Soğukça akıyor gözyaşım

Daha yok ki bir yaşım

Arasındayım ağlamaklı çığlıkların

Yok ki dilim bir şey diyeyim

Sâdece çığlıklarla ne diyeyim

Ama gözüm haykırmakta hayâsızca

Anne ne o renk?

Neden küvetimiz kızıla boyanmakta?

Birçok Türk devletinin kuruluşundaki tablo, kan, îman ve özgürlükten mürekkeptir. Bu anlarda Türk milleti acının rengini farklı notalarda tatmıştır. Bu zor zamanlarda gösterdiği ferâset ve metânet onu diğer milletlerden farklı bir konumda görülmesine yol açmıştır. Türk milleti yeri gelmiş vatanın bağımsızlığı için zâlimlerin keskin kinleri arasında bâzen esir kalmış, bâzen de vahşi kabîlelerin kan emici ayinleri andıran ateş çemberinde yaşam mücâdelesi vermeye çalışmıştır yahut bu çemberden birçok ferdiyle arş-ı âlâdan süzülüp şehadet nâmıyla uçmağa varmıştır.

Türk milletinin ateşten çember içine sokulduğu yerlerden biri de Kıbrıs’tır. Kederi, târifsiz duraklarda solumak zorunda bırakılan ve bırakılmaya çalışılan Kıbrıs Türk halkı, Türk milletinin Akdeniz açıklarındaki milliyet âbidelerindendir.

Kıbrıs, Osmanlı Devleti tarafından 1571 yılında Venediklilerden alınmıştır. Bölgenin Türk hâkimiyetine girişiyle, bölge iskân edilmiş, yeni yerleştirilen Türklerle birlikte Kıbrıs’ta huzur ve barış tesis edilmiştir.

Kıbrıs, 93 Harbi’nden Lozan’a kadar uzanan süreçte aşamalı olarak İngiliz hâkimiyeti altına alındı. Bu süreçten sonra tablonun baş kahramanı kaos sözcüğü olacaktır. Adada kaos başlamış, Rumlar Enosis denilen 6 harflik bir hayâlin sâdece savunuculuğunu değil militanlığını yapmaya başlamışlardır. Rumların bu tutumlarından dolayı Kıbrıs Türkleri ve Rumlar, İngilizler tarafından yoğun baskıya maruz kalmışlardı. Şimdi parantezi kapatıp devam edelim.

Hal böyle olunca Kıbrıs semâları, siyâsî istikrarsızlık ve anarşi havasına bürünmüştü. Türkiye’nin Doğu Akdeniz hâkimiyetini kesin olarak sağlayan fetih marşlarının çalındığı yerde artık vahşice Enosis sloganları atılmakta idi. Kıbrıs Türkünün hakları Fazıl ve Rauf Bey’in güçlü ve kararlı adımlarında can bulmaya çalışıyordu.

Bu arada Yunanistan’dan gelen Albay Grivas 1955 yılında EOKA terör örgütünü kurmuş ve adadaki şiddet eylemleri giderek artmıştır. Enosis için “öldürmeyi bilmeyen” PEON gençlik teşkilatını kuran Grivas böylece öldürmek üzere EOKA’yı ortaya çıkartır.1 1955-1958 döneminde Kıbrıslı Türkler 33 karma köyü terk etmek zorunda kalmışlardır.2 Şimdi baş katil Makarios’u görmekteyiz. O, Enosis için Yunanistan desteği almakta ve ilerde dökülecek on binlerce Türk kanının müsebbibi olacak EOKA’nın kuruluşuna ve militerliğine öncülük edecektir. Böylece ırkçı-militarist ve vahşi holiganizmin idaresi kilise çanlarıyla Makarios’un nezaretinde inkişaf edecekti. Bu sürede Türkler Karaçete, Volkan, Türk Mukavemet Teşkilatı, 9 Eylül gibi kuruluşlarla birlikte yeniden Ergenekon rûhuyla direniş gösterdi.

1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. İngiltere, Türkiye ve Yunanistan ile garantör konumuna geçti. İşte bu süreç ve sonrası dönüm noktalarından biridir. 1963 yılına kadar Enosis’in bayraktarları anlaşmalarca da belirlenen azınlık haklarını yok saymışlardır. Enosis tahayyül edilmiş, EOKA’nın kin ırmakları çağlamaya başlamıştır.

Bu kan ırmaklarını gürül gürül akıtan planın adı Akritas’tır. Arap -Bizans savaşlarında destanlara konu olan Yunan kahramanının adı da Akritas’tır. Akritas, Türklere karşı ilan edilen bir ölüm fermanı, soykırım planıdır. Yunan-Rum şovenizminin üç beş maddede cellada dönüştüğünün resmidir. Kanlı ellerin, kindar naraların eksilmediği dudakların, farklı bir söylemidir. “Megali İdea’nın” “Kanlı İdea’ya” evrildiğinin kanıtıdır. Bu söylemlerin fiile dönüştüğü zulümler için Kıbrıs Sevdalısı Arif Nihat Asya şöyle demektedir:

“Bir kapkara gölge… Kıbrıs’ın damgası bu!

Birlikte, berâber yaşamak dalgası bu!

Zannetme ki boşluktaki sesler boşuna:

Çanlarla ezanların ağız kavgası bu”

Bu plan doğrultusunda Rum polisler teröristlere dönüşmüş, Rum gençleri silahlandırılmıştır, Yunan komandolar da destekçi olmuştur. Rumlar self determinasyon ilkesinden hareketle kanuna uygulanabilirlik yaratmak için Türkleri göçe zorlama faaliyetleri ile birlikte Türk kıyımlarına başlamıştır.

Selimiye Camii’nin, Büyük Han’ın Türk damgası vurduğu Türk şehri Lefkoşa Rumlar tarafından ablukaya alınmıştır. Rum polislerin baskıları artmış, yavaş yavaş tahrikler başlamıştı. 21 Aralık’ta Tahtakale’de iki genç öldürülmesiyle katliamların ardı arkası kesilmedi. 14-18 yaşlarında kız çocukları yaralandı. Gözleri, bir eğitim kurumunu ağır silahlarla ateş altına alacak kadar dönmüş, soysuzlaşmışlardı. Yılın son, kışın ilk ayında hafif bir soğuk ama kan donduran vahşet ayazıyla Kıbrıs Türkü ölüm kalım mücâdelesi vermeye çalışıyordu. TMT sahneye çıktı, Kuvayı-ı milliye ruhu gökçek vatanın doğusunda yeniden vücut bulmaya başladı. Yeni yıla günler kala Rumların katliamları sonucunda şehit düşen Kıbrıslı Türklerin kanları, Mavi Vatan’ın huzur verici maviliğine kızıl acısı tonunda bir tabaka ekliyorlardı. Bu olaylara Kanlı Noel denildi. Şimdi bu vahşete biraz daha yakından bakmaya çalışalım…

Lefkoşa’dan Girne’ye dönen 6 erkek 4 kadının içinde olduğu 2 araba kurşunlandı. Kiminin evinde bebeği vardı baba diye yol gözleyen, kiminin hanımı bekliyordu; eşimin başına bir şey gelmeden evimize gelse diyerek. Belki içlerinden biri, minicik kızının doğum gününe gidemedi… Bir başka çocuk, bir daha annesine, anne diye sarılamayacaktı. Sâdece birkaç dakika kalmıştı eve varmalarına sâdece birkaç yüz metre… Lâkin tetikler çekildi ve silah masum insanlara ve hatta onların hayal ve umutlarına doğru patladı, artık o birkaç dakikalık mesâfe bir kıyamet kadar uzaktı.

Kana doymuyorlardı. Türk olan, Türkçe konuşup yaşayan kısacası kalbi Türkçe atan herkes genellikle sonu “is” le biten vahşilerin hedefi haline gelmişlerdi. Bu hedefe kundaktaki bebekler bile dâhildi.

Şimdi anlatmaya çalışacağım olayı yazarken defalarca tüylerim diken diken oldu. Odanın bir köşesine sabit ve donuk bakışlar atmaktan, yazıya odaklanmak bir hayli güç oluyordu. Zaman zaman iç çektim ve gururla iyi ki böyle bir milletin evladıyım diyerek şükrettim.

Binbaşı Nihat İlhan, Kıbrıs’ta Türk ordusunda doktorluk yapmaktadır. İlhan’ın görev yaptığı sırada âilesinden haber alması zor bir iştir. Görevi sırasında bir haber gelir. “Âileniz Allah’a kavuştu” der çoban Hüseyin. Hiçbir insan gibi Binbaşı da bu duruma inanmak istemez. Âilesinin katledildiğine haberine kulakları şahitlik yapmıştır, istemeye istemeye… Hemen eve gitmek istemiştir. Lâkin alay komutanın izin vermeyip, soğukkanlı olması için verdiği tâlimat da o derin ferasetin başka ifadesidir. İlhan Türkiye elçiliğine gelir, üzerinde kirden, tozdan kat be kat tabakalar. Bir duş alır almasına da tıraş olacak bir tıraş sabunu dahi bulamaz. Ardından dik, ölüme gülücük atarcasına kudretli adımlarla büyükelçimizin huzûruna çıkar. Büyükelçinin bir çırpıda birkaç kelimeyle söyleyeceği cümlenin arka planında “keşke bunları duyan ve söyleyen ben olmasaydım” iç yakarışlarının ses tellerini tarumar etme ve göz bebeklerinde acının kanlanarak temerküz etmesi hazindir. Karşısında 40’lı yaşlarda 3 çocuk sahibi filinta gibi bir zabit onu beklemektedir ve “başın sağ olsun, eşin ve çocuklarını Rumlar katletmiş” sözcükleri savrulur ağzından.

Fakat İlhan soğukkanlıydı abartı derecesinde metânete sâhipti belki de. Bu şaşkınlığa katliamın üzerinden 3 gün geçmesi de eklenince bir anlık duraksadı ve ağzından âdeta ilâhî bir nitelik kazanan tüyleri diken diken eden şu sözler döküldü: “Vatan sağ olsun!” Evet, vatan bugün sağsa onların mücâdeleleri ve bu alicenaplıklarından dolayıdır bir nebzede. Elçiliğe bu sırada bir hâmile Rum ve eşi gelir. Olay taze, insanlar üzgün ve intikam hırsı diridir. Biri silah uzatır ve “Vur! Al intikamını!” der. Lâkin İlhan hâmile Rum bayanla ilgilenerek, başka hekim arkadaşına yönlendirir. Çünkü onun mensubu olduğu millet ne kadar acı yaşasa da, zulme uğrasa da hiçbir zaman mâsum insanların kılına zarar vermez ve hatta onlara karşı daha büyük ihtimam gösterir. İlhan da deminde zikrettiğimiz gibi ölen eşi çocukları için:

“Dedim ki ya kaçırsalardı. Küçücük çocuk 4 yaşında, 6 yaşında. Kim bilir hangi dağda çoban olacaklardı. Ya hanımımı ne yapacaklardı?” Böylece millî menfaati yüksek tutma gayreti doruklara çıkmış, millî şuur gözlerinde parıltıya geçmiştir. Daha sonra binbir zorlukla da olsa cenâzeler Türkiye’ye getirilirmiştir. Kendisi de bu anı şöyle ifade etmiştir:

“Eşimi kalbime gömdüm. O günlerde Türkiye ile telefon haberleşmesi kesikti. Âilemin cenâzelerini Elazığ’da doğduğum yerde toprağa vermek istedim. Büyükelçi bana Türkiye ile telefon bağlantısı olmadığını söyledi. Dolayısıyla uçak gelemiyordu. Haber veremiyorduk. Sonunda Türkiye’den iki uçak geldi ve yaralılar ile cenâzeleri aldı. Ardından cenâzeleri Elazığ’a götürdük. Çocuklarım hâlâ kanlar içindeydi. Ellerimle yıkadım. Âile kabristanına çocuklarımı ve eşimi gömdüm.”

Birkaç gün beklemekten morarmış bebeksi tenin kadifeliğine şerh düşüren kan lekeleri vardı. Öte yanda giderlere gül-i ter renginde 3-5 aylık serüvenin âb-ı hayatı akıyordu. Bunlara muvazi olarak Doktor İlhan’ın göz pınarları içine doğru çağlıyordu. Duvarlar boyun büküp, görmemezlikten gelmeye çalışıyordu bu manzarayı. Küvetin içinde 3 çocuğuna siper olan Mürüvvet Hanım’ın çoktan cennet ayakları altına serilmiş, İlhan Bey’in hatırasında ilahlaşmıştı.

Evet, 40’a merdiven dayamış bir baba bedeni kanla kaplı 3 çocuğunu birden yıkamıştır. Târihin en büyük gassalı o olurken o musalla taşı da belki de târihin en çilekeş taşı olmuştur. Ezan-ı Şerif bir nevi mersiye makamına bürünürken, toprak ana yüzü düşük ama bir o kadarda gururlu şekilde bu bedenleri bağrına basmış aynı zamanda bu hâdise millî hâfızamıza, Mavi Vatan semalarına ve “Tam Bağımsız Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” davasına bir mıh gibi çakılmıştır.

1963 yılının son haftasında kumsalda, banyoda ve birçok yerde Türklere karşı soykırımın yapılmak istendiği; Kanlı Noel diye de insanlık târihinde kara bir leke bırakan katliamlarda şehit düşen Kıbrıs Türklerini saygıyla anıyor, Arif Nihat’ın şu dizeleriyle Kıbrıs Türk halkına selamlarımı gönderiyorum:

“Kurbanların ey Kıbrıs’ımız, Kıbrıs’ımız

Öz kardeşimiz, öz oğlumuz, öz kızımız…

Rahmet dileyen türbene artık kandil olmuş…

Başucunda ağlar ay-yıldızımız”

Kaynakça

(1) Keser, U. 21 Aralık 1963 Kanlı Noel Kumsal Faciası ve Bugüne Yansımaları. ÇTTAD. 2011.

(2) Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı İnternet Sitesi

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.