Sağ ve sol kavramına dünya geneli bir perspektiften baktığımızda, yön târifinden fazlasını ifâde ettiğini görüyoruz. Bizim memleketimizde bu kavramlara karşıdan karşıya geçerken sağına soluna bakmayan insanlarımız da bir yön târifinden daha çok siyâsî cephe olarak yorum getirmektedir. Büyüklerimizden yâhut kitaplardan hep “sağ-sol kavgası” ifâdesini duymuşuzdur. Genelde bu ifâdelere biçilen değerde sağ kanadı milliyetçiler, muhâfazakârlar, İslâmcılar; sol kanadı Marksistler, işçi haklarını, eşitliği, emekçileri savunanlar oluşturmaktadır. Hâlbuki fikrî mânâda bu iki kavramın ortaya çıkışında ne tam mânâsıyla milliyetçilerin ne de Marksistlerin parmak izi vardır. Hele hele bizim memleketimizdeki milliyetçilerle Marksistlerin hiçbir alâkası yoktur. Çünkü bu iki kavramın fikrî mânâda içtimâî hayâta girmesindeki hâdise, 1789’lu yıllara dayanmaktadır yâni Fransız İhtilâli’ne.
Bir kavramı doğru anlayabilmek ve o kavram hakkında doğru sıfatlamalar yapabilmek için öncelikle o kavramın çıktığı toplum yapısı ve dönemin şartları incelenmelidir. Çünkü sosyoloji ilmi bize göstermektedir ki her toplumun hususî şartları ve muhtevâsı vardır. Buna dayalı olarak da bir toplumdan çıkmış olan kavramın, o toplumun şartlarından meydana geldiği ve ona göre anlamlandığını bilerek düşünmeliyiz. Sağcılık-solculuk kavramını incelemeden önce de bu iki kavramın ortaya çıkmasına neden olan hâdiselerin öncesine ufak bir inceleme yapalım.
Sağ- sol ayrımının ilk çıkış noktası:
İhtilâl öncesi Fransız toplumu; klasik Orta Çağ Avrupası’ndaki, Tanrı’nın yeryüzündeki silueti olan Papa’nın krallara taç giydirdiği bir yönetime sâhipti. içtimâî hayatta aristokratlar ve din adamları zenginlik içerisinde ve her istediklerini elde edebilecek imtiyâza sâhip durumdaydı. Derebeylerin güç kaybetmesiyle güçlenip zenginleşmeye başlayan burjuvalar ve her koşulda ezilip açlık içerisinde sefâlet hayâtı yaşayan halk ise hâlâ daha insan muâmelesi görmüyor ve sırtlarına yüklenen vergi yükleriyle ezilmeye mahkûm ediliyordu.
İhtilâl öncesinde yedi yıl savaşları yaşanmış, Kral 15. Louis savaştan yenik çıkarak ülkenin ekonomisini yerle yeksan hâle getirmişti. Buna rağmen saray bolluk içerisinde, aristokratlar ve din adamları bu hâlin sefâsını sürüyordu. Feodalitenin zayıflamasıyla birlikte burjuvaların güç kazanmaya ve zenginleşmeye başladığını söylemiştik. Güç kazanan burjuvalar, gücün ve zenginliğin verdiği şımarmış cesâret ile kraldan birtakım imtiyâzlar talep etmeye başlar. Çünkü burjuvaların, güç sâhibi olan soylular karşısında ne siyâsî bir kimliği ne de imtiyâzı vardı. Burjuvalık, siyâsî mânâda bir statü boyutunda değerlendirilmiyordu. Halk ise yine fakir ve yine açlığa mahkûmdur. Çünkü krallık, savaş sonrası iktisâdî buhrâna girmiş, kış çok çetin geçmiş, mahsuller ziyan olmuş, bunlara bağlı olarak da ekmeğe ve her türlü yiyeceğe zam gelmiştir ve tüm bunlar yetmezmiş gibi çiftçiye, köylüye alâkasız vergiler eklenmiştir. Halkın ekmek bulamadığı, aristokratların sokaklara attığı pasta artıklarıyla karnını doyurduğu dönem tam da bu döneme denk gelmektedir.
Tüm bunlar yaşanırken görüldüğü üzere halk üç tabakaya ayrılmıştı: din adamları, soylular ve sıradan halk. Devletin temel iktisâdî gelir kaynağı olan vergiler bu üç tabakanın ana çatışma odağı olmuştur. Din adamları ve soylular vergi vermeyip keyfini sürerken halk hem çalışıp hem de vergi yükünü sırtlanıyordu. Kral 16. Louis, malî krizin yükünü hafifletebilmek için imtiyâzlılardan, yâni din adamları ve aristokratlardan da vergi almak ister. Elbette bu isteyiş imtiyâzlıları rahatsız eder. Kral artık toplumdaki üç tabakanın da düşmanı olmuştur. Kral bu krizi atlatabilmek için 175 yıldan bu yana toplanmayan meclis toplantılarını (États Généraux) tekrar başlatma kararı verir. İşte her şey bu meclis toplantısında başlar. Temsilciler, daha önce de belirttiğimiz gibi üç kamaradan oluşmaktadır. Burada dikkat çekmek istediğimiz bir husus var: Meclise gelen temsilcilerden din adamları ve aristokratların ayrıcalıklı durumu, hatta ihtişâmlı, kibirli halleriyle, ayrıcalıksız ve üzerlerine yük yüklenmeye dâvet edilen halk; içtimâî çelişkinin, yarılmanın birer örnekleridir. Bu çelişki ve yarılma, iki kanadın birbirine daha da bilenmesine ve toplantıların daha da çatışmalı geçmesine sebep olacaktır.
Asıl meselemize dönecek olursak meclise gelen üç tabakadan temsilciler anlaşılacağı üzere iki zıt kutba ayrılıyordu. Bundan dolayı iki kutup, karşılıklı olmakla birlikte kralın sağına ve soluna yerleşir. Yerleşmiş meşrutiyet düzeninin devamını isteyen, daha muhâfazakâr ve tutucu tavır gösterip ayrıcalıklı saltanatlarının devamını isteyen din adamları ile aristokratlar; kralın sağ tarafına otururlar. Cumhuriyet, yenilik ve eşitlik taraftarı burjuvalar ve halk ise kralın sol tarafına yerleşirler. İşte bu zıt düşünceli grupların sağlı sollu oturmalarının sonrasında, ihtilâli tâkip eden toplantılar ve ihtilâl sonrasında da sağ tarafta oturan mutlak monarşi taraftarı gelenekçilere sağcı denildi. Mevcut düzenin yıkılıp herkesin eşit bir şekilde muâmele görmesi ve egemenliğin millette olmasının taraftarı olanlara da solcu sıfatı takıldı. Elbette bu fikirler birkaç yıl içerisinde oluşmuş ve bir anda ateşlenerek devrime yol açmıştır diyemeyiz. Eşitlik, hürriyet, cumhuriyet fikirlerinin tohumları, devrimden onlarca, yüzlerce yıl öncesinde aydınlanma hareketleriyle atılmıştır. Yâni sağcılık solculuk düşüncesini oluşturan fikrî temeller sâdece zenginlik, ihtişâm veya açlık, fakirlik yâhut burjuvalarda olduğu gibi ticâretin açtığı zenginlikle birtakım kimlik arayışlarına girmek değildir. Bunu da ifâde etmekte fayda vardır. İhtilâli başlatan “Tenis Kortu Yemini”, “Bastille Hapishanesi Baskını” sonrasında Cumhuriyet’e giden faâliyetleri anlatmaya kalkarsak konumuzdan saparak kelâmı uzatmış olacağız. Şimdi gelelim asıl meselemize. Bize bu sağcılık- solculuk sıfatları fikrî mânâda nasıl ve ne zaman geldi? Biz kabul etmesek de ısrarla bize sağcı ve verilen varlık mücâdelemize sağcı- solcu kavgası denilmekte. Görelim bakalım sözde sağcı olan biz milliyetçiler, ne kadar imtiyâzlı ne kadar kralcıyız? Solcularımız da ne kadar eşitlikçi, cumhuriyetçi hatta ne kadar burjuva?
Türkiye’deki “sağcılık- solculuk” yakıştırmalarının çıkışı:
İşte bu içtimâî vasat içerisinde meydana gelen iki kavram, 20. yüzyılın Türkiye’sine gelindiğinde bambaşka iki kavram ve hatta suçlamalara sıfat hâline gelecekti. Bir bakıma her şey CHP’nin Millî Şef’i İsmet İnönü’nün, Abdi İpekçi’ye verdiği bir röportajda: “CHP, bünyesi îtibarıyla devletçi bir partidir ve bu sıfatla elbette ortanın solunda bir anlayıştadır.” demesiyle başlamıştır. Bu çizgi belirlemedeki önemli faktörlerden birisi 27 Mayıs sonrası 1961 Anayasası’nın sağladığı ortamda, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) siyâsî arenaya girmesidir. Demokrat Parti’nin mîrasçısı olan Adâlet Partisi’nin yükselişe geçmesi ve Türkiye İşçi Partisi’nin Marksist çizgide, halkçı, emekçi ve işçi yanlısı iddialarda bulunması ve bunun halkta yankı bulması CHP’yi hırslandırmıştır. CHP de artık halktan koptuğunu ancak bürokratik köklerinden kopamadığının farkındadır. İşte İnönü’nün verdiği bu röportajın akabinde, CHP’de soldan bir rüzgâr esmiştir. Onların solculuktan kasıtları, bizzat sözde devletçi sosyalizmdi. Zâten verilen bu röportajdan hemen sonra kolları sıvayan ilk kişi, partililerden Bülent Ecevit olmuştur. Daha sonrasında partiye genel başkan olan Ecevit, “ortanın solu” kavramının içini doldurup ideolojik bir alt yapıya oturtacak ve söylemden ziyâde bir hareket hâline getirecektir. İşte o saatten sonra kendi söylemleriyle solcu olmayan herkes sağcı olacaktı. Yâni 1968 sonrasında başlayan öğrenci olaylarının Türkiye ayağında çatışan gruplardan Türk milliyetçileri sağcı, SSCB’nin gayrimeşru çocuğu olan Marksist terör örgütü militanları, solcu olacaktı. Halka da bu böyle yansıtılacaktı.
Peki, gerçekten sola karşı sağcı mıyız?
Şimdi gelelim burada bize yapılan suçlamaya ve haksızlığa. Fransız meclisindeki solculara bakıldığında devrimcilik adı altında değişikliğe meyilli oluşlarıyla, geleneğe ve dine karşı oluşuyla Türkiye’deki sözde solculara benzemektedirler. Fakat bâzı noktalarda da Türkiye’deki solcuların, solculuk meselesini yanlış anladıklarını görüyoruz. Meselâ İsmet İnönü’nün verdiği röportajda partinin devletçi politikalarının, ortanın solunda bulunduklarından dolayı geldiğini ifâde ediyordu. Zâten Fransa’daki solcular da yaşasın devlet diye slogan atıp özel mülkiyet karşıtlığı yapıyorlardı değil mi? (!) Burada İnönü’nün hem Gâzi Paşa’nın “Devletçilik” ilkesinin gerçek mânâsından saptırdığını hem de solculuğu yanlış anladığını görmekteyiz. Bir diğer ironi de Fransa’da sol hareketin başını çeken burjuvalardı. Türkiye’ye gelindiğinde ise burjuvalar, yerli solcularımızın baş düşmanı olmuştur. Türkiye’de Marksizm bir kere daha kendini sevimli gösterebilmek adına şekilden şekle girmiştir.
Kavramlara gerçek mânâsıyla yaklaştığımızda bir diğer çelişki de solcuların mevcut düzeni yıkıcı, devrimci ve yenilikçi olma iddialarıdır. Marksist ideolojiye doktrin olarak alınan “Brejnev Doktrini” incelediğimizde görebiliriz. Doktrin der ki: “Sosyalizme düşman iç ve dış kuvvetlerin, kapitalist sistemi geri getirmek için uğraştığı düşünüldüğünde, bir ülkedeki sosyalizme yönelik tehdidin tüm sosyalist topluluğu tehdit eden bir sorun hâline geldiği görülecektir. Sorun sâdece o ülke halkını değil tüm sosyalist ülkeleri ilgilendiren ortak bir sorundur artık.” Burada aklımıza bir soru geliyor. Nerede kaldı solculuk? Nerede kaldı devrimcilik, yeniliğe açıklık? O zaman Brejnev, en büyük sağcılardan biridir. Çünkü mevcut düzeni koruyucu bir duruş var. Bu durumda SSCB’yi yıkmak isteyip yıkanlar da büyük solculardır. İşte burada kavramların nereden çıktığı ve hangi özellikleri üzerinde barındırdığını bilmemin önemini görüyoruz. Yoksa sözde solcuları, literatürdeki solcularla kafa kafaya getirmiş oluruz.
Sağcı kefesine başkalarıyla birlikte koyulan milliyetçilere gelindiğinde ise, Fransız meclisindeki sağcılarla aynı görüşte olmadıklarını görüyoruz. Öncelikle Türk milliyetçileri kralcı değildir. Hatta kralcılığı da geçelim düzenci hiç değildir. Döneminde Cumhuriyetin kralı sayılabilecek Millî Şef İsmet İnönü’ye dahi rest çekip karşı bir hareket oluşturan milliyetçiler, nasıl olur da kralcı olabilirler? Düzen meselesine gelince… Türk milliyetçiliği hareketi “Yaşasın devlet, yıkılsın düzen” sloganıyla yeri göğü inleten ve mevcut düzene alternatifler sunarak îtiraz eden bir hareketti.
Evet… Milliyetçilik anlayışımızda gelenekçilik, muhâfazakârlık vardır lâkin bu tutucu yâhut taassup yanlısı olduğumuzu göstermez. Çünkü bizim muhâfazakârlığımız; değerlerimizi koruyarak, muhâfaza ederek geliştirmektir. Bunu Türk milliyetçiliğini besleyen ideologların ve fikir adamlarının yazdıklarını okuyarak hatta fikrin doktrinini inceleyerek görebilirsiniz. Bir husus daha vardır ki o dönemlerde sosyalistler kendini solcu olarak nitelendirse de Türk milliyetçilerinden kendini sağcı olarak ifâde eden birine rastlayamazsınız. Türk milliyetçiliğine aksiyoner bir boyut kazandırıp o dönemde hareketin Başbuğu olan Alparslan Türkeş’in bir sözüyle de bu konuya açıklık getirebiliriz: “Biz ne sağcı ne solcuyuz; Biz milliyetçiyiz!”
Fikir üzerinden kavram analizi:
Bir diğer husus da bu iki kavramın ortaya çıkış ve mânâ kazanma îtibârıyla birbirine tamâmen zıt olmasıdır. Meselâ arabayla yolda giderken sâdece sağa ve sola dönecek yol varsa, ikisinden birini tercih edersiniz. Çünkü sağa dönüş sizi başka bir yöne, sola dönüş bambaşka; tamâmen zıddına götürür. Fakat Türk milliyetçiliği fikir sistemi ile Marksizm’i yan yana getirdiğimizde tamâmen birbirine zıt iki fikir diyemeyiz. Marksizm, kapitalist toplumlumdaki birtakım sıkıntıları tespit ederken Türk milliyetçilerinin değindiği konulara yakın tespitlerde bulunmuştur. Tespitler konusunda az da olsa Türk milliyetçiliği ile örtüştüğü noktalar olabilir. Bu örtüşme Türk milliyetçileriyle aynı safta yer aldıkları manasına gelmez. Bu konuda yanlış anlaşılmalara sebebiyet vermeyelim. Asıl mesele; yapılan bu tespitlere karşın sunulan çözümlerdeki hatâlardır. Marksizm, varlığı bilhassa insanlığı doğru anlayamamıştır. Önerdiği çözüm yöntemleri de doğal olarak insanlığın fıtratına aykırıdır. Kavgamız da bu sebepledir zâten. Kısaca buluştuğumuz noktalar olsa da zıt olduğumuz noktalar daha fazladır. Bu sol ile sağdaki gibi tamâmen zıt yönler olduğumuzu göstermez.
Bir başka husus daha vardır ki sağın varlığını kanıtlayabilmek için solun, yâni zıddının var olması gerekir. Tıpkı “doğru var ki yanlış var” “güzel var ki çirkin var” “ileri var ki geri var” örneklerindeki gibi “sağ var ki sol var” örneğinde gördüğümüz gibi. Zıt kavramlar birbirlerinin varlık sebebidir. Bizim konumuza dönecek olursak, kimse kusura bakmasın ama Fransa’daki sömürülen sözde Fransız milliyetçileri uyuyorken, hatta Karl Marks henüz ana rahmine düşmemişken Türk milliyetçiliği fikri; medeniyetler inşâ etmiş, medeniyetler çökertmişti. Türk milliyetçisi kağanlar, milleti için gündüz oturmayıp gece uyumuyordu. Şimdi kimse iddia etmesin ki milliyetçilik Fransız İhtilâli’yle, Türkiye’deki sağcı milliyetçiler, solculara reaksiyon olarak çıkmıştır. Ne biz solun varlığı sayesinde sağ kanadın milliyetçisiyiz, ne de biz Türk milliyetçisiyiz diye Marksistler solcudur. Bundan dolayı bizi mücâdele kefesine koyarken bu ayrımı da göz önünde bulundurmak gerektir.
Velhâsıl kelâm… Kavramlara mânâ verirken iyi ölçüp tartmak gerekir. O dönemdeki kavga üç kelimeyle anlatılan basit bir sağ-sol kavgası değildi. Türk milletinin binlerce yıllık târihinden süzülüp gelen Türk milliyetçiliği fikrini savunup milletinin varlığının mücâdelesini veren gençler ile Alman Yahudi’si Marks’ın fikirlerini güdüp insanlığa zulmeden SSCB’nin Türkiye’deki gayrı meşru çocuklarının, SSCB’nin varlığını koruma kavgasıydı. Marksistler, kendisini solcu olarak kabul ediyorsa bu onların bileceği iştir. Fakat biz, bize ithâf edilen sağcılığı elimizin tersiyle itiyoruz. Ne Fransa’nın sağcılığı bizim milliyetçiliğimizi kapsayıcı çaptadır, ne de biz solculara reaksiyon olacak toyluktayızdır. Biz bu iki kanadın da karşısındayızdır. Sağa da sola da söyleyecek sözümüz vardır. Bundan dolayıdır ki Başbuğ Alparslan Türkeş’in bu konuda söylediği söz son noktayı koymaktadır: “Solun ihânet derecesine varan davranışları karşısında sağ ile olan kavgamızı erteledik.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.