Somuncu Baba’yı bilmeyen yoktur. Anadolu’yu vatan yapmak üzere gelen Alperenlerden Şemseddin Musa Kayseri’nin oğlu olup Alperenlik târihinde büyük bir yeri olan Erdebil Mektebinin mürüvvetidir. Anadolu Alperenlerinin pâdişahlarından Hacı Bayram-ı Veli’yi yetiştirip bu topraklara hediye eden ulu bir kişidir o. Fatih Sultan Mehmet’e fetih rûhunu aşılayan Akşemseddin hazretlerinin de Hacı Bayram’ın talebesi olduğu düşünüldüğünde önemi daha da iyi anlaşılır. Bize bu toprakları vatan yapan, kurduğumuz devletlerin felsefesini oluşturan, kültürüyle, inancıyla, mücâdelesiyle bu topraklarda insanımızı yeniden var eden Alperenlerden biriydi Somuncu Baba. İşte bizlere ne mutlu ki bu âhir ömrümüzde o kutlu ailenin yirminci yüzyıldaki evlatlarından biri olan ve dedelerinden aldığı emâneti bir gâzi derviş gibi yaşayarak ve mücâdele ederek bugünlere taşıyan bir büyük insanı tanımak nasip oldu. Evet, Sadi Somuncuoğlu’ndan bahsediyorum. Seksen iki yıllık ömrünü Türk milletinin var olma mücâdelesiyle geçirmiş o örnek insandan… Dedesi bu toprakları Türk’e vatan yapma kavgası vermişti, o da vatan kılınan bu toprakları düşman çizmesine çiğnetmemeye yemin ederek ömrünü Türk milletine adadı. Türk’e yâr olan bu Anadolu topraklarında milletimiz hür, müstakil, insan haysiyet ve şerefine yakışır bir şekilde, kültürüyle, inancıyla yaşamaya devam etsin diye canlarını fedâ eden binlerce ülkücünün ağabeyiydi Sadi Somuncuoğlu.

Henüz bir lise öğrencisiyken tanıştı Türk milliyetçiliği dâvâsıyla. 1950’li yıllarda târihî Türk Ocağı binâsında Osman Turan gibi Galip Erdem gibi büyük insanlarla teşrikî mesaide bulunmuş onların engin bilgi ve tecrübelerinden istifâde etti. 1960’lara gelindiğinde artık yetişmiş bir Türk milliyetçisi oldu. 1965 yılında Türk Ocaklar’ında henüz Kurmay Albay rütbesindeyken askerî üniformayla dinlediği Alparslan Türkeş CKMP Genel Başkanı olup aksiyoner Türk milliyetçiliği dönemini başlattığında mücâdele saflarına atılmak için hiç tereddüt göstermedi. Önce CKMP Gençlik Kolları Genel Başkanlığı daha sonra da Ülkücü Hareket’in yurt sathında örgütlenmesi için çok kritik vazîfeler yaptı. 1969’da başlayıp 12 Mart 1971’e kadar devam eden, Ülkücü gençliğin yetişmesinde büyük rol oynayan gençlik kamplarının kurulmasında ve misyonunun yerine getirilmesinde merhum Dündar Taşer’in en yakınlarında hep o vardı. 1968’de Ülkücü Hareket’in akademik gücünü yapılandıran, gençliğin yetişmesinde önemli rolleri olan ve milliyetçi kurumların her birini projelendirip hazırlayan KÜBİTEM’i de İskender Öksüz hocayla birlikte yine o kurdu. 1969 Adana kongresinde başlayan MHP sürecinde ilk günden îtibâren genel idâre kurullarında ve başkanlık dîvanlarında Başbuğ Türkeş’in en yakın kurmaylarından biri olarak çalıştı. 25 yaşında gençlik faâliyetleriyle başlayan siyâsî mücâdele hayâtını 37 yaş gibi genç ve dinamik bir çağda Devlet Bakanlığı gibi kritik bir vazîfeyle taçlandırdı. 70’li yıllarda verilen bağımsızlık ve millî devlet mücâdelesinde en ön saflardaydı. Hemen her gün kurşunlanan, saldırılara uğrayan ülkücü gençlerin yanında hep Sadi ağabeyleri vardı. İşte bu fırtınalı yılların sonunda ödülünü 12 Eylül mahkemelerinin karşısında îdamla yargılanarak almıştı. Fakat darağaçlarının sallanan iplerine bakarken bir kez bile gözlerini kaçırmadı. O ipleri ellerinde tutanların karşısında hep dimdik durdu. Savunması bugünkü nesiller için âdeta ders niteliğindedir.

Sıkıntılarla geçen cezaevi hayâtından sonra da mücâdeleden hiç vazgeçmedi. Türk milliyetçiliği mücâdelesinin nasıl sürdürülmesi gerektiği konusunda kafa yormaya devam ederken bir yandan gerek milletvekili gerek Türk Ocakları Genel Başkanlığı sıfatıyla çalışmaya devam etti. 1999 yılına kadar devam eden siyâsî mücâdele bir kez daha Bakanlık vazîfesiyle neticelendi. 2000 yılındaki Cumhurbaşkanlığı adaylığına kadar da böyle devam etti. 2000’den sonra da yazarak ve konuşarak fikirlerini anlatmaya devam etti ve köşesine çekilmeyi hiç düşünmedi. 2008 yılında Millî Düşünce Merkezi’ni kurarak çalışmalarını bu çatı altında çok daha verimli bir şekilde sürdürdü.

Gelelim bizim bu büyük insanla tanışmamıza… Biz kendisini Ülkücü Hareket’in destanını anlatan kitaplarda o şerefli mücâdelenin önemli isimlerinden biri olarak tanıdık. O kitaplardaki isimler bizim için birer masal kahramanıydı âdeta. Çoğu biz kendilerini tanımadan dünyayı terk eyledi. Sağ kalanlar da bizim gibi Anadolu’da ülkücülük yapmaya çalışanlar için ulaşılmaz yıldızlar gibiydiler. İşte o esnada internet mecrâsında Millî Kanal ile tanıştık ve oradaki bilgi şölenlerini tâkip etmeye başladık. Birbirinden değerli birçok ismi o konferanslarla tanıdık. Ama Sadi Bey’in verdiği konferanslar gerek seçtiği konular îtibâriyle gerekse o müthiş üslûbu sayesinde bizi derinden etkiliyordu. Biz yaşımız îtibâriyle kendisine mîras kalmış bir hazîneyi kaybetmiş ve bulmaya çalışan fakir düşmüş yetim çocuklar gibiydik. Sadi Bey ise her konferansında bizim hazînemizden âdeta inciler saçıyordu etrâfa.

2015 yılında Yeni Ufuk dergisinin 1. yıldönümü kutlamaları için bir aracı vâsıtasıyla kendisini dâvet ettiğimizde çalan telefonun ekranında ‘Sadi Somuncuoğlu’ ismini gördüğümde yaşadığım heyecan dün gibi aklımdadır. Denizli’deki programdan bir gün sonra Yeni Ufuk dergisi için yapılan röportajın ardından yaptığımız sohbette bize vermiş olduğu cesâret ve motivasyon olmasaydı sonrasında yaptığımız bu kadar işe cesâret edebilir miydik bilmiyorum. Takip eden yıllarda defâlarca bir araya geldik. Kendisiyle yaptığımız her sohbette “bir cümle bile kaçırmamalıyım çok önemli şeyler anlatıyor” diye kendi kendimi îkaz ettiğimi hatırlarım. Rahmetli bir cümle bile israf etmeden konuşurdu ve üslubuyla bizi mest ederdi. Sorduğumuz sorulara verdiği nokta atışı cevaplarla hep taşları yerli yerine oturtmuştur zihinlerimizde. Yanından çıktığımızda kendimizi çok önemli insanlar gibi hissederdik. “Bu Denizli’de başka bir şey var kardeşim. Sakın yılgınlığa düşmeyin mutlaka devam edin.” dediğinde gururumuzdan oturduğumuz sandalyelere sığamazdık. Kendisini tanıdığımız 10 yıl gibi kısa bir zaman içerisinde ondan o kadar çok şey öğrendik ki. Meselâ o olmasaydı kesinlikle merhum Başbuğumuzu bu kadar iyi tanıyamazdık. O olmasaydı, 12 Eylül melun darbesini Türk milliyetçileri açısından asla doğru analiz edemez ve bağlantılı konularda mutlaka yanlış ve eksik değerlendirmeler yapardık. Avrupa Birliği meselesini eğip bükmeden, dosdoğru anlatan ve onun kadar iyi bilen hiç kimse yoktu. Donanımıyla, meseleleri değerlendirmedeki kâbiliyetiyle, teşkîlâtçılığıyla ve maalesef câmiamızda çok az bulunan devlet tecrübesiyle hayâtımıza çok kritik dokunuşlar yaptı. Kendisini tanımaktan dolayı hayâtımız boyunca kendimizi şanslı hissedeceğimiz insanlar vardır. Sadi Somuncuoğlu o insanların en başta gelenlerindendir bizim için.

Büyük insanlar yaşadıkları hayatla birçok şeyler anlatırlar bize. Bana göre Sadi Somuncuoğlu’nun yaşadığı o mübârek hayatla bize anlattığı en önemli şey şudur: Biz kendisiyle şahsen tanıştığımızda yetmiş beş yaşındaydı. Eğer siyâseti bıraktıktan sonra artık yoruldum diyerek bir köşesine çekilseydi yukarıdaki satırlarda anlattığım şeylerin hiçbirisi mümkün olmayacaktı. O dolu dolu yaşanmış seksen iki yıllık hayâtının son yedi yılında dahi bir neslin mayalanmasında çok kritik rol oynayarak bu dünyâdan göçüp gitti. Vefâtıyla bize verdiği en önemli mesaj bence budur. Mücâdele insanları hele ki Sadi Bey gibi tecrübe âbidesi olan insanlar son nefesine kadar bilgi ve tecrübelerini kendisinden sonraki nesillere aktarma görevini mutlaka yerine getirmelidirler. Bunu yapmadıkları takdirde telafi edilemez bir boşluk doğabilir. Sadi Bey bu görevini herkese örnek olacak şekilde son nefesine kadar yaptı. Merhum Necdet Sevinç’in dediği gibi: mücâdelenin zamanı yoktur, mücâdelenin mekânı yoktur, mücâdelenin mesaisi yoktur.

Evet, tertemiz bir Müslüman ve her zerresiyle Türk ve Türkçü olan bu mübârek insan bu fâni âlemden bâki olan âleme göçtü. Hayâtının 70 yılına yakın bir kısmını Türk milletine adamış olan bu büyük insan merhum Galip Erdem’in dediği gibi “inandıkları uğruna yaşamanın hazzını tadamadıkları için kalabalıklara acıyarak” gitti. O şimdi Alparslan Türkeşlere, Gün Sazaklara, İbrahim Metinlere ve yetiştirdiği şehit düşmüş genç kardeşlerine kavuştu. Bizim ise artık mübârek ellerinden öpüp sohbetinden istifâde edebileceğimiz Sadi Baba’mız (biz ona kendi aramızda öyle derdik) yok artık.

Rahat uyu Sadi Baba. James Spain’lerin kehanetlerini bu topraklara gömecek bir nesil her daim vazîfesinin başında olacak. Yeni Ufuk Dergisi’nin emekçileri sana minnettardır. Seni Alperen dedenin dergâhına bir Alperen gibi defnedip Rabbine uğurladık. Devrin daim olsun… Dadaloğlu’nun dediği gibi:

“Şahin kocasa da vermez avını,

Aslı kurttur kurt yavrusu kurt olur…”

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.