Mâzi ile hâl arasındaki imtidâdı sağlayan şuurdur. Seyyid Ahmed Arvâsî şuuru, rûhun insan idrâkine açılmış penceresi olarak değerlendirirken ruh ile idrâk arasındaki muazzam âhengi, asırlardan taşan bir zaman tasavvuru hâline getirmeye çalışıyordu. Bizim de şuur kazandırma gâyesiyle hareket ederek kaleme aldığımız bu yazımız, bir önceki yazımızda okuyucuya aktarmaya gayret ettiğimiz Türk devlet felsefesinin devâmı niteliğindedir. O hâlde bu iki yazı arasındaki fikrî imtidâdı dimâğında hissedecek olan, şuur sâhibi okuyucudur. Serimizin ilk yazısında vermiş olduğumuz sorulara cevap bulmak gayretiyle, devlet şuurunu vuzûha kavuşturmanın gerekli olacağı kanaatindeyiz.

Mehmed Niyazi “…nesilden nesile sürdürülen devlet hayâtı, Türk milletinin her ferdinde kök salmıştır. Târih boyunca Türk devletlerinden biri yıkılırken enkâzın üzerine bir yenisinin kurulması hep bu şuurun eseridir…” der. O hâlde şuur mahreçli bir sürekliliği ele almak gerekir. Nihal Atsız’dan mülhemle yalnızca iki Türk devletinin kurulduğunu, değişenlerin yalnızca hânedanlar olduğunu söylemek de mümkündür ancak buradaki anahtar mefhum şuurdur.

Devlet şuuru, bir nevi devlete mensubiyetin yegâne anahtarıdır. Devleti her türlü sömürünün, haksızlığın, yolsuzluğun kaynağı olarak telakki edenlerin kitleleştirdiği cemiyetin kilitlenmiş olduğu kafesin anahtarıdır. Sûikaste uğramış, soykırıma tâbi tutulmuş, hâince katledilmiş mefhumlar mezarlığına bir yenisini daha eklemenin önündeki engeldir, şuur. Diyalektiğin küf tutmuş metotlarıyla yâhut yosunlaşmış zihinlerden saçılan çürümüş itâatkâr söylemlerle târih felsefesine yaklaşmamak gerektiğini hatırlatır. Sirâyet ettiği ferdin zihnini kuvvetlendirir, mesûliyet temelinde mensûbiyetini pekiştirir. Şuur, târihteki devlet idrâkinin kişiye inikâsıdır.

Dündar Taşer, Türk milletinin köklü devlet şuuruna atıf yaparken şüphesiz bu inikâstan bahsetmektedir. Devletin millî vicdandaki, millî düşüncedeki mümtaz yerini vurgularken bu yüksek şuura eşkıyâ üzerinden örnek verir. Öyle ki, eşkıyâ dahi devlet şuuruna sâhiptir, meşhur Celâli Şefi Katırcıoğlu, 4. Murad’ın karşısına af dilemek için çıktığında bayılmıştır. Taşer’in tâbiriyle bu eşkıya reisini bayıltan nazar değildir, tebaasında köklü bir inanışla sevilen târihî nüfuza sâhip devlet anlayışıdır.

Hayâtımızı idâme ettirmemize, fikrimizi ve vicdânımızı bu denli temiz tutmamıza neden olan bu kuvvetli devlet şuurunun târih felsefesine başka husûslar özelinde intikal ettiğini görmek de mümkündür. Meselâ Türklerdeki fetih ve vatan şuuru, devlet şuurunun bir uzvu mâhiyetindedir.

Esâsında devşirme usûlünün de bu fetih şuurunun bir mahsulü olduğunu söylemekte hiçbir sakınca yoktur. Fakat devşirme usûlünü ele almadan evvel Anadolu’nun Türkleşmesi meselesine değinmek gerekir.

Mustafa Kafalı, Anadolu’nun Türkleşmesini 1040 yılında vuku bulan Dandanakan Zaferi sonrasında gerçekleşen “Büyük Oğuz Göçü”nün bir neticesi olarak değerlendirir, asırlardır Türkistan coğrafyasından Batı’ya doğru gelişen Türk fütûhat istikâmeti böylelikle ananesine bağlı kalarak farklılaşmıştır.

“…1040 yılında Tuğrul ve Çağrı Beğler kumandasında Oğuz, diğer bir deyişle Türkmen ordusunun Dandanakan’da Gazneli ordusunu perîşan etmesiyle Ön Asya ve Anadolu’nun yolu artık Oğuz Türklerine açılmaktaydı. Çünkü bu zafere kadar bütün İran ülkesini elinde bulunduran Gazneli Sultanlığı, gazâ için bile olsa, Selçuklu Türkmenleri›nin Anadolu’ya hükmeden Bizanslılar üzerine sefer yapmalarına engel teşkil etmekteydi. Nitekim Dandanakan zaferinden sonra Oğuz İli’nin 24 boyuna mensup Türkmen oymakları kütleler hâlinde, gittikçe artan dalgalar misâli, Sir Derya ve Maveraünnehir ülkelerini boşaltarak ağırlık merkezi Azerbaycan ile Doğu Anadolu’ya yönelen bir istikâmette Ön Asya’ya girdiler…”

Türk fütuhat hareketinin istikâmetini Anadolu’ya çevirdiği sırada Anadolu’daki içtimâî yapıya göz atmakta fayda vardır. Fethin arefesinde bulunan Anadolu; nüfûsunu yitirmiş, harap edilmiş, yağmalanmış bir hâldeydi. Bu mahvolmuşluğun müsebbibi Bizans’tı. Yıllardır süregelen Sasani-Doğu Roma mücâdelesi, her iki tarafın da savaş ahlâkından yoksun olması sebebiyle Anadolu coğrafyasını büyük ıstıraplara gark etmişti. Sasaniler’in yıkılmasıyla birlikte Emevi ve Abbasi devrinde İslâm ordularının istikâmetinde olan Anadolu, seferler ve akınlardan korunabilmek gâyesiyle büyük ölçüde terk edilmişti.

1048 yılında Pasinler zaferiyle Bizans’ı mağlup eden şerefli Türk orduları, Anadolu’yu fethetmeye başlayarak âdeta bu mâkûs tâlihe meydan okudu. 1071 yılında taarruza geçmiş Bizans’ı Malazgirt sahası civarında durdurarak büyük bir galibiyet kazanan Sultan Alparslan ebediyete kadar Türklüğün pâyitahtı kalacak Anadolu’yu coğrafya olmaktan kurtarak bir vatan hâline getirdi. Münferit olarak bâzı bölgelerin, kalelerin fethi sürmeye devam etti ve Kutalmışoğlu Süleyman Şah’la birlikte Türk fütuhat hareketinin istikâmeti İç Anadolu ile Batı Anadolu bölgelerine yöneldi. Oğuzlar bu fetihler beraberinde Anadolu sathına yayılmaya başladı ve târihin o muazzam mîlâdı, Anadolu’nun Türkleşmesi hâdisesi vuku buldu. Bu muazzam fetih âdeta asırlardır doğum sancısı çeken Anadolu’yu, ıssızlaştırılmış, terk edilmiş yetim bir anne olmaktan kurtararak küfre galebe çalmaya namzet bir “ana” hâline getirdi.

Şüphe yok ki fetih şuuru, Anadolu’nun fethinden önce de Türk millî vicdanında yer edinmişti hatta fetih şuurunu İslâmiyet öncesi Türk târihine sirâyet ettirmek dahi mübâlağalı bir yaklaşım olmayacaktır. Öyle ki Türk-İslâm kültürüyle muhtevâsını derinleştiren cihangirlik dâvâsı ve fetih şuuru İslâmiyet öncesinde tümüyle yok değildi.

Mefhumların lügatlerdeki karşılıklarına hapsolmadan “fetih” mefhumuna biraz daha eğilmenin bu meseleyi daha anlaşılabilir kılacağı kanaatindeyiz. Âmiran Kurtkan’ın, “…fetih evvelâ insanın kendi inançlarında, düşüncelerinde ve davranışlarında İslâmi vahdet akîdesinin kök salmasına imkân verecek şekilde, kendi gönül ve fikir âlemini demokrasiye, insan haklarına, eşitliğe, adâlete ve kendi şahsına karşı objektif davranma gayretine açması, kendi iç âleminde bu değer hükümlerinin tatbîkatını başlatması anlamına gelir. Böyle bir şahıs, mânevî varlığının unsurları olan akıl ve rûhu ile meşru olmayan maddî isteklerine gem vurabilen ve böylelikle kendi iç âlemini fetheden bir fâtihtir. Bu fetih, onu hayvanlık seviyesinden insanlık seviyesine yükseltir. Türk-İslâm kültürünün fetih değer hükmüne göre her insan bir evrendir. Yâni her insan bir cihandır…” olarak tanımladığı fetih şuuru, bir önceki yazımızda bahsettiğimiz kut inancıyla yakından ilgilidir. Kut kazanmış kişi, fethedilmiş kişidir o hâlde coğrafyaları fethederek vatanlaştırmak da bu şuurun tabiata inikasından ibârettir. Amiran Kurtkan’ın İslâmî esaslara bu denli bağlı kalarak açıkladığı bu meseleyi, İslâmiyet öncesi Türk târihi bakımından iki şekilde değerlendirmek mümkündür: ilki bahsettiğimiz üzere kut inancı dâhilinde kişinin kendini fethetmesi, cihangirlik dâvâsı nispetinde cihâna yâni iç âlemine huzur getirmesidir ikincisi ise İslâmiyet’in, takvimleri itikâd üzerine inşaâ etmesinden mülhemle Kâl-u Belâ’ya uzanan bir metafor ve uhrevî tasavvur biçiminde ele almak sırrında gizlidir.

Tabiata inikas eden bu fetih şuuru, Anadolu’nun fethi bahsinde ele aldığımız fetih şuurudur. Mustafa Kafalı, Anadolu’nun fethinden sonraki durumu anlatırken, “…Türk fütuhatından önce nüfûsunu kaybederek ıssızlaşan ve harâbeye dönen Anadolu, yeni gelen kesif Türk nüfusu ile birdenbire canlılık kazanırken bir taraftan da süratle îmar görmeye başladı. Yeniden ihyâ ve îmar edilen Anadolu’da köy, kasaba ve şehirler esas îtibâriyle ya eski harâbelerin yanında ve yâhut da üzerinde kuruldu…Köy ve kır hayâtı canlanırken buna muvâzi olarak hayvancılık ve tarım da süratle gelişmiş fetihten önceki vahşî ve ıssızlaşmış tabiat, fetihle birlikte yerini hayat fışkıran, sürülerin otladığı ve her nevi tarımın yapıldığı işlenmiş topraklara dönüşmeğe başlamıştı…” ifâdelerini kullanarak îmar dâhilinde bu nizâm-ı âlem mefkûresini ele alır. Bununla birlikte tabiata inikas eden bu şuuru yalnızca müşahhas neticeler kabîlinde ele almak meseleyi sığlaştırır. Anadolu’nun mânevi fâtihlerine de değinmek gerekir.

Mustafa Kafalı’nın Türk cemiyetinin mânevî bânileri olarak nitelendirdiği bu fâtihler, Türk devletinin kurmuş olduğu mânevî müesseselere mensuptur. Hoca Ahmed Yesevî’nin mihmandarlığında yetişen bu fâtihler Türk içtimâi hayâtına alperen, derviş, pir, eren olarak damga vurmuştur. İslâmiyet öncesi Türk târihiyle irtibatlandırmak noktasında alperen mefhûmuna ayrıca değinmek gerekir. Türk millî muhayyilesinde muazzam bir yere sâhip olan alpler, kahraman kişilerdir. Türklüğün en mukaddes sancağı olan hürriyet sancağını göğe çekmek uğruna destanlaşmış mücâdelelere imza atmıştır. İslâmiyet sonrasında ise bu alplik ülküsü, İslâmiyet’i yaymak ülküsüyle birleşerek alperenliği meydana getirermiş ve Türk umumî hayâtına yeni bir veçhe tâyin etmiştir. Türk milliyetinin tüm unsurları, âdeta alperenlerde toplanmıştır. Sönmez Kutlu, bu alperenlik ülküsünü cihât ve gâzâ ahlâkıyla birlikte değerlendirmiştir. Filhakika bu, doğru bir değerlendirmedir. Alperenlik ülküsünü meydana getiren ahlâk, cihât ve gâzâ ahlâkıdır. Bu ahlâk, her türlü sömürüyü önleyen ve kültür emperyalizmini reddeden bir ahlâktır.

Bu ahlâk, Dündar Taşer’in 7 Nisan 1969’da Devlet dergisinde sorduğu “Biz Kimiz?” sorusuna verilen cevaptır. Şeyh Edebali gibi gönül pirlerini, Çandarlı Hocapaşa gibi ilim ülkücülerini doğuran ahlâk, bu ahlâktır. Millî şuurun mahreci millî ahlâkın yaslandığı bu cihât ve gâzâ anlayışı, Türk fetih şuurunun yaslandığı dağdır.

Ahilik teşkilâtı, Türk fütüvvet anlayışı, Türk fâzileti ve bu faziletten doğan millî bütünleşme Türk cemiyetinin mânevî bânilerinin mücâdelesinden doğmuştur. Esasında Türkler, var olduğu müddetçe hiçbir zaman sınıf şuuruyla hareket etmemiş bu kısır döngüye muhtaç çarkın bir dişlisi olmaktan imtinâ etmiştir. Millî şuur, cemiyetin en üst birimi olan millete mensubiyetin doğurduğu o ulvî his dâhilinde materyalizm gibi kof ve insan idrâkini daraltmaktan başka bir vazîfeyi üstlenmeyen teorilere aldanmamıştır. Sınıf şuurunu reddeden bu şuurun müşahhas neticelerin en önemlilerinden birisi meslekî teşkîlâtlanmalardır. Öyle ki Kurt Karaca mahlasıyla Fikret Eren yıllar sonra Dokuz Işık’ı detaylıca tahlil ettiği Milliyetçi Türkiye eserinde milliyetçi- toplumcu düzenin sendikacılık idealini bu meslekî teşkilatlanmalardan feyz alarak oluşturmuştur.

Bu mesele dâhilinde Türk fetihlerinin ayrılmaz bir parçası olan kolonizatör Türk dervişlerine de değinmekte fayda vardır. Kolonizatörlük müessesesi, Osmanlı târihi îtibariyle göze çarpmaktadır. Ömer Lütfi Barkan’ın “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler, 1. İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zâviyeler” isimli makâlesinde belirttiği üzere zâviyeler açıp vâkıflar ihdas ederek tamamlanan Türk fetihleri, Türk tasavvufunun dünyevî gâyelerden kopmadığına delâlettir. Zâviyeler üzerinden şekillenen göç politikası, iskân yönetimi, içtimaî ve iktisadî meselelere yaklaşımlar Türk devlet geleneğine matuf, Türk tasavvuf geleneğinde mâruf bir anlayışın müşahhas neticeleridir. Sınır boylarında dervişlerin fütuhat sonrasında mülk edindiği topraklara yerleşerek buradaki ahâliyi Türkleştirme cehdi, Türk millî kültüründe dünyevî ve uhrevî gâyelerin diyalektik bir metotla îzah edilemeyeceğini kanıtlar mahiyettedir. Kolonizatör Türk dervişleri tümüyle başka bir yazının konusu olduğundan bu kısmı burada noktalayarak Türk fetihlerinin ihtivâ ettiği şuura geri dönüyoruz.

Amiran Kurtkan; cihângirliği, fethin başarı ile neticelenmesi olarak ifâde eder. O hâlde Türk cihangirlik dâvâsının âbide şahsiyeti Fatih’ten bahsetmek, fetih şuurunun muhtevâsını idrâk için gereklidir. Samiha Ayverdi, Fâtih’i fütuhatından ziyâde cihâd ve gâzâ ruhunu şuurlandıran planlı ve sistemli bir istikâmete yönelmiş gâyesinden ele almak gerektiğini söyler. Esâsında fütuhatların mahreci de bu gâyedir. Türk-İslâm mefkûresinin sûreti olan Fâtih, ilmî birikimi dâhil olmak üzere şahsiyetinin tüm unsurlarıyla Hz. Muhammed’in tebcillerine mazhar olmuş bir Türk cihangiridir. İstanbul’un fethinden üç gün sonra Ayasofya’nın önünde şükür secdesine kapanan bu cihângirin tevâzusu, Türk devlet felsefesini hükümdarlarda yaşatan tevâzudur. Bu tevâzu, salabetli bir tevâzudur. Samiha Ayverdi’nin hatırlamak lâzım dediği bu hükümdarları tahta hazırlayan fikir ve ruh işçilerinin serdengeçti himmetleri ve celâdetli gayretleri Konstantinopol’ü belde-i tayyibe yapan mukaddes bir zaferin mihenk taşıdır. Bizans’ın zulmünden kurtaran Türk adâleti, Fatih’in seciyesinde mevcut bulmuş Türk devlet felsefesinin bir ürünüdür. Türk devlet felsefesinin kutsiyet atfettiği vicdan ve itikâd hürriyeti, İstanbul surlarında muzaffer Başbuğların kutsal gâyelerinde surete bürünmüş ve üç hilâlli sancağı dalgalandırmak üzere and içmiştir. Fatih’in Kânunnâmesiyle yazılı hâle gelen Türk töresinin, İslâm hukuk çerçevesindeki tahlili, Türk devlet felsefesinde hukuka bağlılık bahsinde bir sonraki yazıda ele alınacaktır.

Vicdan ve itikad hürriyeti bahsini kapatmadan değinmemiz gereken önemli bir mesele devşirmelerdir. Esâsında bu usulü yazımızın başında belirttiğimiz üzere insanın fethedilmesi merkezli değerlendirmekte fayda vardır ancak burada atlanılmaması gereken husus bu usûlün fethedilmiş bölgelerdeki insanları Türkleştirmekten ziyâde Türk devletinin ihtiyâcını karşılamak gâyesinden doğduğudur.

Osmanlı Devleti’nde fethedilmiş toprakları Türkleştirmek ile İslâmlaştırmak aynı tasavvurun sacayağını oluşturur bu sebepten Türkleştirmek ve İslâmlaştırmak diyerek mefhum sûikasti yapmayacak, gâyeyi İslâmlaştırmak bahsi altında irdeleyeceğiz ilâveten Balkanlar’da Müslümanlığın Türklükle eşdeğer görüldüğü göz önüne alınırsa bu bahsin sosyolojik olarak da yanlış olmadığı ortaya çıkacaktır.

Bu usûlün ne denli başarıya ulaşabildiği, devşirmelerin İslâm’a ne denli hizmet edebildiği ise şüphe yok ki târihte Türklüğe saplanan hançerlerin kabzasında kanla yazılmıştır. “…devşirme dervişlere tekke bırakan düzen…” deyişleriyle haykıran; bunca istismara, zulme, sancıya hapsolan ve târihin azametinden kopup boranlara esir düşen bir medeniyetin ahvâli, devşirme usulünün getirdiği yıkımlarla irtibatlandırılarak göz önüne alınmalıdır. Türk devlet felsefesinin günümüzde geldiği nokta, başka bir yazımızın konusu olacaktır ancak fikrî devşirmelikten kurtulamayan yöneticilerin bugünkü vaziyetimizden mesul olduğu âşikardır. Günümüzün en büyük problemi de budur: fikrî devşirmelik.

Osmanlı Devleti’nde kul sisteminin kökeninde yatan usûl, devşirme usûlüdür. Bu usûl Fatih’le birlikte kısmî değişikliklere uğramıştır. Orhan Bey zamanında başlayan, askerî kuvvete duyulan ihtiyaç neticesinde savaşta esir düşen Hristiyanların 1/5’inin İslâmlaştırılarak orduya alınması, bu usûlün en genel tanımıdır. Osmanlı Devleti’nin zımmi tebaasından henüz çocukken alınmış, Anadolu’daki âilelerin yanına verilerek Müslüman-Türk kültürüyle büyütülmüş kişilere devşirme denir. Bu sistem, gelişigüzel bir toplanma netîcesinde meydana gelmiş bir sistem değildir. Zımmi tebaadan çocuklar belirli kurallar dâhilinde toplanırdı ilâveten Batılı târihçilerin bahsettiği üzere bir zulüm, istismar yâhut zorla Türkleştirme gibi bir durum söz konusu değildi zirâ her erkek çocuk alınmıyor, alınanlar da temiz bir istikbâle adım atıyordu. Devşirmelerin en kâbiliyetlileri, Enderun Mektebi’ne gönderilmekteydi. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Fâtih dönemiyle birlikte devşirmelerin yüksek kademelere gelmiş devlet adamları olduğuna dikkât çekerek 16. yüzyılın sonlarına değin otuz dört vezîriâzamın devşirme kökenli olup kul sistemi içerisinde yer aldığını yazar. Bunun sebebi şüphesiz ki Fâtih döneminde yaşamış Çandarlı Halil Paşa’nın güçlü bir Türk âilesinden gelmesinden mütevellit doğurduğu tehlikelerdir. Çandarlı’nın îdâmıyla birlikte vezir-i azamlar güçlü Türk âilelerinden değil kullar arasından seçilmiştir. Ancak belirtmekte fayda vardır ki bu menfi bir ihtiras meselesi değildir.

Uzunçarşılı’nın devşirme meselesinde yanıldığı bir nokta vardır ki o da bu usûlün İslâmlaştırma politikasının bir neticesi olduğuyla ilgilidir. Halbuki Köprülü’nün de belirttiği üzere bu görüş tarihî hakîkatlerle bağdaşamaz. Kezâ İslâmlaştırma gâyesiyle hareket edilseydi şüphesiz çok daha ciddî bir nüfûsun devşirme kökenli olmasından bahsedilirdi. Ancak defaatle belirttiğimiz üzere zımmi tebaadan toplanan bu çocukların âdeta fethedilerek Müslüman Türk devletine fayda sağlaması gâyesiyle hareket edildiği mâruftur. Bu gâyenin bir ihtiyaçtan doğması meselenin bu yönü için mühim değildir. Osmanlı Devleti’nde hiçbir zaman zorbalıkla hareket edilmediğini de hatırlatmak gerekir. Devşirme usûlü ile ilgili en önemli örneklerden birisi de Sokollu Mehmet Paşa’nın kurdurduğu Sırp patrikhanesine kardeşi Makarios’u patrik olarak atamasıdır. Görüldüğü üzere bu usûlde kardeşlerden birisi devlet kademesinde gelinen en üst makamda bulunuyorken diğeri Sırp patrikhanesinde patriktir. Devşirme usûlü bir zorbalık sistemi olsaydı şüphesiz ki bu örnekten bahsetmek mümkün olmayacaktı. Osmanlı Devleti, devşirmelere vezîriazâmlık dahil olmak üzere her yolu açmıştır ancak devşirmelerin ekseriyeti vefâsını yitirerek Osmanlı devleti aleyhine hareket etmiştir. 17. yüzyıla değin devam eden devşirme sistemini tümüyle kötü bir kurum olarak da addetmemek gerekir zirâ Dündar Taşer’in de belirttiği üzere kul tâifesinin içinden gelip Türk târihinin büyük simâsı hâline gelmiş nice şahsiyetler vardır. Mimar Sinan, Taşlıcalı Yahya bu büyük simâlardan bâzılarıdır filhakika biz bu şahsiyetleri tamamlanmış bir fetih olarak görmek gerektiği kanaatindeyiz.

İlâveten devşirmelerin hiçbir zaman köle kabul edilmediğini de hatırlatmak gerekir. Esâsında Osmanlı Devleti’nde kölelik müessesinin olmadığına dâir Dündar Taşer’in ciddî tespitleri vardır. İslâm hukukundaki kölelik müessesinin de bu anlam dahilinde Batı içtimaî hayâtındaki kölelikten farklı olduğunu tekrarlamak lâzımdır. Bir Hâdis-i şerifte “Kölelerinize yediklerinizden yediriniz, içtiklerinizden içiriniz, giydiklerinizden giydiriniz.” buyrulduğuna dikkât çekerek kölelerin hür insanlarla müsâvi bir muâmeleye tâbî tutulması gerektiğini ifâde etmiştir.

O hâlde bizdeki kölelik idrâki, asâlete dayanan içtimâî bir tasavvurdan meydana gelmez. Cemiyetin en alt tabakasında olması lâzım gelen kimseler dahi liyakât ve kabiliyetleri nispetinde yükselebilmişlerdir. Alman seyyah Moltke, Türk ülkesinde köle mefhumuna yüklenen mânânın dahi farklı olduğunu yazmıştır. Padişah isimlerinde dahi “abd” (köle) olduğuna dikkât çeker. Meselâ Abdülmecid, Allah’ın kölesi demektir. O hâlde Türk düşünce hayâtında aslolan Allah’a kul olmaktır. Türk devlet felsefesindeki fetih şuurundan mülhemle insanın idrâkine yaptığımız yolculukta hürriyetin ve köleliğin düşünce hayâtımızdaki mânâsına değinmeye çalıştık, bir sonraki yazımızda Türk devlet felsefesinde hukûka bağlılığı inceleme gayretinde bulunacağız.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.