Türküler, Türk’ün kimliğidir. İnsanımızın; acısı, sevinci, hüznü, sitemi ve dillendiremediği ne kadar duygusu varsa hepsi onunla, bir allı turnanın kanadında havalanır, sâhibine ulaşır. Kimi zaman sevdiğine kavuşamayan dertli bir âşığın gönlünden kopar kimi zaman evlâdını kaybetmiş bir annenin dilinde en acı hâlini alır. Kimi zaman da asker yolu bekleyen gelinlik kızın hasret ateşinden kor olan gözyaşlarına karışır. Türküler kimi zaman ceylân gözlere yazılmış iki çift sözdür kimi zaman savaşta yitip giden bir yiğidin adını sonsuza işleyen uzun bir destandır. Kimi zaman gurbette ekmek parası için çalışan babanın memleketine, çocuklarına duyduğu hasret olur kâğıda dökülür kimi zaman vuslat heyecanı olur sevinçle icrâ edilir. Türküler Talip Özkan, Hacı Taşan, Hayri Dev, Neşet Ertaş olur; onların sesinde hayat bulur ve bize nahifliği, tevâzuyu, nezâketi, diğergâmlığı sözün özü Türk’ün hasletlerini, Türk olmayı öğretir. Hangi gâye ile kimin dilinden dökülürse dökülsün dikkatle dinleyen insanlara tek bir şeyi işâret eder: Millî kültür.

Milleti oluşturan ve devamlılığını sağlayan fertlerin şahsiyet sâhibi olmasına vesîle olan en önemli unsur millî kültürdür. Kültür; târih, kader ve ülkü birliğine sâhip insanların belli bir imân çerçevesi içinde hayâtı yaşama üslûbudur diyebiliriz. Kültür ile iç içe geçmiş ve birbirini devamlı besleyen unsurlara bakacak olursak dil, din, coğrafya ve insan unsurunu görürüz. Kültürün teşekkülünde aynı dili konuşan fertlerin, yaşanılan dînin yeri olduğu gibi iklim, göl, deniz, akarsu, bitki örtüsü gibi coğrâfî şart ve imkânların da rolü vardır. Lâkin kültürün yaşanması ve yaşatılması, nesilden nesile tevârüs ederek bir milletin var oluş mücâdelesini sürdürebilmesini sağlaması için aynı coğrafyada yaşıyor olmak gerekli değildir. Târih, ülkü ve kader birliğine sâhip bir arada yaşayan insanlar kimi zaman coğrafyanın zorlaması nedeniyle kimi zaman kızıl elma dediğimiz gâyelerine ulaşabilmek için yaşadıkları coğrafyayı değiştirmek zorunda kalır. Göç eden bu insanlar, hayâta mânâ vermek diyebileceğimiz tanrı, insan ve evren tasavvurlarını da yanlarında götürdükleri için coğrafya değişse bile kültür kendini muhâfaza eder. Müştereklere sâhip bu insanların yâni milletin, insan ömrü ile sınırlı olmayan varlığı devam ettikçe karşılaşacağı bütün meseleleri, ihtiyaçlarına cevap olacak şekilde, yaşama üslubu dediğimiz ‘kültür’ ile çözmesi; kültürün zamâna ve coğrafyaya bağlı olmadan muhâfazasını ve gelişmesini sağlayacaktır.

Türk milleti, yaşadığı Ötüken’den çıkıp Ciğerdelen Kalesi’ni inşâ ettiği coğrafyaya gelene kadar geçtiği bütün topraklarda kültürünü nakış nakış işleyerek Türk millî kültürünün devamlılığını sağlamıştır. Bu devamlılığı inceleyebildiğimiz sahalardan biri de kıymetli Nevzat Kösoğlu’nun dediği ve yukarıda bahsettiğimiz gibi millî kültürümüzün ana sütunlarından biri olan mûsikîmiz ve mûsikîmizin kalbi olan türkülerimizdir. On ikinci yüzyılda yaşamış Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevî hikmetlerinden birinde: “Aşkın kıldı şeyda meni/ Cümle âlem bildi meni/ Kaygım sensin tün ü küni/ Menge sen ok keresken.” diyerek Türk milleti için tanrının mânâsını anlatıyordu. Ondan yüz yıl sonra yaşamış aynı pınarın beslediği Anadolu ereni Yunus Emre ise “Aşkın aldı benden beni/ Bana seni gerek seni/ Ben yanarım dün ü güni/ Bana seni gerek seni.” diyordu. Hoca Ahmet Yesevî Türkistan’da “Hoca Ahmet menim adım/ Tün ü küni yanar odum/ İki cihânda maksudum/ Menge sen ok keresken.” derken Yunus Emre Anadolu’da “Yunus’dur benim adım/ Gün geçtikçe artar odum/ İki cihânda maksudum/ Bana seni gerek seni.” diyordu. Bir olana ermek için aynı gönül yolunda yürüyen iki gönül insanının, duygularını ve tecrübelerini birbirine benzer şekilde ifâde etmesi tabiî olabilir lâkin birbiriyle çağdaş olmayan ve uzak iki coğrafyada yaşamış bu iki insanın Türk’ün tanrı, insan ve evren tasavvurunu aynı pencereden aynı kelimeler ile ifâde ediyor olması muhakkak Türk millî kültürünün devamlılığının bir işâretidir.

Bir millet olmanın tabiî netîcesi olarak insanlar, farklı coğrafyalarda olsalar bile sevincini, hüznünü, düğününü, bayramını bir şekilde yaşamış ve bunu türküler ile ifâde etmiştir. Bir gelinlik kızın anne ve babasına olan sitemi Tekirdağ’da ‘Varın Sorun Babasına’ türküsünde: “Varın sorun babasına/ İzin versin kınasına/ Babası der ki ben veremem/ Evlâdıma ben kıyamam/ Varın sorun annesine/ İzin versin kınasına/ Annesi der ki ben veremem/ Evlâdıma ben kıyamam.” şeklinde hâlâ kına gecelerinde dile getirilirken aynı sitem Silistre’de ‘Altın Yüzük Parmağımda Kan Taşı’ türküsünde: “Annesi der ki ben kızımı veremem/ Babası der ki ben sözümden dönemem/ Yandı bağrım ateşiyle sönmedi/ Annem babam kıymetimi bilmedi.” sözleriyle ifâde edilir.

Türk insanı içini bir kor gibi yakan sevdâ ateşini, muhâtabının yüzüne söylemeyi kendine yakıştıramadığı için aşkını türküler ile dile getirmiştir. Seven ve sevilen farklı olsa da bunu ifâde etme şekli aynı olmuştur. Karacaoğlan, Anadolu coğrafyasında sevdiği güzele: “Bana kara diyen dilber/ Kaşların kara değil mi?/ Yüzümü güldüren gelin/ Gözlerin kara değil mi?/ Beni kara diye yerme/ Mevla’m yaratmış hor görme/ Ela göze siyah sürme/ Çekilir kara değil mi?” diye seslenirken; Anadolu’dan kilometrelerce uzakta Türkmenistan’da bir âşık, bir halk aydınında “Gelin bana kara deme/ Gözlerin kara değil midir?/ Özünü sevdiren gelin ilenme/ Saçların kara değil midir?/ Şu ay saçın burma burma/ Öldürdün karşımda durma/ Kara göze kara sürme çektiğin/ Gözlerin kara değil midir?” mısrâlarıyla sevdâsını îlân ediyordu. Afganistan Türklerinin çok sevdiği ‘Sen Güzelin Yâri Ben’ türküsünde seven, sevdiğini “Kalem gibi kaşların/ On sekizdir yaşların/ İnci gibi  dişlerin/ Sen güzelin yâri men.” mısrâlarıyla methederken; Afyonkarahisar’ın Dinar ilçesine âit olan ‘Korunun Annacı Kumalar Dağı’ türküsünde “İnci midir mercan mıdır dişlerin/ Kudretten kara mıdır kaşların/ Bir omuzdan bir omuza saçların/ Yel vurdukça döğer ince belini.” diye târif ediyordu… Aynı mısrâların Diyarbakır’da da ‘İnci Midir Mercan Mıdır Dişleri’ türküsünde işlendiğini görebiliriz. Elazığ’ın ‘Ahçik’ türküsünde “Vardım kiliseye baktım haçına/ Gönlümü bağladım sırma saçına/ Gel seni götürem İslâm içine/ Serimi sevdaya salan o Ahçik/ Aklımı başımdan alan o Ahçik” sözleriyle gönülden taşan duygularına şâhitlik ettiğimiz âşığın Saraybosna’da “Vardım baktım kilisesine/ Perkem dökmüş ensesine/ Mâ’il oldum cilvesine/ Bir Urum dilberi sevdim.” sözlerini fısıldadığını görebilirsiniz. Yakın zamanda kıymetli halk sanatçımız Uğur Önür’ün ıklığında hayat bulan Emmi Oğlu-Emmi kızı adıyla da bilinen “Evlerinin önü kaya/ Kayadan bakarlar aya/ Bin gidelim emmim oğlu/ Tavladaki doru taya” türküsü, Saraybosna’da “Evlerinin öni kaya/ Kayadan bakarlar aya/ Tavladaki doru taya/ Bin cidelüm güzel oğlan/ Kolum yastık saçım yorgan/ Ben severüm seni oğlan” mısrâlarıyla gönülden gönüle işlenmiştir.

Aşkın, sevdânın olduğu yerde muhakkak ayrılık, hasret ve hayal kırıklığı da olacaktır ve Türk insanı bu duygusunu yine türkülerinde en güzel şekliyle ifâde edecektir. Van’a âit olduğunu bildiğimiz ‘O Yâr Gelir’ türküsünde “Evlerine vara gele de usandım yar yar/ El kızını ben kendime yâr sandım yar yar/ Yüreğime hançer de vurdu gül sandım yar yar” geçen acıyı, Bulgaristan sınırları içinde yaşayan millettaşlarımızın gönüllerinde ‘Evlerine Varagele Usandım’ türküsünde “Evlerine varagele usandım/ Ayağıma diken battı gül sandım(oy oy gül sandım aman)/ Evlerine vardım aman girmedim/ Çok dostlarım düşman imiş bilmedim (oy oy bilmedim aman)” mısralarıyla yaşattığına şâhit oluyoruz. Âşık Gevherî’den bildiğimiz ‘Öldürürsün (Beyaz Göğsün)’ şiirinin “Öldürüp kanıma girme/ Her birine gönül verme/ Elâ göze siyah sürme/ Çekme beni öldürürsün.” mısralarına, Sarı Saltuk Hünkâr’ın Türk’e vatan kıldığı toprakta, Bosna’da “Öldürüp kanıma girme/ Benden gayre göñül virme/ Elâ göze siyah sürme/ Kekme beni (a nazlım) öldürürsün/ Öldürürsün aldanursun/ Bir gün beni Şerif Aga güldürürsün.” şeklinde tesâdüf ediyoruz.

Türk milleti sevdâsından başka, Türkistan’dan Anadolu’ya oradan da bütün bir dünyâya taşıdığı alperenlik, kahramanlık rûhunu türkülerinde işlemiştir. Bu destanların en meşhuru olan Köroğlu Destânı “Mert dayanır nâmert kaçar/ Dağlar gümbür gümbürlenir/ Şahlar şâhı dîvan açar/ Dîvan gümbür gümbürlenir/ Ok atılır kal’asından/ Hak saklasın belâsından/ Köroğlu’nun nârasından/ Her yan gümbür gümbürlenir” derken; Türkmenistan’da bu destan “Goçlarım hazır bolunlar/ Dağlar gümmür gümmürlendi/ Yetip derbendi alınglar/ Dağlar gümmür gümmürlendi/ Ok atılar galasından/ Hak saklasın belasından/ Goç yiğidin nalasından/ Dağlar gümmür gümmürlendi.” olarak söylenir. Yine Türkmenistan Göroğlu Destânı’nda geçen “Vardım da bir bağa girdim/ Ne bağ duydu ne bağbanın/ Kırmızı güllerin derdim/ Ne bağ duydu ne bağbanın” mısrâları, Özbekistan Garip Şahsenem Destânı’nda “Bağ seyline inip geldim ne bağ duydu ne bağban/ Seyl edip güllerin derdim/ Ne bağ duydu ne bağban.” şeklinde, Erzincan’da ise “Seherde bir bağa girdim/ Ne bağ duydu ne de bağban/ El sundum güllerin derdim/ Ne bağ duydu ne de bağban” şeklinde bilinir. Kıbrıs Türklerine ait bildiğimiz Mağusa Limanı diğer adıyla Arap Ali Ağıdı “Meyhaneye girdim üş gonyag işdim/ Düşman narı gördüm gendimden geşdim/ Yedi süngü yedim sekizde düşdüm/ Uyan Ali’m uyan uyanmaz oldun/ Yeni gamalara dayanmaz oldun/ Meyhâneden çıgdı yan basa basa/ Ciyerlerim döküldü gan gusa gusa/ Ölümüme sebep oldu Mağusa.” mısrâlarıyla bilinir. Aynı ağıdın Kerkük, Şanlıurfa ve Batı Trakya’da da okunduğunu görüyoruz. Kerkük’te “Meyhânaya girdim, üç konyağ iştim/ Düşmanlarım görüp kendimden geşdim/ Yeddi bıçak yedim sekkizde düşdüm/ Oyan Alım oyan oyanmaz oldun/ Yeddi bıçak yarasına dayanmaz oldun/ Meyhânadan çıkdım yol basa basa/ Kül oldu ciğerim kan kusa kusa/ Meni yârdan eden zalım Mağusa” mısrâlarıyla, Şanlıurfa’da ‘Mezarımın Taşı Urfa’ya Karşı’ türküsünde “Meyhâneden çıktım yan basa basa/ Ciğerim delindi kan kusa kusa/ Beni vuran zalım Antepli Musa.” mısrâlarıyla okunurken Batı Trakya’da ise “İstihkâmdan çıktım yan basa basa/ Ciğerlerim çürüdü kan kusa kusa/ Of gençliğim eyvah/ Eyvah yandı ya dünya.” mısrâlarıyla okunur. Muğla’ya ait bildiğimiz ‘Çıktım Belen Kahvesine’ türküsünü Makedonya İştip’te şu mısralar ile dinleyebilirsiniz: “Çıktım Blatets Tepesi’ne baktım ovaya/ Vay Mustafa’m çağırdı da oynamaya/ Ormancı da gelir gelmez yıkar masayı/ Laf anlamaz ormancı çekmiş kafayı/ Aman ormancı bre ormancı/ Köyümüze bıraktın yoktan bir acı.”

Türk’ün kendine vatan kıldığı topraklar ilmek ilmek Türk felsefesi ile işlenmiş, Türk ruhunun incelik ve zerâfeti, varlığa mânâ verirken de esas ölçü olmuştur. Türk’ün insana, hayvana, çiçeğe, ağaca atfettiği mânâ bütün Türk coğrafyasında kendini göstermiştir. Türkmenistan’ın Merv ilinde bir aydında dutara duyulan sevgi “Gel dutarım sözleşelin/ Aslın senin ağaçtandır/ Ağaç dersem gönüllenme/ Elvan güller ağaçtandır./ Ku’an başı kul huvalla/ Seni verdi Kadır Alla/ Perden gümüş tarın tılla/ Barça zatlar ağaçtandır.” mısrâlarıyla hayat bulurken, Sivas’ın Yıldızeli ilçesi Banaz köyünden Pir Sultan Abdal da tamburası için “Öt benim sarı tamburam/ Senin aslın ağaçtandır/ Ağaç dersem gönüllenme/ Kırmızı gül ağaçtandır.” cümlelerini kurmaktadır. Türk kültür ve medeniyetinin itici gücünü kaybettiğini amelî olarak hissetmeye başladığımız on sekizinci yüzyıl âşıklarından Âşık Dertli, dönemin kadısı tarafından türkü söylediği için ikâz edilir; kadının bahânesi ise bağlamanın içinde şeytan olduğudur. Âşık Dertli bunun üzerine alır eline bağlamasını ve başlar söylemeye: “Abdest alsan aldın demez/ Namaz kılsan kıldın demez/ Kadı gibi haram yemez/ Şeytan bunun neresinde?” Aynı şiiri Saraybosna’da Âşık Ömer adıyla şu mısrâlar ile görüyoruz: “Sana ab-dest alma dimez/ Hem sencüleyin zarar itmez/ Sana namaz kılma dimez/ Tanburam sana n’eyledi?”

Türkistan’dan Uyvar Kalesi’ne aynı nağme, aynı kelimeler ile Türk’ün rûhunu üfleyen türkülerimiz, kültürümüzün en kıymetli parçası iken onlardan bihaber yaşayanlar, Türk milletine mensûbiyet duyabilir mi? Nefesten sese, sesten kültüre işlenmiş üstün hâsletlerden uzak yaşayanlar, zamanında Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi olarak tezâhür etmiş Türk’ün yaratılış gâyesini anlayabilir mi? Mensûbu olduğu milletin önemini ve gâyesini anlayamayanlar, insanı değirmen taşları gibi öğüten bu çağın düzenini değiştirmek için kuvveti ve kudreti kendisinde bulabilir mi? Türk olmanın sâdece Türk anne- babadan doğmak olmadığı, bir idrâk, bir heyecan, bir cehd olduğu âşikar iken Türk’üm diyebilmek için daha çok gayret yâni mûsikîsi ile kılık kıyâfeti ile gelenek görenekleri ile hayâta mâl etmek gerekmez mi? Meydana yenmeye gelenler bu sözüm size! Haydi gelin Muzaffer Sarısözen üstâdın dileğini yerine getirin, Türk’ü seven türkü söyler deyin; büyük bir millete mensup olduğunuzun idrâkine giden yolda ilk işiniz türkü söylemek olsun.

Tam şimdi radyonuzdan bir türkü açın. Mızrap tele değdiğinde sizin de gönlünüzde titreyen bir şeyler olduğunu hissedeceksiniz. Târifi mümkün olmayan bu hissi sizin gibi duyan, evrene sizin gibi bakan beş milyon insanın varlığına sırtınızı yaslayıp Türk’ün cihânda neler başardığını, başarabileceğini hatırlayın çünkü düşmanlarınız asla unutmuyor!

Kaynakça

Kösoğlu, Nevzat. Millî Kültür ve Kimlik. İstanbul: Ötüken Yayınevi. (2013)

Gürdal, İrfan. Orta Asya ve Anadolu’da Ortak Müzik Kültürü. (24.03.2022) http://www.mûsikîdergisi.net/?p=1674

Bekki, Salahaddin. Saraybosna ve Anadolu’daki Bazı Türkülerin Benzerlikleri Üzerine. Haziran 2010.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.