçekleştirilirdi. Bu okuntular, herkesin düğüne gücü nispetinde katılması anlamına geliyordu. Okuntu olarak gönderilen hediyeler, yöreden yöreye değişse bile günümüzde hâlâ varlığını sürdürmektedir. Anadolu coğrafyasında havlu, atlet, namazlık ve çorap gibi eşyâlar sıklıkla rastlanan okuntular arasında yer almaktadır.
Sıradaki aşama, çeyiz aşamasıdır. Düğünün en önemli kısımlarından birini oluşturur. Çeyiz hazırlığı, kadının doğumu ile başlayıp evlenene kadar devam eden çok uzun bir süreçtir. Öyle ki “Kız beşiğe, çeyiz sandığa girmiştir.” atasözümüz bu durumu net bir şekilde ifâde etmektedir. Hazırlanan çeyizlerin konduğu çeyiz sandığı, düğünden bir hafta kadar önce dâmat tarafının tutacağı araçlarla kız evinden alınır ve gelinle dâmâdın evlendiği zaman oturacağı yeni eve taşınır. Burada gelin ve gelinin arkadaşları çeyizleri eve düzerler. Bundan sonra gelin isterse çeyiz görmeye gelenlere hazırladıkları çeyizleri sergiler. Yapılan bu çeyiz sergisi, hem varlık hem de mahâret gösterisidir. Çeyiz sandığının içi ne kadar kalabalık ve gösterişli olursa kız tarafı o kadar saygınlık kazanırdı. Evvel zamanlarda çeyiz sergilemenin amacı, çeyizin gelen misâfirler tarafından görülüp varsa eksikliklerinin giderilmesi idi. Bu etkinlik Türklerdeki sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya somut bir örnek oluşturmaktadır. Lâkin günümüzde bu geleneklerimiz devam etse bile eski mânevî havasını kaybedip daha çok göstermelik olarak uygulanmaktadır. Sergilenen çeyizler gelenler tarafından beğenilirse âile takdir edilir, beğenilmezse “kız büyümüş, anası uyumuş” denilerek kız tarafı kınanırdı. Bu da kız annesinin, kızı için uğraşmadığı anlamına gelirdi.
Kız evinin çeyizden sonra üstlendiği en önemli görev, hiç şüphesiz kına gecesidir. Kına gecesine, kadınların kendi aralarında yaptıkları düğün içinde düğündür denilebilir. Kına genelde geline yakılır ama artık dâmâda da kına yakılan Türkiye ve Azerbaycan gibi coğrafyalar mevcuttur. Türk geleneklerinde üç şeye kına yakılır. Bunlardan biri, kurbanlık koçtur. Mânâsı ise o kınalı koçun Allah’a adanmasıdır. Bir diğeri, askere giden oğlandır. Bunun mânâsı ise kendini vatanı uğruna adamasıdır. Bir diğeri de evlenecek olan gelindir. Bu da gelinin kendini, âilesi uğruna adaması anlamına gelir.
Gelinin süslenmesi, kınada da çok önemlidir. Gelinlerin kınada giydikleri elbiseye bindallı adı verilir. Büyük oranda kırmızı olmakla birlikte, değişik renklerde bindallılar da vardır. Kına yakılma aşamasına gelmeden önce kadınlar kendi aralarında doyasıya eğlenirler. Kına yakma zamanına gelince ise gelin bir sandalyeye oturtulur ve kadınlar gelinin etrafında çember oluşturarak dönmeye başlarlar. Çemberin başında varsa gelinin kız kardeşi, yoksa gelinin en yakın arkadaşı bulunur ve kına tepsisini o taşır. Bu sırada herkesin bildiği ve gelinin âilesinden, özellikle de annesinden ayrılmasını konu alan “Yüksek Yüksek Tepelere” adlı türkü başta olmak üzere çeşitli mahnı ve türküler söylenerek gelin ağlatılır. Çünkü gelini ağlatmanın uğur getireceğine inanılır. Bu sebeple türkülerimiz, halk hikâyelerimiz ağlayan gelin motifleriyle bezelidir. Kınayı genelde gelinin kayınvalidesi yakar. Kayınvalide de kınayı yakarken gelinin avucuna altın koyar. Bu da eskilerden günümüze kadar ulaşmış bir gelenektir.
Kına yakıldıktan sonra dâmat alana çağırılır. Gelinin kırmızı duvağını açar ve tebrikte bulunduktan sonra kısa bir süre gelin ve dâmat karşılıklı oynar. Ayrıca gelin duvağı, genellikle kırmızı renktedir. Bu kırmızı duvağın anlamı ise “sevinç”tir. Gelinin baba evinden ayrılırken yaşadığı hüznü gizlemek amacı ile de kullanılır. Daha sonra dâmat alandan ayrılır ama günümüzde dâmâdın tüm süre boyunca kına gecesinde bulunduğu merâsimler de yapılmaktadır. Kına yakıldıktan sonra gelin ve arkadaşları bir süre daha eğlenir ve gece sonlandırılır. Çünkü gelinin fazla yorulmaması ve ertesi gün için düğün hazırlığına geçmesi gerekmektedir. Kına merâsiminin akabinde düğün günü sabahında, bayrak dikme merâsimine geçilir. Bayrak, milletlerin bağımsızlık sembolüdür. Bağımsızlığından bir an olsun vazgeçmeyen Türk milleti için bayrak, mukaddes bir değer taşır. Bizim için son derece önem arz eden bayrak, düğün evlerinin de vazgeçilmez bir emâresi hâline gelmiştir. Eve bayrak asılması, düğünün başladığı anlamına gelmektedir. Bu sebeple düğün vaktini merak eden insanlar düğün sâhiplerine, “Bayrağı ne zaman asıyoruz?” diye sorarlarmış. Bayrak, oğlan evine asılmadan önce Kur’an-ı Kerim okunur ve duâlar eşliğinde dama dikilir. Dikilen bayrağın başına “Bayrakçı” ismi verilen bir görevli konulur. Bayrak, düğün boyunca o görevliye zimmetlenir. Bu sırada gelin de baba evinde kendi hazırlıkları ile uğraşmaktadır.
Gelin gelinliğini giyer, duvağını başına örter ve dâmâdın gelmesini bekler. Burada kızın giydiği gelinlik, gelin için ayrı bir ehemmiyet taşımaktadır. Çünkü doğan her kız çocuğu, bir gün gelin olmanın hayâli ile yaşar ve giyeceği gelinliği düşünür. Türk kadınlarının giydiği gelinlikler incelendiğinde 1890’lı yıllara kadar çoğunlukla kırmızı gelinliklerin tercih edildiği ancak zaman zaman mor veya mâvi gelinliklere de rastlandığı görülür. Beyaz gelinlik ise ülkemizde ilk kez 1898 yılında, Kemalettin Paşa ile evlenen İkinci Abdülhamit Han’ın kızı Naime Sultan ile girmiştir. Saray eşrâfında başlayan bu beyaz gelinlik giyme âdeti zamanla halka da yayılmış ve kırmızı gelinliklerimiz yerini beyaz gelinliğe bırakmıştır. Ancak beyaz gelinlik hayatımıza son 150-200 yıldır girmiştir. Türklerin kültüründe gelinlikler kırmızıdır. Unutulmaya yüz tutmuş bu kırmızı gelinlik giyme geleneğimizi bizler tekrardan yaşatmalıyız. Gelinliği ve duvağı da hazır olan geline son olarak babası tarafından kırmızı kuşak bağlanır. Kırmızı kuşağın adı eskiden gayret kuşağı idi. Bu kuşağı bağlamanın mânâsı ise gelinin evlilik boyunca kudretli, güçlü ve gayretli olması düşüncesinden ileri gelmektedir. Kuşağın renginin kırmızı olması ise bu rengin sevgi ve hayat anlamlarına gelmesidir. Sevdiğiyle yeni bir hayâta adım atacak olan genç kızın bu yönünü temsilen kırmızı renk kullanılır. Hazırlıklar tamamlandığında oğlan tarafı çağırılır. Bayrakçı, bayrağı ile birlikte dâmâda eşlik eder ve kız evine gidilir. Bayrak bu esnada gelin evine asılır. Orada mevlit okutulur, yemekler yedirilir. Sonrasında Bayrakçı bayrağı alır ve dâmatla birlikte gelini alıp tekrardan dâmat tarafına giderler. Dâmat tarafında da bir mevlit okutularak bu merâsim tamamlanır. Düğün günü sabahına kadar oğlan evinde asılı olarak duran bayrak artık indirilir. Bu, düğünün bittiği anlamına gelir ve gelin ile dâmattan o bayrağı saklaması istenir. Düğün günü her iki tarafta da yemekler yapılır ve eşe dosta, gelene gidene ikram edilir. Bu da âdetlerimiz arasında yer almaktadır.
Kız ve oğlan tarafı, oğlan evinde toplandıktan sonra artık sıra düğün yerine gitmeye gelmiştir. Konvoy şeklinde düğün yerine gidilir. Her iki tarafın âile büyükleri düğün girişinde bekleyerek gelen dâvetlileri karşılarlar. Dâvetliler toplandıktan sonra sıra, gelin ve dâmâdın gelmesindedir. Genellikle gelin ve dâmat, düğün meydanına girerken bulundukları yörenin halk oyununu oynayarak alana girerler. Ardından düğün boyunca yöresel halk oyunları türkülerimizden çalınarak gelin, dâmat ve dâvetliler oynatılır. Bu eğlenceye o yöreye âit oyun havaları da eşlik eder. Böylece cümbür cemâat bu mutlu günün tadı çıkartılır. Gelin ve dâmat çok yorulduğu zaman dinlenirler ancak düğüne hâkim olan oyun havası bir an olsun durmadan devam eder. Bu eğlenceler sırasında saçı saçılması adı verilen ve yine kökenleri çok eskiye dayanan geleneğimiz de devam ettirilir. Saçı adı verilen ve saçılan şey genelde buğday, arpa, şeker gibi gıda ürünleri iken günümüzde daha çok paradır. Saçı saçmak, evliliğin bereketli olması amacıyla yapılır. Gelin ve dâmâdın bu mutlu gününde onların mutluluklarını paylaşan dâvetliler, aynı zamanda onların yaşadığı maddî zorluklara da yardımda bulunmak amacıyla gücü nispetinde altın takar ya da para atar. Ancak yapılan bu yardımların miktârı herkesin maddî gücüne dayalı olduğu için mahcûbiyet yaşanmaması adına dâvetlilerle paylaşılmaz, teker teker gidilip gelin ve dâmâdın masasına bırakılırdı veyâhut da gelin ve dâmâdın boyunlarına geçirdikleri atkıya takılarak gerçekleştirilirdi. Maalesef günümüzde, yapılan bu yardımlar gizli olmaktan çıkarak âdeta insanların maddî güç gösterisi hâline geldi. Ayrıca birbirlerine zorla takıp ve günü gelince karşılığını alacakları düşüncesiyle takılır oldu. Düğün merâsimi bu şekilde devam eder ve gece sonlanır.
Şimdi gelin ve dâmâdın evlerine varma zamanıdır. Düğün yerinden âile büyükleriyle birlikte ayrılan gelin ve dâmat, eve vardıklarında kapıdan içeriye girmeden önce gelin tarafından kapıya yağ ve bal sürülür. Bunun mânâsı ise evliliğin bir ömür boyu ağız tadıyla sürmesidir. Buradan sonra gelin ve dâmat evine gelen âile büyükleri de oradan ayrılır ve dâmâdın yerine getirmesi gereken son bir görevi kalmıştır. Bu görev, gelinin duvağını açabilmesi için takması gereken yüz görümlüğüdür. Bu gelenek, Dede Korkut hikâyelerine konu olacak kadar eskiye dayanmaktadır. Bu hikâyede sevda, “Göz açıp gördüğüm, gönül verip sevdiğim” olarak anlatılmaktadır. Yüz görüldüğünü takan dâmat artık duvağı açabilir, sevdiğinin gül cemalîni görebilirdi.
Düğün sabahı âile büyüklerine ziyârete gidilir ve büyüklerin elleri öpülür. Bu, büyüklere duyulan saygı ve sevginin bir göstergesi olarak yıllardan beri süregelmektedir.
Toparlayacak olursak gittiğimiz her Türk düğününde küçük farklılıklar olsa da ana hatlarıyla bu tip düğünler görülür. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim, anlattığımız üzere düğünlerde kadının rolü büyüktür. Bu işe baştan sona en çok kadınlar emek verir ve bunu severek yaparlar, çünkü yaptıklarının hayırlı bir iş olduğunun farkındadırlar. “Kadına düğün var desen, göğe merdiven dayar.” şeklinde söylenen atasözümüz, kadının düğüne verdiği emeği kanıtlar niteliktedir. Kültürümüz içinde önemli yer tutan düğünlerimizi anlattığım yazımı şu şekilde sonlandırmak isterim: Onlar ermiş murâdına, biz çıkalım kerevetine.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.