Târih boyunca tanımı üzerinde mutâbık kalınamayan kavramlardan biri felsefedir. Her filozof bu kavramla ilgili kendi çalıştığı alan ve zihin dünyâsınca farklı bir fikir ortaya atmıştır. Ancak filozofların tanımları dikkatle incelendiğinde felsefe adı altında birleştikleri noktanın “kavramların kullanımı ile var olan sistematik bir düşünme etkinliği olduğu” görülmektedir. Buradan hareketle felsefeyi kavramlarla iş gören akıl yürütmelerle doğruya varmayı amaçlayan genel ve sistematik bir düşünce biçimi olarak tanımlayabiliriz. Dolayısıyla felsefe ortaya atılan iddiaların veya dile getirilen herhangi bir önermenin doğruluğunu ya da yanlışlığını mantık çıkarımlarına dayanarak akıl yürütme ile sonuca ulaşma işidir.

Felsefe kavramlarla gerçekleştirdiğimiz bir düşünce biçimi ise cevap ararken mutlaka “nedir?” sorusunu irdelememiz gerekmektedir. Kısaca felsefe bütünüyle anlam sorgulama etkinliğidir. İnsan doğası gereği etrâfını inceleme ve anlamlandırma çabası içerisinde olduğundan felsefede anlamları sorgulanan kavramlar da insanın hayâtını etkileyen ve şekillendiren dış dünya, diğer insanlar, evren ve tanrıdır. Felsefe ilgilendiği alanlara göre farklı başlıklara ayrılmıştır. Bunları bilim felsefesi, din felsefesi, ahlâk felsefesi… gibi örneklendirebiliriz. Bizim değinmek istediğimiz alan ise hukuk felsefesidir. Hukuk felsefesine giriş yapmadan önce hukûkun ne olduğunu anlamaya çalışalım.

Tanımı üzerinde mutâbık kalınamayan terimlerden biri olan hukuk, Arapça kökenli olup hak kelimesinin çoğulu olan haklar mânâsına gelmektedir. Aşağıda detaylıca irdeleyeceğimiz üzere hukuk; içinde yaşanılan dönem, toplumların sâhip olduğu mânevî ve kültürel değerler ve coğrâfî farklılıklar gibi sebeplerle oldukça farklı şekiller almıştır. Ünlü düşünür Kant bu durumu “Hukukçular hâlâ hukûkun tanımını aramaktadır” diyerek ifâde etmiştir. Bu farklılıkların yanında en çok kabul edilen görüş ise hukûkun belirli bir zamanda belirli bir toplumdaki ilişkileri düzenleyen ve uyulması devlet zoruna (müeyyideye) tâbi kurallar bütünü olduğudur. Buna binâen filozoflar “hukuk nedir?” sorusunun hukûkun ne tür bir varlık olduğu sorusuyla da ifâde edilebileceğini söylerler. Yâni onlara göre hukûkun ne olduğunu sorgulamak onun doğadaki varlığı ve özü hakkında düşünmeyi gerektirir. İşte hukuk ve hukûku konu alan herhangi bir kuramsal etkinliğin araştırmacı ve eleştirel bir düşünme sürecinden geçip felsefîleşmesi ile hukuk felsefesi oluşur. Hukûka yönelik bir araştırmanın hukuk felsefesi niteliği taşıyabilmesi için “hukuk nedir?” sorusunu merkeze alarak hukûkun doğasını ve varlığını anlamaya yönelik sorular sormak sûretiyle hukûkun anlamını sorgulayan, mantıksal akıl yürütmelere dayanan sistematik değerlendirme ve eleştirel bir düşünce biçimine sâhip olması gerekir.

Hukuk felsefesinin ilgilendiği belli başlı konular vardır. “Hukûkun işlevi, ortaya koyuluşu, hukuk kurallarının diğer kurallardan farkının ne olduğu, hukuk ile ahlâk, hukuk ile adâlet arasındaki ilişki, iyi hukuk kötü hukuk ayrımı var mıdır? Varsa bu ayrım hangi kıstaslara dayanır? Hukuk meşrûiyetini nereden alır?” gibi sorular hukuk felsefesinin ilgilendiği konulardan bâzılarıdır. Biz bu yazımızda Türk hukûkunun nasıl olduğunu ve aslında nasıl olması gerektiğini anlayabilmek için “hukûkî önermelerin doğruluğundan yanlışlığından bahsedilebilir mi?” sorusu üzerinde duracağız.

Öncelikle hukuk âit olduğu devletin toplumunda meydana gelebilecek sorunları önlemek için o toplumun târihinden, kültüründen, ahlâkından ve dîninden yararlanarak bünyesine ters düşmeyecek şekilde ilişkileri düzenleyecek, yaşanan sorunlara tatmin edici çözümler ve işlenen suçlara karşı ıslâh edici müeyyideler içeren kurallar bütünüdür. Târih boyunca insanlar kendilerini bu kurallara uymak zorunda hissetmişlerdir. Bunun temel sebebi ise toplum düzenini korumak ve müeyyidelere çarptırılmaktan çekinmektir. Fakat yine de insanların bir arada yaşadığı her dönem sorunları da berâberinde getirmiştir. Bu nedenle hukuk insanlık târihi kadar eskidir. İnsanların bu sorunların en alt seviyede olduğu toplumlar hâlinde yaşaması ancak birbirlerine karşı hak ve yükümlülükler taşıması ve bunlara riâyet etmesi ile olur. İşte toplumdaki düzeni sağlamak için gereken hak ve yükümlülükler her toplumun kendi özünden ve doğasından çıkar.

Toplumların doğası ve yapısı o toplumu oluşturan insanların kültürü ve ahlâkı ile paralellik gösterir. Kültürü milletlerin kendilerine has olan yaşayış ve davranış şekli olarak tanımlayabiliriz. Bu yaşayış şekli o milleti oluşturan insanların geçmişten bugüne değin karşılaştığı sorunlar karşısında bir çözüm olarak öne sürülüp toplumun bütününe yayılması ile oluşur. Tabii burada bulunan çözümler halkın içinden çıktığı için tamâmı ile millî bünyemize uygundur. Kültür milletle öylesine özdeşleşmiştir ki milletin var olmasını ve onun diğer milletlerden ayırt edilmesini sağlar. Millet, kültür değerlerine ters düşen bu değerler ile bağdaşmayan durum ve olaylara tepki verir, benimsemez.

Ahlâk ise kişide huy olarak bilinen ve insanın doğuştan gelen ya da sonradan kazandığı iyi kötü, güzel çirkin olarak nitelendirilebilecek tutum ve davranışlarının tümüdür. Ahlâkı bu şekilde nitelendirirken kullanılan ölçüt ise dindir. İslâm’ın ölçülerine uygun olan davranışlar güzel ahlâkı oluştururken, Allah’ın kınadığı ve İslâm’ın izin vermediği davranışlar kötü ahlâkı oluşturur. Böylelikle Türk’ün varlığı ile özdeşleşen İslâm dîni, ahlâk gibi önemli bir konuda biz Türklerin yegâne ölçütü olmuştur. Bu ayrımdan da anlaşılacağı üzere ahlâkın üstün bir dayanağı vardır. Bu üstün dayanak biz Türk milleti için din olduğundan Türk ahlâkı İslâm üzeredir. Allah’ın bu dünyâya gönderdiği son peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.v) de “Ben ahlâkın en yüksek olanını tamamlamak için peygamber gönderildim. Ve İslâm güzel ahlâktan ibârettir.” buyurmuşlardır. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de de bu husus Kalem Sûresi 4. âyette “Muhakkak ki sen yüksek bir ahlâk üzeresin.” buyurularak ifâde edilmiştir. İslâmiyet’i kabulünden bu yana bu yüce dînin sancaktarlığını üstlenen, Rabbimizin bize yüklediği hâlifelik vazîfesini lâyığı ile yerine getirmeyi düstûr edinen Türk milleti peygamberimizin benimsediği ahlâk ile yoğurulmuş, İslâmiyet’ten önce sâhip olduğu güzel ahlâkını, İslâmiyet’ten sonra daha da mükemmelleştirerek Allah’ın emrettiği şekilde yaşamıştır.

Yukarıda açıklık getirmeye çalıştığımız hukuk, uygulandığı toplumda belirli ölçütler çerçevesinde âdil bir düzen tesis etmek için belirlenen kurallar bütünüdür. Ancak hukûkun bu işlevlerini yerine getirebilmesi için toplumun yapısını oluşturan kültür ve ahlâk kurallarına ters düşmemesi gerekir. Eğer hukuk kuralları bu değerlere aykırı düşerse toplum bu kuralları benimsemez. Bu şekilde oluşturulan hukuk kuralları sorunlara çözüm olmak şöyle dursun, toplum için yeni sorunlar meydana getirir. Târihimizi incelediğimizde Türk milletinin yazısız hukuk kurallarını teşkil eden ve ona bağlı olarak hareket edilen töre kavramına bakarsak günümüz hukûkunun ne kadar tezat işlediğini görebiliriz. Elbette değişen ve gelişen dünya, artan nüfus ve berâberinde doğan sorunlarla hukuk da değişip farklı hallere bürünebilir. Fakat bu değişiklikler özümüzü kaybetmeden yapılmalıdır. Töre Türk’ün kıblesidir. Ona göre yön bulur, ona göre hareket ederiz. Târih boyunca bu görüşle hayâtımız şekillenmiş ve töre âdeta Türk adı ile özdeşleşmiştir. İl gider töre kalır sözü bunu kanıtlar niteliktedir. Bu nedenledir ki günümüz hukûkunu da töremize uygun şekilde düzenlemeliyiz. Türk’e uygun karar alan, karar veren, Türk’ün değerlerine göre işleyen, Türk’ün gelenek göreneklerine, dînine ve yaşayışına uygun bir hukuk sistemi geliştirmeliyiz. Buradan hareketle devlet yönetimini elinde bulunduran iktidâr sâhiplerinin millete yabancı olmaması, milletin dînini, kültürünü, târihini ve ahlâkını iyi bilen ve bunlarla amel eden vatan evlâtları olması şarttır.

Biraz geçmişe dönüp bakarsak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıllarda elimizdeki imkanlar ve dönemin şartları el vermediğinden bu alanda millî bünyemize uygun şekilde yetişmiş insanlarımız olmadığından bâzı kanunları ve berâberindeki hükümleri dışarıdan iktibas etmek mecburiyetinde kaldık. Meselâ Cezâ Kanunu İtalya’dan, vergi kânunlarını Almanya’dan, Medenî Usul Kânunu İsviçre’den başta olmak üzere Alman ve İngiliz usûllerinden iktibâs ettik. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak bunlar o dönem için mâzur görülebilecek fiillerdi. Çünkü küllerinden yeniden doğan bu devletin bir an önce düzenini kurup dünya devletleri arasında yerini alması gerekiyordu. Fakat asıl sorun Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunun üzerinden tam 99 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ kendi bünyesinden neşet etmiş, kendi değerlerini içeren, halkın arz ve talebini karşılayan bir hukuk düzenlemesinin yapılamamış olmasıdır. Kânunlar üzerinde birçok değişiklik yapılmış olmasına rağmen özünün yabancı kaynaklı olmasından ötürü Türk milletinin ihtiyaçlarını karşılayabilecek nitelikte değildir. Kaldı ki yapılan değişikliklerin birçoğu da millî bilinçle değil dış ülkelere yaranmak yâhut iktidar sâhiplerinin menfaatlerini korumak için yapılmıştır.

Sonuç olarak hukûkî önermelerin doğruluğundan yanlışlığından bahsedilebilir mi sorusunu ele aldığımız bu yazımızda biz bahsedilebileceği görüşündeyiz. Millî bünyeye, millî değerlere, toplum yapısına, kültür ve ahlâk kurallarına aykırı olan, milletin menfaatlerini gözetmeyen hukûkî önermeler yanlıştır. Ancak bunun tam tersi olan kültür ve ahlâk kurallarına ters düşmeyen, milletin benimsediği değerlerle yüzde yüz uyumlu olan önermeler ise doğrudur.

Bu nedenle Türk Töresi ile özdeşleşmiş ve sonrasında unutulmaya yüz tutmuş hukuk anlayışımızı kaldırılan tozlu raflardan alıp yeniden Türk’ün hayâtına katmalıyız.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.