Sevgili Yeni Ufuk dergisi okuyucuları,
Yazımın başlığı gibi bir başlığı bu dergide daha önce hiç görmediğinizi, şu an da böyle bir fikir dergisinde başlığı “Ördek ile Tavuk” olan bir yazının nereye gideceğine dâir şüpheleriniz olduğunu biliyorum. Sizleri hiç yormadan yazının içeriğini sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu yazıda Erzurum’un Tebrizcik köyünde geçen bir anımı paylaşacağım. Bir gün köyde gezerken daha önce hiç görmediğim, belki de benim gibi birçok insanın da böyle bir durumla hiç karşılaşmadığı bir olaya tanık oldum.
Bilirsiniz ki bahar aylarında köylerde tavukların altına yumurta koyularak kuluçkaya yatırılır, bu kuluçka sonucu hepimizin sevgisini ve dikkatini celbeden küçük küçük civcivler dünyâya gelir. İşte olay tam olarak burada başlıyor.
Bizim köyün zekâsı paçalarından akan bir amcası, tavuk kuluçkadayken altına nereden bulduğu bilinmez bir ördek yumurtası koyar. Zamânı geldiğinde tıpkı diğer civcivler gibi ördek de yumurtadan çıkar. Tavuğun altında biraz zaman geçtikten sonra annelerinin peşinden dışarı çıkar ve diğer civcivler gibi tavuğun arkasından yürümeye, tavuğu taklit etmeye başlar. Bu günlerin birinde köyde aklımda onlarca fikrin birbirlerine karşı olan düşmanlıklarının verdiği karmaşadan kurtulmaya çalışırcasına âvâre âvâre dolaşırken bahis konusu ettiğim tavuğu, birkaç tane yavrusunu ve diğer yavrulardan daha hızlı gelişmiş neredeyse tavuktan daha büyük olan ördeği gördüm.
Ne kadar güzel olduklarını düşünüp tanrının yarattığı canlıların ne kadar özel olduklarına dâir dervişane bir edâyla izlemeye başladım. Tavukların beslenmesinin büyük bir bölümünü yumuşak toprağı (genellikle çöplükler üzerinde) eşeleyip ortaya çıkardığı küçük böcekleri ve darı tanelerini yemeleri oluşturur. Benim izlediğim tavuk da tıpkı diğer türdeşleri gibi çöplükte eşelenip ortaya çıkardıklarıyla besleniyordu. Civcivler de anneleri gibi eşelenip ortaya çıkardıklarını yiyorlardı. Lâkin ördeğin bu konuda pek bir başarısız olduğunu gördüm zirâ onun ayakları tavuklarınki gibi değildi, suda daha rahat yüzebilsin diye tırnakları arasında perdeler bulunmaktaydı. Bu yüzden eşinemiyor ve herhangi bir besin çıkarıp beslenemiyordu.
Bu sırada zihnimdeki fikirlerin çatışmaları durmuş ve zihnim fırtınadan önceki sessizlik misâli bir dinginlik içerisine girmişti. Tam o anda ördek yavrumuz birden koşmaya başladı. Anne tavuk da onun peşinden koşmaya başladı. Ne oluyor derken ördeğin gittiği yönde bir su birikintisi olduğunu fark ettim. Tahmin ediyorum, ördeğin fıtratından gelen bir özelliği olarak yüzme isteği canlandı lâkin ördek tam suya kavuşacakken tavuk önüne geçmiş, gagasıyla ördeğimize kibarca(!) uyarılarda bulunmuş ve onu geri çevirmişti. Anne tavuk, ördeği sâdece suya giderken değil ördeğin diğer türdeşlerinin yanına gitmek istediği zamanlarda da kibarca uyardığını gördüm. Anne tavuğun ördeği sahiplenişi görmeye pek değer bir durumdu.
Zaman akıp giderken zekâsı takdire şâyan amcamız, hayvanları beslemek amacı ile getirip yere bir miktar buğday serpti. Sanki dışarıya çıktığından beri sürekli eşinip bir şey yemiyormuşçasına aç gibi davranan tavuk ve yavruları büyük bir sevinçle buğdaylara koşmaya, gördükleri buğdayları gagaları ile toplamaya başladılar. Lâkin ördeğin bir problemi vardı; gagası tavuğun gagasından daha büyük ve geniş olduğundan buğdayları toplayamıyordu.
Ben zamânın geç olduğunu, epey uzun bir zamandır tembellik ettiğimi düşünerek evime döndüm. Eve döndüğümde zihnimde hep tavuk ve ördek arasında geçen münâsebetler zinciri dönüyor, anlam veremediğim bir şekilde aklımı meşgul ediyordu. Daha öncesinde birbirinin önüne geçmek için çabalayan fikirlerim bir anda kaybolmuş, geri çağırdığımda dahi gelmeyecek kadar sinmişlerdi. Aklımda sâdece ördek ve tavuk vardı. Nedenini anlayamadım. Aradan sanıyorum bir haftaya yakın bir zaman geçti ve bir haber geldi. Yunus amcanın -kendisi zekâsını epey bir övdüğümüz amcamız- ördeği ölmüştü. Ördek öldüğüne göre anımın ana kahramanlarından biri ortadan kalkmış oldu ve anı burada sonlandı.
Fikrî bir dergide şahsıma ait bir anıyı anlatmanın ne kadar ferdiyetçi bir davranış olduğunu biliyorum bu yüzden anıma son vermiş olsam da yüksek müsâdelerinizle yazıma devam edeceğim. Sizlerle daha önce defalarca başkalarından dinlemiş olduğunuz bir mesele hakkında dertleşmek istiyorum. Meselenin başlangıcı biraz eskilere gidiyor, bu yüzden isterseniz biz de hep beraber eskilere gidelim.
Biz zamânının en düzenli, en âdil; dostlarının büyük bir güvenle sırtını yasladığı, düşmanlarını korkudan uyutmayan bir devletin kurucularıyız. Aklınıza gelen isim, doğru olan isim; evet, OSMANLI İMPARATORLUĞU!
Kurulduğu târihten sonra epey uzun bir hâkimiyet sürmüş, sürdüğü bu hâkimiyet süresince dünya târihinde görülmemiş işler başarmış olan bu devlet, ömrünü yarıladıktan sonra bir hastalığa kapılmıştı. Bu hastalığın en ağır görüldüğü yer ise devlet ricâli oldu. Çözümü aslında çok basit olan bu hastalıktan kurtulmak için çabalayanlar olsa da öyle illet bir haldi ki bu hasta olanlar hastalıklarından haberdar dahi değildi. Doktorlar bu hastalığın adını ‘’taklit hastalığı’’ koydular.
Osmanlı, ömrünün 350-400 yıllık kısmını tamamladıktan sonra Batı artık eskisi gibi değildi. Önceden bir mektupla Avrupa’da iş yapan Osmanlı, o dönemde meseleleri bırakın mektupla askerle dahi zor halleder bir hâle gelmişti. Devlet ricâli bu durumu düzeltmek için çözümler buldu lâkin buldukları bir çözüm değil, bir hastalıktı. Paşalarımız, beylerimiz hatta sultanlarımız bile artık Müslüman bir Türk gibi değil de Batılı aydınlar gibi düşünürlerse eski kudretlerine geri döneceğine inanmaya başladılar. Batı’da yapılan her hareket bizim için yapılması hayâtî önem taşıyan meseleler hâline geldi.
Ordularımız savaş kaybedince suçu pantolonlarına bulup pantolonlarını değiştirdik. Batılılar dans ediyor diye dans etmeye, onlar gibi giyinmeye, onlar gibi düşünmeye başladık. Bizim Batı’ya karşı olan büyük hayranlığımız öyle bir hâle geldi ki artık onların istekleri de bizim aydınlarımız, devlet adamlarımız için bir emir telakkî eder oldu. Onların gözüne girmek amacıyla paşalarımızın atmadığı takla kalmıyordu. Lâkin bir yandan da Batı’yı bir türlü memnun edemedik. Tanzimat Fermânı yayımlıyorduk, yetmiyordu. Onlara sürprizler düzenliyor, Islâhat Fermânı yayımlıyorduk, alkış alacağımız yerde onları güldürdük. Sonunda da problemlerimizin çözülmesini beklerken işler daha kötüye gitmeye başladı. Hastalık bir kere zihinlerde yer etmiş, muhâkeme yeteneğimizi elimizden almıştı. Artık buradan dönmek gibi bir durumumuz yoktu.
Yalnız ara sıra devleti yönetenlerin arasında bu hastalığa yakalanmamış kişiler çıktı. Bizim şartlarımızın, târihimizin, yapımızın Batı gibi olmadığını; onlar gibi davranmaya devam edersek yok olacağımızı söylediler. Hastalık psikolojisi farklıdır, onların iyiliği için söylenen bir sözü sanki onların zararına söylemişsiniz gibi davranırlar. Bizim hastalarımız da böyle davrandılar hatta o kadar sinirlendiler ki bu adamları ortadan kaldırdılar. Bu adamlar da ortadan kalkınca hastalarımıza “Siz hastasınız!” diyecek kimse kalmadı, yine bildiğimiz yoldan devam ettik.
Târihimiz taklit ettiklerimizden farklıydı. Dilimiz, dînimiz, kültürümüz, anlayışımız, bakışımız, neredeyse her şeyimiz onlardan farklıydı. Onlardan çok daha köklüydük, onlardan çok daha büyük bir mâziye sahiptik, yine de onlar gibi yaşamak bizim en büyük meselemizdi. Yaptığımız bu hatânın bedelini ise hiç tahmin etmediğimiz bir biçimde ödedik. Altı asır hüküm sürmüş bu devlet can çekişe çekişe hayâta gözlerini yumdu. Yeni devlet kurduk, umduk ki yapılan hatâlar tekrar yapılmasın lâkin yapılanlar artarak devam etti. Hastalıktan kurtulmaya, özümüze dönmeye çalıştık; büyüklerimiz yine bize izin vermedi. Korkarım böyle devam edersek bu defa bir devlet kuracak gücü de kendimizde bulamayacağız.
Yazımın sonuna gelirken yukarıda anlattığım anımın neden bu kadar dikkatimi celbettiğini şimdi anladım. Biz bu hikâyeyi daha önce yaşamıştık. Ördek, tavuktan büyüktü; bizim devletlerimiz de târihimiz de milletimiz de Batılı milletlerden ve devletlerden büyüktü. Ördek tavuğu takip etti, biz Batı’yı. Ördek özüne dönmeye, suda yüzmeye çalışıyordu, ona benzeyenlerin yanına gitmek istiyordu; bizim de bâzı beylerimiz kendi özümüze dönmeye çalışıyordu. Tavuk ördeğe izin vermedi, abilerimiz de bize. Ördeğin beslenmesi farklıydı, tavuk gibi açgözlü değildi; biz de emperyalist devletler gibi değildik, gittiğimiz yeri fakirleştirmiyor, zenginleştiriyorduk. Ördek ömrünü tavuğun peşinde harcadı, umuyorum ki biz ömrümüzü Batı’nın peşinde harcamayız.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.