Soğuk bir kış gününde ayazı ile meşhûr Ankara’dan 5 Mart 2022 Saat 00.00’da Mefkûre Mektebi öğrenci ve eğitimcileriyle birlikte Denizli’ye doğru yola çıktık. 18-24 yaşları arasındaki yaklaşık 20 üniversite öğrencisiyle yola koyulduk. Otobüse biner binmez, Reşat ağabeyleri olarak benim hâtırım için ‘Kerkük Zindanı’nı dinlettiler hemen. Elleri bozkurt, gönülleri Türk, özleri Türk, sözleri Türk olan bu gençler, hep bir ağızdan “Ölmez bu hareket, ölmez bu dâvâ!” diyerek sözlerine, marşlarına hiç durmadan devâm ettiler.

Yolculuğun daha ilk saatine girmişken Ankara’nın Polatlı ilçesine vardık. Marşları susmak bilmiyor, “Türkistan, Turan, Türkeli” diye hep bir ağızdan haykırıyorlardı. Bâzen Kerkük bâzen Karabağ bâzen de Kırım oluyordu bu marşlarda, şarkılarda geçen sözler… Ne mutlu ki bu gençlere, marşlarını özgürce hiç kimseden çekinmeden söylüyorlardı. Kıskandım kendilerini, “biz kendi bayrağımızı ceketimizin sol cebinde gizlice taşıyorken,” bu gençler hiçbir şeyden çekinmeden “Türk’üm, Türk’üm!” diye haykırıyorlardı. Sağımızda Sakarya Meydan Muhârebesi’nin ulu şehitleri yatıyor, solumuzda ise Azerbaycan bayrağının rengine bürünmüş binâlar, tam karşımızda da Ulu Önder Atatürk’ün at üstünde bir heykeli bulunuyordu. Hilâl ve yıldızın ışıkları altında yolculuğumuz dur duraksız devâm ediyordu. Bu yolculukta, bize yolun yarısından sonra eşlik edecek olan Afyonkarahisar’daki genç öğrenciler de arabaya bindiler. Onlar arabaya biner binmez;

“Çankaya yokuşunda balam

Asya’nın bozkurtları

Dudaklarda aynı türkü

Tanrı Korusun Türk’ü”

Marşı ile karşılandılar, vakit ilerledikçe ve saat de geç oldukça, yorgunluklar da baş göstermeye başladı. Son olarak hep bir ağızdan Altın Hızmayı söyledi herkes.

“Altın hızma mülâyim

Seni haktan dileyim

Yaz günü temmuz ayı

Sen terle ben sileyim

Gün gördüm günler gördüm

Seni gördüm şâd oldum…”

Geceyi çok uzatmadan, devâm etmek istiyorum. Denizli’ye vardığımızda soğuk havaya rağmen, yüzlerdeki o sıcak gülümseme, o sıcak sohbetler bir an olsun bile eksik olmadı kimsenin yüzünden. Öğrenciler, eğitimciler, ağabey ve ablalar herkes o soğuk havaya rağmen içi ısıtacak biçimde sohbet ediyordu. Denizli’de küçük çaplı bir Türk Dünyâsı topluluğu. Türkiye’nin farklı illerinden gelenler Kerkük’ten, Telafer’den, Güney Azerbaycan’dan ve Kazakistan’dan gelenler toplanmıştı orada. Benim ve İzmir’den gelen Kerküklü hemşerim Orhan’ın ayrıcalığı vardı. Bizden Kerkük’ü soruyorlar, Türkmeneli’yi anlatmamızı istiyorlardı. O gençlerin gözlerindeki merâk ışığı giderek parlıyor, soruları da giderek artıyordu. Belki de en az eli kez “Kerkük’te şu an durum nedir?” sorusunu cevapladım. Hiç bıkmadan her birine teker teker anlattım ve başkalarına da anlatabilirdim o gün, çünkü anlatımımın boşa gitmediğini biliyor, o gençlerin bugün olmasa bile yarın önemli yerlerde olacağından adım gibi emindim. Sonuçta bu gençlerden önceki nesiller, Kerkük’ten bîhaber yetişmediler mi? Önceki nesillere kendimizi tanıtmamışken, Kerkük’ün nerede olduğu gerçeğini bile öğretememişken, en azından gelecek nesle öğretmek zorunda değil miyiz?

Denizli ziyâretimizdeki anıları bir yana bırakıp Mefkûre Mektebi’nden bahsetmek istiyorum azıcık. Sloganları “Onlar birbirlerinin öğrencisi ve öğretmenidirler.” Olup birbirlerine her konuda eğitim ve dersler vermekteler. Millî bilinci, yeni nesle aktarmak gâyesi ile kurulmuş gençlere seminerler ile bu millî rûhu aşılamak amacıyla da Denizli ilinde bir güneş gibi doğmuş ve Türkiye’nin birçok önemli şehrinde ışığını saçmıştır. Uzun yıllar bu dâvâya hizmet etmelerini umuyor, bu mektebin Türkmeneli’deki gençler için de kurulmasını umuyorum.

Mahmut Yaraş’ı (İsmet Amca) bu dâvâ ile yakından ilgisi olanlar kesinlikle tanımaktadır. Bu gençlere amcalık görevini üstlenip onlara çektiği çileleri, hakkında çıkan îdam kararını nasıl atlattığını anlatıp gençleri kendisine özendirmiştir. Yaşına rağmen kitap okumaktan, yazı yazmaktan ve Türk Dünyâsındaki gündemi tâkip etmekten geri kalmamış, bu dâvânın çilesini çekip ancak sefâsını da sürmemiştir. Benim Kerkük’ten olduğumu duyduğunda hemen Kerküklü tanıdıklarını saymaya başladı. Kayseri ilinde bulunduğu zamanlarda birçok Kerküklü Türk’ü işe almış onların Türkiye’de keyifli bir hayât sürmesini sağlamıştır. Irak Türklüğünün yetişmiş nâdir akademisyenlerinden olan Prof. Dr. Mahir Nakip hocamızın da Mahmut Amca ile çok yakın bir ilişkisi vardır. Mahir hocaya, Mahmut amca ile oturduğumu söylediğimde “Çok şanslısın, o eşsiz bir kahraman, bir Alperen ve emsalsiz bir derviş… Devrinin Yunus Emre’si desem yeridir. Yerime ellerinden öp,” diyerek ona ve onun gibi aynı kaderi ortak yaşamış, eşi Ayşe ablaya da övgülerini yağdırdı. “Hele Ayşe Hanım daha başka. Allah ona sabır kaynağını yardım pınarını bahşetmiş. Tam bir Bacıyan-ı Rum dervişi şikâyet nedir bilmez, almasını hiç bilmez ama yardım vermesini çok iyi bilir. İnsanla melek arasında bir varlık.” diyerek tanımladı kendilerini.

Akşam üzeri tören düzenlendi. Gençler için türküler söylenip marşlar ve şiirler okundu. Yolculuğumuzun başında otobüste söylenen o marşlar, bu sefer çok daha kalabalık bir şekilde tekrarlandı. Eller bozkurt, birbirini henüz tanıyan herkes, kol kola girip omuz omuza marşlar söylediler. Beni en çok da etkileyen o gecede oradaki ortamın güzelliği idi. O sıcaklığı hiçbir yerde göremez, bu zevki hiçbir yerde tadamazdım.

Tekrardan Ankara’ya dönmek için yola koyulduğumuz sırada bütün bu gençler konuşmaya başladılar herkes duygularını anlattı. Belki aralarında yaşça en küçük olan Emine, her şeyi çok kısa bir şekilde özetledi. “İyi ki Türk’üm, iyi ki Türk doğmuşum,” deyip duygularını dile getirdi. Yasin, Aşık Özlemi’nin hayatını anlatıp değme felek türküsünün nasıl çıktığını açıkladı. Âsuman ve Sultan ise o nârin seslerinden bu güzel türküyü bizlerle paylaştılar. Onları dinleyip Kerkük’e gitti aklım. Son aklımda kalan sözler ise;

“Hâzan yeli değdi dost dost gülüme benim,

Değme felek değme değme telime benim.”

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.