Din eğitim ve öğretimi sâdece ‘insanın temel hak ve hürriyetlerinden’ biri olduğundan ‘hukukî’ bir zarûret olarak yerine getirilmesi gereken vazîfe telâkki edilmemelidir. Din eğilimi ve öğretimi, bir taraftan ferdî vicdanların yücelmesi; huzûru, insanın beden ve ruh sağlığı açısından, diğer taraftan da bizzat cemiyetin düzen ve dengesi ile devletin selâmeti açısından gereklidir. Kaldı ki bir mümin için din eğitim ve öğretimi, ‘yerine getirilmesi gereken bir mükellefiyet’tir, ibâdettir.
Ünlü Psikanalist Carl Gustave Jung, ‘Şimdiki İnsanın Ruh Araması’ adlı eserinin iki yüz altmış dördüncü sayfasında, ‘Son otuz sene içinde dünyânın, bütün medenî memleketlerinden bana mürâcaat edenler oldu. Yüzlerce hastayı tedâvi ettim. Hastalarımdan, hayâtın ikinci yarısına erenler yâni otuz yaşını geçmiş olanlar arasında hiç kimse yoktur ki müşkülünü halletmek için son başvurduğu şey hayâtına dinî bir bakış bulmaktan ibâret olmasın. Emniyetle diyebilirim ki her birinin hastalanmasına sebep her devirde yaşayan dînin, sâliklerine bahşettiği nîmetlerden mahrum olmasıdır. Hem de dînî görüşü yeniden kazanamayanlardan hiçbiri gerçekten iyileşmedi’ diyor. (Bkz. Henry C. Linck- DİNE DÖNÜŞ- (Ö. R. Doğru) s. 178)
Öte yandan, millî hayâtımızda din, ‘bütünleyici bir faktördür. Nüfûsumuzun yüzde doksan dokuzunun Müslüman olması, ‘millî tecânüs’ bakımından büyük avantajımızdır. Birlik ve bütünlüğe muhtaç olduğumuz bu dönemlerde, İslâm’ın toplayıcı karakterinden istîfade etmemek ahmaklık olur. Kaldı ki sosyolojik olarak millî hayâtımıza biçim veren ve ‘millî kültür malzememize’ asırlardan beri bir ‘üst-sistem’ olarak ruh katan İslâmiyet, edebiyatımızda, mîmârîmizde, âile düzenimizde, kısaca her şeyimizde varlığını, hâlâ en güçlü biçimde sürdürmektedir ve sürdürecektir. Hiç kimse boşuna ümîde kapılmasın, Hıristiyan misyonerlerinin netîce alamayacakları ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Türk milleti dînini çok sever onun için fedâ etmeyeceği şeyi yoktur. Türk’ü, ‘dîni dînime, dili dilime uyan’ olarak târif eden milletimiz, İslâmiyet’i, millî varlığının en vazgeçilmez unsuru olarak kabul etmektedir. Türk milletini İslâmiyet’ten koparmak isteyen bütün niyetler, dün olduğu gibi bugün de yarın da hüsranla karşılanacaklardır.
Daha önceden de belirttiğimiz üzere, ‘din, sosyolojik bir gerçektir.’ inkârı ve ihmâli mümkün değildir. Hatta Auguste Comte ve E. Durkheim gibi sosyologlara göre din, ‘temel sosyal müessesedir ve bütün sosyal müesseselerin anası’dır. Bilindiği gibi sosyal müesseselerin fonksiyonların objektivitesi vardır ve inkâr edilmeleri kâbil değildir. Bu gidişi durduramazsınız. Siz resmî din eğitimini yasaklarsanız yâhut bâzı masonik çevrelerin plânladığı gibi dîni mecrâsından çıkararak ‘art niyetlerinize göre yönlendirmeye’ kalkışırsanız, din eğitimi, hemen yer altına çekilir ve gayr-ı resmî şekilde cereyan etmeye başlar. Böylece gözlerden kaybolan fakat gizli gizli cereyan eden bir din eğitimi ve öğretimi, bâzen çok tehlikeli gelişmelere varabilir. Bunun netîcesinde hem din hem cemiyet hem de devlet büyük zararlar görür. Bilfarz gizli ve din dışı veya dîni saptıran tarîkatlar doğabilir; cemiyet, bu tarîkatlara dağılarak ve sapık kollara yapışarak parçalanabilir; yabancı bâzı devletler, dîne sâhiplik iddiası ile ‘siyasî mezhep ve görüşlerini’, doğan boşluktan istifâde ederek geliştirebilir yâhut vatan çocuklarını cezbederek kendi ülkesinde, güya ‘din eğitimine’ tâbi tutarak ideolojisine ve emperyalizmine âlet edebilir.
Bütün bu tehlikeleri göre göre hâlâ gerçek ve samîmî bir din eğitim ve öğretimine karşı çıkan kimseler varsa, gafletlerine değil, ihânetlerine inanmak gerekir.
Kaynakça
Arvasi, S, Ahmet. Türk İslam Ülküsü 1. 388-389
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.