Üniversite çağlarımda okuduğum bir kitapla başladı benim için Bosna mâcerâsı. Nihat Genç, ‘Karanlığa Okunan Ezanlar’ kitabında Bosna’yı öyle güzel, öyle nahif anlatıyordu ki benim için Bosna günleri belki de o günlerde başlamıştı. Saraybosna başta olmak üzere Balkanların bu kanayan yarası bölgeleri gidip yerinde görmek hayallerimin en başında geliyordu.

Denizli’den İstanbul aktarmalı olacak şekilde Saraybosna’ya doğru yola çıktık. İstanbul’dan Saraybosna bir buçuk saat sürüyor. Öğlen saatlerinde Saraybosna’ya vardık. Sanki kendi vatanımdaymış gibi bir duygu hâli içindeydim.

Daha düne kadar bizim olan bu topraklar, bizden sonra acının, derdin, katliamların yeri olmuştu. 1992-1995 yılları arasında âdeta soykırıma tâbi tutulmuştu Boşnaklar. Öyle diyordu Ratko Mladiç: “Bu bölgede Türklerden intikam almanın zamânı nihâyet geldi.” Nasıl bir kînin nasıl bir altyapılarının olduğunu bu cümleden çok net anlaşılıyordu. Bölgede Türkler değil, Müslüman Boşnaklar yaşadığı halde Mladiç ve Sırplar, Türklerden intikam alacaklarını konuşuyorlardı!

Havalimanına yakın olması sebebiyle ilk olarak Umut Tüneli’ne gittik. 1993 yılında insanların nefes alabilmesi için açıldı bu tünel. Normalde bir evdi sâdece. Ancak Saraybosna’nın kuşatılmasının ardından insanlar artık ölümü her geçen gün daha fazla hissediyordu. Sırp ve Hırvatlar tüm ağır silahlarla saldırırken Boşnaklar bu cendereden çıkabilmek için Birleşmiş Milletler kontrolündeki Saraybosna Havalimanı’na yerin altından bir tünel açmaya başladılar. Sekiz yüz metre uzunluğundaki tünelden gıdâ, insanî yardım ve cephâne taşındı. Sivil insanların tahliyesi sağlandı. 1996 yılında müzeye dönüştürülen tüneli gezdik. İnsanların zor zamanlarda neler başarabileceğinin bir kanıtı gözümüzün önündeydi. Her gün ortalama üç yüz yirmi dokuz bombanın düştüğü Saraybosna’da bu ev de sürekli bombalanmış. İnsanlar bombaların düşeceği kesin olan yerde canları pahasına, ülkeleri için nâmusları için yer altında muhteşem işler yapmışlar.

Biraz yürüdükten hemen sonra Birinci Dünya Savaşı’nın çıktığı Latin Köprüsü’ne geldik. Hepimizin okulda okurken duyduğu olaydır. Avusturya-Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand’ın Sırp Gavrilo Princip tarafından öldürülmesi ile Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı kabul ediliyor. İşte şu anda tam da bu târihî köprünün üzerindeyiz. Dünyânın seyrini değiştiren olayı hayal ediyorum köprü üzerinde. Yüz yıl öncesine gidip neler yaşandığını düşünüyorum. Zaman gelip geçerken hiçbir şeyin aynı kalmadığını yerinde görerek!

Ve Saraybosna’nın meşhur çarşısındayız. Meydanda bulunan sebile bakıyorum uzun uzun. Yakınındaki câmiye ve daha ilerideki Gâzi Hüsrev Bey Câmisi’ne. Gâzi Hüsrev Bey, 1500’lerde yoğun fetih ve gazâ faâliyeti yanında Saraybosna ve çevresinin İslâmlaşmasında çok önemli rol oynayan; dînî, ticarî ve kültürel tesisler yaptıran önemli bir isim. Câmide namaz kılıyorum. Sanki ben namazı değil, namaz beni kılıyor! Birçok câmi gibi bu câmi de beş yüz yıllık geçmişiyle insanı başka âlemlere götürüyor. Namaz kılarken yakındaki bir kiliseden gelen çan sesi beni yeniden düşüncelere sevk ediyor.

Allah’ın Kulu: Aliya İzzetbegoviç

Sabahın erken saatleriyle birlikte yeniden Başçarşı’ya doğru yola çıkıyoruz. Ben yine uçarak gidiyorum sanki. Yolda giderken mîmârîler çok dikkatinizi çekiyor hâliyle. Bir taraf Osmanlı diğer taraf Avusturya-Macaristan!

Başçarşıya gidince Boşnak böreği yememek olmaz tabiî. Böreklerinin tadını çok beğendim. Biraz yağlı falan diyorlar ama insan bir şeyi sevince eksiğine gediğine pek bakmıyor gâliba. Böreği yedikten sonra hesap ödemek için içeriye girdiğimde duvara boyayla yapılan resim dikkatimi çekti. İstanbul silueti ve Türk bayrağı vardı. Rüyayla gerçek arasında yaşıyordum sanki!

Başçarşı’dan çıkıp çok değer verdiğim liderlerden olan Aliya İzzetbegoviç’in mezarının olduğu Koçavi Şehitliği’ne doğru yola çıktım. Yol boyunca onun öğretilerini düşünüyordum. Dünyânın gözü önünde halkına zulmedilirken; câmileri, tekkeleri, medreseleri bombalanırken o dünyâya ahlâk dersi veriyordu. “Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına.’’

Hayâtıma yön veren şiiri aklıma geliyor kabrine yaklaştıkça:

“Başını hep dik tut!

Yıldızların altından geçmemiz gerek…

Hangi yolu seçersek seçelim.

Sonunda ölüm var.

Her şey bitecek.

Sen de öleceksin.

Bu dünya da ölecek.

Bu yüzden başını hep dik tut.’’

Ve şehitlikteyim. Tam da Aliya’nın istediği gibi. Şehitlerinin arasında yatıyor. Onun mezarına doğru giderken şehitlerin isimlerine bakıyorum, yaşlarına, yazılanlara… Ahmet, Mehmet, Mustafa, Asım… Vatanı için nâmusu için ahlâkı için şehit olan isimler… Duâlar ediyorum eksik kalacağını bile bile…

Ve Aliya’nın kabrindeyim. Kendisi sıfatlardan çok hoşlanmazdı. Kendisine ‘Allah’ın Kulu’ denmesini yeterli görüyordu. Şehitleri gibi bir mezarlık istemişti. Biraz belli olsun diye belki yukarıdan bakınca Ay yıldız şeklinde tasarlanmış bir kabir yapılmış. Geldim Aliya diyorum. Yüzlerce kilometre öteden, babaannenin topraklarından senin o ahlâk âbidesi duruşun için geldim. Hiçbir zaman bu topraklarda zor duruma düşmemeniz için Türk milletinin her dâim yanınızda olduğunu söylemek için geldim. Kimse gelmese bile elime üçtaş alıp sizin yanınıza koşacağımın sözünü vermek için geldim. Duâlarım içime akan gözyaşlarıma karışıyor. Bıraktığın bu güzel topraklar için ahlâk için minnettarlığımı sunarak ayrılıyorum, şehitleriyle koyun koyuna yatan mezarından…

Bir Türk Dervişi: Sarı Saltuk

Blagay Tekkesi (Alperenler Tekkesi diye de biliniyor) Balkanların, Osmanlılar tarafından fethedilmesinden önce buralarda seyâhat ederek insanlara İslâm’ı tebliğ eden Türkmen bir Derviş olan Sarı Saltuk’un mekânı. Sarı Saltuk bu bölgeye yerleşerek hoşgörüyle, sevgiyle, sohbetle, sâlih amellerle Boşnakların Müslüman olmasında büyük pay sâhibi. Tekke, mevki olarak da inanılmaz bir görüntüye sâhip.

Görsel olarak insanı bu dahi etkiliyor ama buranın bambaşka bir mânevî havası var. Bir Türk dervişinin Balkanlarda İslâmiyet’i yayma yeri olan bu tekkeye büyük bir aşkla girdim. Girişte bulunan Sarı Saltuk’un kabrinde duâlarımızı ettik.

Tekkenin içinde gezintiye çıktım daha sonra. Odalarında oturdum, penceresinden dağlara baktım. Penceresinden suyun akıp gidişine baktım. Uzun uzadıya sessizliği dinledim. Daha doğrusu beş yüz yıllık geçmişe gittim. Neler yaşandığını ne zorlukların üstesinden gelindiğini, tatlı dille, güler yüzle, doğru tavırlarla önce kalplerin fethedilmesiyle bölgenin nasıl İslâm ile buluştuğunu düşündüm. Namaza durdum daha sonra. Kimse kalmamıştı tekkede. Yatsı namazı vakti de gelmişti. Bir köşeye geçtim. Beş yüz yıl önce atalarımın yaptığını ben neden yapmayacaktım ki? Ezan okumaya başladım. Çocukluğumda mahallemin câmisinde okuduğum gibi. Amatörce belki ama yüreğimin içlerinden gelen o sesle. Beş yüz yıl önce bölgeyi Müslüman yapan atalarım gibi! Giderken yanımızda götüreceğimiz bir yetim başı okşamanın, düşenin elinden tutmanın, dost biriktirmenin, güzel ahlâklı olmanın, namazın, orucun dünyânın tüm servetinden daha değerli olduğunu üfledi esen rüzgâr. Tuna Nehri iyi insan ol, ömrünü boş işler için tüketme diye haykırdı. Ha bir de bu toprakları unutma dediler! Blagay Tekkesi’ni nasıl unutabilirdim ki! Böylesine bir mânevî havayı nerede koklayabilirdim ki!

Bu kısımda bir konuyu anlatmam gerekiyor. Bölgede gezerken çok sayıda câmiye denk geldim. Hepsi en az beş yüz yıllıktı. Osmanlı Devleti’nin gelir gelmez yaptığı güzelim câmiler ve etrâfında gelişen ticâret hayâtı, kurulan köyler… Her câminin içinde dönemin büyük âlimlerinin mezarları var. Her câmi âdeta bir hâfıza müzesi. Bâzı câmilerde Osmanlı şehitleri var. Bâzı câmilerde Boşnakların son savaşında şehit düşen askerlerin mezarları var. İnanın gözyaşlarınızı zor tutuyorsunuz.

Türk’ün Balkanlara Mührü: Mostar

Ve karşımızda tüm asâletiyle Mostar Köprüsü. Türk’ün çığlığı âdeta bölgedeki… Tüm güzellikler onun etrafında toplanmış. O olduğu için her şey güzel görünür olmuş sanki. Tüm ihtişâmıyla bizleri selamlıyor. Henüz yirmi beş yıl önce gaddarca vurulan bu köprünün üzerinden geçiyoruz. Mostar Köprüsü üzerinde bulunan doksan dokuz adet merdivenin, Allah’ın doksan dokuz ismini temsil ettiği bilgisi bizler için çok değerli. Çünkü Mostar biziz. Biz Mostar’ız. Köprünün her taşı, bölgede okunan her ezan biziz. İçilen kahvenin her zerresi biziz. Edilen her duâ biziz. Nehirden akan suyun her dalgası biziz.

Yine muhteşem bir güzelliğe doğru yola çıkıyoruz. Bosna Hersek’in sınırları içinde yer alan Poçitel Köyü’ne doğru yoldayız. 1471 yılında Osmanlı topraklarına katılan Poçitel dört yüz yıl boyunca bölgenin önemli şehirlerinden biri oldu. Poçitel Köyü 1990’lı yıllardaki savaşta ise büyük hasar aldı.

Târihî yapısı ve hâlâ biz kokan köye gittiğimizde yağmur yağıyordu. Yağmur altında gezimize başladık. Sokakları bir başka, evleri bir başka… Biraz ilerledikten sonra bir câmiye denk geldik. Maalesef bu câmi de yaşanan savaşta topçu ateşiyle minâresi ve kubbesi vurulanlardan. Vurmadıkları câmi yok zâten!

Poçitel’deki eski evleri ve sokakları gezdik daha sonra. Her evden çıkan muhteşem güzellikteki çiçekleri koklaya koklaya… Ne güzel hâtıralar bırakmış bizden önce gidenler. En lüks mekânlarda bile alamadığımız huzûru yüzlerce yıl önce kurulmuş ve aslını korumayı başarabilen evlerde, sokaklarda buluyoruz. Sokaklar sizi bir başka sokağa ve bambaşka bir dünyâya bağlıyor aslında. Yalanın, riyânın, sahteliğin olmadığı sokaklara…

Bosna Hersek’e gelirken istediğim şeylerden biri de kafama göre bâzı köy ve kasabalara girip gözlem yapmaktı. Bu yüzden tur şirketiyle gitmemiştim zâten. Yolda giderken bir anda gözümüze güzel görünen bir yola saptık. Yol bizi Konjiç isimli bir yere çıkardı. Arabayı uygun bir yere koyduktan sonra yürümeye başladık. Yine muhteşem bir doğa, muhteşem bir güzellik.

Konjic’i gezerken bir câmiyle karşılaşıyoruz. Minâresinin yarısı olmayan! Girişinde Türk bayrağı! Câmiyi incelemeye başlıyorum. O sırada câmide bulunan bir Boşnak amcayla sohbete başlıyoruz. Câminin minâresi vurulduğunda câmide namaz kıldığını anlatıyor. Minârenin başlarına göçtüğünü, Sırpların acımadan câmiyi ve minâreyi bombaladığını anlatıyor. Câminin bahçesinde yüz otuz şehidin yattığını anlatırken tek tek mezarları gösteriyor. Aliya büyük komutan, başımızın tâcı diyor. Bu toprakları unutmayın diyor. Burada siz olduğunuz için hâlâ ayakta durabiliyoruz diyor. Gözyaşlarımı tutmaya çalışıyorum. Allah’ım bir rüya âlemindeyim gâliba. Bu duyduklarım, yaşadıklarım gerçek ötesi geliyor.

Bosna Hersek’e giderken ‘Acaba beklentimin altında kalır mı?’ endişesi vardı. Gittikçe gördükçe gezdikçe beklentimin çok üstünde bir dünyâyla karşılaştım. Osmanlı’nın eserlerini gördükçe Balkanların bu güzel topraklarında kendimden geçtim. Her câmide namaz kılmaya çalıştım. Her çeşmeden su içmeye, her köprüden geçmeye çalıştım. Onların canlı olduklarını düşündüm hep. Mîmar Hayreddin’in bizi izlediğini, Sarı Saltuk’un bizimle duâlar ettiğini, Fâtih Sultan Mehmet’in bizimle gurur duyduğunu düşündüm.

Bu topraklar, bereketli topraklar. Her yönüyle bizden izler taşıyan, her taşıyla bizi çağıran topraklar. Balkanların bu güzel coğrafyasında Osmanlı’nın, Türk’ün izlerini görmek beni ziyâdesiyle mutlu etti. Hani bıraksalar üç ay falan kalırdım. Her evine, her câmisine, her taşına, bakmak isterdim. Acılarıyla dertlenmek, sevinçleriyle mutlu olmak isterdim.

Kapanışı Bilge Lider Aliya İzzetbegoviç ile yapalım:

“Hiç kimse intikam peşinde koşmamalı, sâdece adâleti aramalıdır. Çünkü intikam sonu olmayan kötülüklerin de kapısını açar. Geçmişi unutmayın ama onunla da yaşamayın.”

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.