Her lügatte olduğu gibi dil tanımında da çeşitli tanımlamalar mevcuttur. Ben size iki farklı perspektiften tanımlayıp devâmında dilin oluşumu, önemi ve günümüzdeki durumu hakkında değerlendirme yapacağım.
Dil, çeşitli iletişim araçlarıyla canlıların kendi aralarında düşüncelerini, duygularını, isteklerini karşısındakine aktarmak için ortaklaşa oluşturdukları bir kod sistemidir. Bu kod sistemi beden dili, yazı dili ve konuşma dili gibi farklı yöntemlerle oluşturulabilir.
Bir diğer tanımda ise dil, toplumların rûhunu, karakterini ve kimliğini oluşturan yapı olarak ifâde edilir.
Dilin Oluşumu
Dilin oluşumu târih boyunca merak konusu olmuş ve araştırılmıştır. Teoriler oluşturulmuş, hatta deneyler bile yapılmıştır fakat sonuç alınamamıştır.
İlk deneyin M.Ö 664-610 yılları arasında hüküm sürmüş Mısır firavunu Psammatikos tarafından yapılmış olduğu tahmin ediliyor. Amaç; hiçbir çevresel uyaran olmadan bir insanın dili nasıl öğrenebileceğidir. Tabiî bu deneyi yapabilmek için yeni doğmuş bebeklere ihtiyaç vardı. Mısır firavunu rastgele o gün yeni doğmuş kimin bebeği varsa alınıp getirilmesini istemiş ve bir çobana iki tane yeni doğmuş bebeği vermiş. Bunlar ağıla koyulacak ve şöyle büyütülecekti: Çoban, belli saatte keçileri alıp yanlarına götürecek, süt içirip iyice doyuracak, sonra da kendi işlerine bakacaktı. Psammetikos’un böyle yapmasının nedeni, çocukların viyaklama çağını aştıktan sonra ağızlarından çıkacak ilk sözü yakalamaktı. Gerçekten de öyle oldu. Üzerinden iki yıl geçtikten sonra bir gün çoban kapıyı açıp içeri girdi, önünde diz üstü oturan iki çocuk, ellerini uzatarak ‘bekos’ diye bağırdılar. Çoban bu sözü işitince efendisine haber verdi ve onun isteği üzerine çocukları görsün diye aldı, ona götürdü. Psammetikos kendi kulağı ile de duyduktan sonra herhangi bir şeye ‘bekos’ adını vermiş topluluğu araştırdı ve Frigce dilinde ekmek olduğu sonucuna ulaştı. Fakat daha fazla sonuç elde edemedi. Bu sadece Herodot’un kaynaklarında yazılı olan bir hikâyedir. Doğruluğu hakkında net bir bilgi elde edilmemiş.
Bir diğer deney yine dilin kökenini merak eden Kutsal Roma İmparatoru 2. Frederick tarafından 13. yüzyılda yapılmış. Bu da aynı şekilde insan etkileşimi olmadan büyüyen çocukların hangi dili konuşacağı üzerinedir. Deneyde iki ayrı odada tutulan bebekler için iletişimi tamâmen kaldıran 2. Frederick ne yazık ki aradığı cevâbı bulamamış. Bebeklerin iletişimsiz ve yalnız bırakıldıkları için ölmeleri de târihte kara bir leke olarak kalmış. İmparatorun deneyi yapmasındaki amaç, Tanrı tarafından Âdem ve Havva’ya hangi dilin aktarılacağını keşfetmeye çalıştığı olarak iddia ediliyor. Bu deney hakkında çok fazla yazılı belge ve iddia mevcuttur.
Bir başka deney Genie adında bir kız çocuğunun on üç yaşına kadar iletişimsiz bir şekilde, bir odada babası tarafından kapatılması. On üç yılın sonunda, birilerinin kızın varlığını fark edip yetkililere bildirmesi sonucu çıkarılan kız, tamâmen hayvânî özellikler gösteriyormuş. Dilbilimciler ve psikologlar kızı çeşitli yönlerden incelemiş ve normal bir insan davranışları kazandırmaya çalıştırmışlar fakat belli bir seviyeye kadar getirebilmişler. Babası sorgulandığında “Dünya bu yaptığımı hiçbir zaman anlamayacak.” diye bir ifâde kullandığı söyleniyor. Bu gerçekliği ispatlanmış bir deney ne yazık ki. Hatta internette kızın resimlerine bile ulaşabilirsiniz. Her ne kadar babası tarafından yapıldığı bildirilse de etik dışı bu deneyin insanlar tarafından verilecek tepkiden korkulduğu için bu şekilde bildirilmiş olabileceğini düşünüyorum. Fakat her ne olursa olsun bu deneylerin hiçbiri asla kabul edilemez ve çok canice…
Dilin nasıl oluştuğu hakkında yapılan deneylerin yanında çeşitli teoriler de ortaya atılmıştır. Bu teorilerini bâzıları şöyledir:
Yansıma Kuramı: Bu kurama göre dil, tabiatta ses çıkaran bütün varlıkların hayvan sesi, rüzgârın uğultusu, suların şırıltısı aracılığı ile insanoğlu ilk kelimesini oluşturduğunu ifâde eden bir teoremdir.
Ünlem Kuramı: Dilin, insanların farklı olay ve durumlar karşısında oluşan hislerinin tesiri ile çıkardıkları ünlemlerin evrimleşmesiyle oluştuğunu ortaya atan bir kuram.
Güneş Dil Teorisi: Bu teori, Mustafa Kemal Atatürk döneminde ortaya atılmış ve insanlık târihinin en eski dilinin Türk dili olduğu savı bu teorinin en önemli noktası olmuştur. Atatürk bizzat bu teorinin araştırılıp denetlenmesini istemiş. Bu teoride güneşin gücü, ısı ve ışık kaynağı olması, büyüklüğü; güç, hareket ve süreklilik göstermesi insanoğlunun kafasında güneşle ilgili birçok kavramın şekillenmesini sağladığı düşünülmüş. Mustafa Kemal Atatürk’ün bu teorinin araştırılmasını istemesindeki en büyük etken Avrupalıların Türkleri aşağılayan târih tezleriyle hesaplaşma çabası olarak düşünülüyor. “Türkçe; Taş ve Maden Devri gibi eski çağlarda kültür sözcüklerini göç yolu ile tüm dünya dillerine yayan, eski, köklü ve büyük bir kültür dilidir.” imajı yaratacaktı. Bu amaçla Türkçeyi yabancı kelimelerden ayrıştırmaya başladılar. Fakat Atatürk, “Dili bir çıkmaza soktuk.” sözü ile yanlış bir girişim yaptığını fark ederek bu teoriyi yıkmıştır.
Görüldüğü gibi dilin oluşumu ile ilgili bu ve bunlara benzer çok fazla teoriler ortaya atılmış ve deneyler yapılmıştır. Fakat hiçbiri günümüzde kabul görülmemiştir. Dil bilimcilerin dahi kafasında net bir cevap bulunamamaktadır. Dilin oluşumu ile ilgili son bilgilerde ise dil ediniminin anne karnında başladığı ve bütün çocuklarda aynı aşamalardan (agulama, gıgıldama, mırıldanma) geçerek konuşmaya dönüştüğü bilgisi mevcuttur.
Bugünkü bilgiler yukarıda bahsettiğim deneycilerin elinde olsaydı; deneye, anneyi çocuğunun olacağını öğrendikleri anda bir odaya hapsetmekle başlarlardı herhalde…
Dilin Önemi
Dilin ne kadar önemli olduğunu anlatacak yeterli cümleyi nasıl kuracağım konusunda kendimle çok fazla muhâkeme ettim ve bir Türk milliyetçisinin anlayacağı en güzel ifâdeyi şu cümle ile betimlemenin yerinde olacağını düşündüm: “Devletlerin yıkılmaz milletleri yıkılmadıkça, milletlerin yıkılmaz dilleri ve kültürleri var oldukça.” Çünkü târihe dönüp baktığımızda birçok devlet yıkılmış. Bâzıları tekrar kurulmuş, bâzıları ise târihin tozlu sayfalarına karışmış. Târihi incelediğimizde dil ve kültürüne sâhip çıkan devlet yok olmamış, aksine kendilerini bulup yeni bir devlet oluşturmuşlar. Dillerini ve kültürlerini kaybeden devletler ise (Hititler, Lidyalılar) sadece genleri ile aramızda kalmış. Bunun en büyük etkeni, bireylerin birbirine bağlanmasını sağlayan dilin ne derecede korunduğudur. Bu noktada birey, dili koruma ve aktarmada önemli bir konuma sâhiptir. Hatta bir Afrika kabîlesi konuşmaya başlamadan önce çocuklara “bir şey” anlamında “kintu” sözüyle hitap ederler. Dili edindikten sonra “birey” anlamında “mintu” olmaya hak kazanıyorlar. Tabiî sağır ve dilsizleri düşündüğümüzde bu ayrıştırma doğru kabul edilemez. Fakat belirtmek istediğim nokta, dili aktarmada bireyin ne derecede önemli olduğudur. Bireyin dili edinmesi, geliştirmesi ve geleceğe bilgi aktarması ile devlet köklerini salmaya devam eder.
Dilin devlet için önemini Konfüçyüs şu şekilde ifâde etmektedir: “Bir ülkeyi idâre etme yetkisini bana verseler, işe önce dili düzeltmekle başlardım. Çünkü dil bozulursa kelimeler, düşünceleri iyi anlatamaz. Düşünceler iyi anlatılmazsa, yapılması gereken işler yapılamaz. Görevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve düzen bozulur. Töre ve düzen bozulursa adâlet yoldan sapar. Adâlet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. Bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”
Konfüçyüs’ün sözünde belirttiği gibi dil, düşünceleri aktarmada önemli bir araçtır. Düşünce aktarımı dil dışında resim, müzik, heykel, davranış gibi başka araçlarla da gerçekleşir. Ancak dil, bunlar arasında en işlevsel olanı, insan zihnine en fazla hareket alanı bırakandır. Bu yüzden biz insanlar düşüncelerimizi dil aracılığı ile konuşarak iletmeyi daha çok tercih ederiz. Ve bir milletin düşüncesini, zihninin nasıl çalıştığını, millî düşünce biçimini, hayat görüşlerini, düşünce tarzlarını, zekâ keskinliğini, ruh derinliğini ve duygu inceliğini o milletin diline bakarak anlayabiliriz. Atasözleri ve özdeyişler tüm bunları en güzel şekilde gösterir.
Günümüzde Dil
Yazının bu kısmına kadar genel olarak tüm diller için geçerli olan özelliklerden bahsettim. Bu kısımdan sonra kendi kimliğimiz olan Türkçe dilinin günümüzdeki önemi ve durumuna değineceğiz.
Yokluğu, bir devletin yok olmasına sebebiyet verecek kadar önemli olan dile gereken değeri ne derecede veriyoruz?
1950’lerden îtibâren dilimize İngilizce kelimeler ve kalıp ifâdeler girmeye başlamıştır. Bu tek taraflı etkileme, günümüze kadar artarak sürmüştür. Bugün ise İngilizce kelimeler, dilimiz üzerine âdeta bir sağanak gibi yağmaktadır. Gelinen nokta epeyce vahimdir. Artık önlem alma zamanı gelmiş ve geçmektedir. Bu durumu somut olarak ortaya koyabilmek için uzun uzun örneklere gerek yoktur. Sokak ve caddelerdeki iş yeri adlarına bir göz atmak, televizyon kanallarının adlarına bakmak, kendisini aydın ve sanatçı varsayan yabancı hayrânı tiplerin her akşam televizyonlardaki konuşmalarını dinlemek yeterlidir.
Bâzı kelimeler hissettirmeden bize âitmiş gibi dilimize yerleşti bile (okey, yes, bay bay). Bâzı kelimeleri de yazı dilinde kısaltıp konuşma diline de geçirdiğimiz görülüyor (Mrb, As, Hg vb.). Plaza dili dediğimiz İngilizce-Türkçe karışımı konuşmalar, başka bir adlandırmayla “Türkilizce”, gençlerin günlük dili hâline gelmekte ve bu konuşmaya sığmayıp yazılara taşınmakta. Yürüdüğümüz sokak ve caddelerde market isimleri havalı gözüksün diye başka dillerle karıştırıp, harmanlayıp isim verildiğini görüyoruz. Meselâ ‘börek center, kebap palace’ gibi aslında gülünç olan isimlendirmeleri herkesin anladığı ve ne yazık ki normal karşıladığı bir duruma gelmiş haldeyiz.
Peki, tüm bu saçmalıklara ne gerek var? Yunus Emrelerin, Ömer Seyfettinlerin, Ziya Gökalplerin hazîne değerinde nice eserler çıkardığı Türkçemiz yetersiz mi geliyor, yoksa kulağa güzel mi gelmiyor? Bunun cevâbını tozlanmış eski kitaplara bir göz atarak anlayabiliriz. Muhtemelen o kitaplardaki kelimelerin çoğu bize yabancı gelecektir. Çünkü dilimizin birçok güzelliğini kaybettik ve kaybetmeye devam ediyoruz.
Bâzen kaybettiğimiz Türkçe yüzünden bir şeyi ifâde etmek için doğru ve yeterli kelimeyi bulmakta zorlanıyorum açıkçası. Meselâ bir insanın mükemmelliğini tanımlarken “çok kaliteli bir insan” tâbirini hepimiz kullanmışızdır. Oysa düşününce kalite kelimesinin bir ürün için kullanıldığı ve insanın herhangi bir ürün olmadığı sonucunu yakalarız. Bu ve bunun gibi çok fazla yanlış kullanımlarımız var. Ve bu yanlışları farkında olmadan çok rahat bir şekilde kullanıyoruz.
Tabiî Türkçemizi sadece bu şekilde tahrip etmekle kalmıyoruz, durduğu yerde değersizleştiriyoruz. Meselâ kimi aydınlarımıza göre Türkçeyle bilim yapılamaz. Bu aydınlarımızın bir kısmı, çözümü modern Batı dillerinin öğrenilmesinde görmektedir. Bunlar, açıkça söylemeseler de Türkçenin ancak bakkaldan alışveriş yaparken kullanılabileceği gibi bir kanaat içindedirler. Bunun somut örneğini kendim yaşadım. Üniversite birinci sınıfta dersimize bir profesör girmişti ve ilk derste bize, “Bilimsel dil İngilizcedir, İngilizce bilmek zorundasınız. Bölümünüzle ilgili bütün kaynaklarınız şu an İngilizce.” demişti. Hocanın son cümlesi doğruydu fakat İngilizce öğrenmek zorunda olduğumuzu söylemesi yerine, ‘’Bölümünüzle ilgili Türkçe kaynaklar yok. Biz sizi çok donanımlı yetiştireceğiz, mezun olduğunuzda siz bilimsel kaynaklar yazın ki biz Batı’nın kaynaklarını kullanmak yerine kendi kaynaklarımızdan faydalanalım.’’ demesi gerekirdi. Fakat Batı hayrânı olan hocamız, bu düşünceden çok uzaktı. O hocaya göre sadece İngilizler bilimsel kaynaklar yazmayı başarır. İşte bu şekilde Türk dilini aşağılayan bir kesim var ülkemizde maalesef. Tabiî ben yabancı dil öğrenmeyelim demiyorum, “Bir lisan bir insandır” sonuç olarak. Elbette ki farklı dillerin biliminden faydalanacağız. Fakat bizim yaptığımız hata kendi dilimizi yok saymak, yetersiz görmek. Demem o ki kendi ayağımıza kendimiz sıkıyoruz. Batı’nın bir şey yapmasına gerek kalmıyor.
Dilimizi bozguna uğratan o kadar çok durum var ki yazılara sığmıyor. Onun için daha fazla içinizi karartmadan Türkçemiz ile ilgili biraz olumlu olaylardan kısaca bahsedelim ve ne yapılması gerektiğine değinelim.
En başta 2021 yılının, Türk dili ve kültürünün en önemli şahsiyetlerinden Yunus Emre’nin vefâtının 700. yıl dönümü münâsebeti ile Cumhurbaşkanlığımız tarafından “Yunus Emre ve Türkçe Yılı” olarak îlân edilmesi ile Türk dilinin önemi dünyâya duyurulmuş oldu.
Onun dışında televizyon programlarında kamu spotu reklamlarıyla dilin önemi ile ilgili bilinçlendirme yapılıyor, hediyelik eşyalar üzerine eski kelimeler yazılarak dilimiz yaşatılmaya çalışılıyor ve Kanûnî’nin, Fatih’in, Yunus Emre’nin ve nice güzel söz sâhiplerinin şiirleri besteleniyor. Tüm bunlar dilin yaşatılması için bir çabanın olduğunu ve bilinçli bir kesimin var olduğunu belgeliyor.
Bu yapılanların yanında yapılması gereken ilk ve en önemli şey bana göre önce yetiştirilen Türkçe ve edebiyat öğretmenlerine Türkçemizin önemini millî bir şuurla kavratmak. Ancak bu şuûru kavrayan öğretmen öğrencilerine güzel ve etkili bir edebiyat eğitimi verilebilir, aksi durumda sadece bir ders olarak verilip geçiştirilir.
Sözün özü Türkçe, demek Türk demektir ve Türk olmak, Türkiye olmak için nice ecdâdımız canını verdi. Şimdi siz karar verin: Ecdâdımızın kanıyla kazandığı bu Türk kimliğini yok etmek mi, yoksa bu kimliğe sâhip çıkıp, yüceltip gelecek nesillere sağlam bir şekilde aktarmak mı?
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.