“Muhakkak ki biz emâneti; göklere, yere ve dağlara teklîf ettik. Fakat onlar onu yüklenmekten kaçındılar ve onun sorumluluğundan korktular. Sonunda onu insan yüklendi. Muhakkak o da çok zâlim ve çok câhil biri oldu.” (1)
Hayat bir anlamda bir emânet taşıma imtihânıdır. Peki, dünyâ için verilen bu emânet nedir? Dağlar, taşlar ve gökler kabul etmemiş, neyine güvenmiştir de insanoğlu sırtlanmıştır bu koca yükü? Peki, bu emâneti üstlenen insan, sırtlandığı yüküyle şu cihâna kalmış mıdır? Yoksa ona yükü veren yükünü taşıyacak heybeyi de vermiş midir?
Şüphesiz ki insanoğluna verilenlerin en güzeli en anlamlısı en biriciği verilmiş ve emâneti yüklenen insanoğlunu Rabbi yine yalnız bırakmamıştır.
“(Ey Peygamber!) Eğer biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirmiş olsaydık, elbette sen onu Allah’ın haşmetine saygıdan boyun eğerek paramparça olduğunu görürdün. Belki düşünürler diye biz bu örnekleri insanlara veriyoruz.”(2)
Bu benzetme ile Allah’ın yüceliği ve kulun sorumluluğu anlatılmak istenmiştir. Yâni, dağ gibi büyük bir varlık bu gerçeği idrâk edebilseydi eğer, kadîr olan Rabbi ’ne yaptıklarının hesabını verirken korkudan titreyerek paramparça olurdu. Ama ne tuhaftır ki insanoğlu Kur’ân’ı anladığı ve sorumluluğunu idrâk ettiği hâlde pervâsız ve gamsız davranmaktadır. Allah’ın huzûrunda bir gün hesaba çekilecek olduğu hâlde, böylesine büyük bir sorumluluk taşımaktan korkmamaktadır… İnsanoğlu Kur’ân’ı duyduğu ve okuduğu hâlde, tıpkı cansız ve şuûrsuz bir taş gibi görmemezlikten gelmekte ve idrâk etmemektedir.
İnsan sonsuz boşlukta olan bir yolcu gibidir. Ancak öyle alelâde bir yolcu değildir. Aslında yolun ta kendisidir. Bütün yollar onun ufak yuvasına sırlanmıştır. Bir türlü ehlîleşemeyen doludizgin koşmak isteyen yılkı atları gibi koşmak ister. İnsanın içindeki bu vahşilik nefistir. Bir türlü ehlîleşmesine izin vermez. Durmadan, yabanî atlar gibi koşturup durmasını dürtüler. Eğer ehlîleşirse bilir ki artık onu dinlemeyecek ve yok edecektir. Câhillik, nankörlük, isyan. Bu üçü insanın ehlîleşmesine engel olur. Ancak Allah’ın vermiş olduğu emânetle insan ehil olabilir. İnsan bu emâneti yüklenmeden önce diğer varlıklar gibi sıradan bir varlıkken yüklendikten sonra diğer varlıkların emrine sunulduğu, yeryüzünde Allah adına hükmedecek makâma yükselmiştir. Emâneti yüklenmekle zâlim olan insan ise emânetin gereğini yerine getirmeyen insandır. Aklını ilâhî irâde doğrultusunda kullanmayan kimselerdir.
Emânetin en can alıcı olanı da akıldır. Allah insana aklı, doğruyu yanlıştan ayırma, düşünme, hissetme, arzu etme ve muhâkemede bulunma gibi kâbiliyetleri bahşetmiştir. Beşere bir hikmet gereği verilen akıl, iyilik ve kötülüklerin, güzellik ve çirkinliklerin bilinmesinde ve takdîr edilmesinde esas ölçü, duyu ötesi varlığı vâsıtalarla, duyularla bilinebilenleri deney ve gözlemle algılama yetisi olup ilâhî teklîfin de temelidir. İnsan, ilim ve hikmeti onunla elde eder. Akıl, tedbir ve fiil îtibâriyle maddeye yakın olup zâtıyla maddeden mücerrettir. O öyle bir cevherdir ki Allah, onu insan rûhuna bir nur olarak hikmeti gereği ihsan etmiştir ta ki eşyanın hakikatini onunla keşfetsin… Eşyadaki düzeni anlama gücüne sâhip olduğu gibi ilâhî gerçekleri de anlama, sezme, onların üzerinde düşünüp yorum yapma, onların hikmetini idrâk etme gücüne de sâhiptir. İnsan ilâhî bir emânet olan bu mânevî kuvvet ile eşyanın güzel veya çirkin, neyin iyi neyin kötü olduğunu, kemâl ve noksana müteallik sıfatların farklarının belirlenmesini, arazları, faydaları ve emirlerin maksadını, hikmetini takdîr eder. Böylece aklın fonksiyonu tâyin ve teklîf değil, tespit ve temyizden ibârettir. O, mutlak olarak özgür değildir, muhtâç olduğumuz her şeyin gerçek bilgisini de veremez. Duyular gibi onun da bir sınırı vardır. Çünkü akıl, arzu, dürtü, alışkanlık, çevre ve toplum gibi iç ve dış faktörlerden etkilenir. Böylelikle kendi alanına giren şeylerin bile gerçek bilgisini vermekte başarısız kalabilir. O hâlde akıl iki şekilde kullanılabilir. Bu kullanımlardan biri insanı dünyâ ve âhiret saâdetine götürürken diğeri hüsranda bırakır. Eğer insan aklını her şeyden üstün görür, tek ölçü ve tek hâkim kabul ederse bu düşünce onu küfre, dalâlete ve sapıklığa götürür. Fakat aklını usûlüne göre yâni yaratılış hikmetine uygun bir şekilde kullanır ve bu nîmetin farkına varırsa, o zaman akıl sâhibini hakîkati keşfetmeye, dünyâ ve âhiret saâdetine iletir.
Akıl, göz; Kur’ân, güneş gibidir. Görme işinde göze ve güneşe birlikte ihtiyâç bulunduğu gibi gerçekleri anlamada da akıl ile Kur’ân’a birlikte ihtiyâç vardır. Aklı devre dışı tutmak Kur’ân’ın nûru vardır deyip gözlerini kapatmak gibidir. Kur’ân’a sırt çevirip sâdece akıllarını kullananlar da gözlerine güvenip güneşsiz yerlerde ışık arayanlar gibidir. Bunların hepsi karanlıkta ve dalâlette kalmaya mahkûmdurlar. (3)
İnsana verilen emânetlerin bir diğeri de Allah’ın halîfesi ve vekîli olmaktır. Allah yeryüzünde yaratacağını söylediği halîfesi olup bunu da varlıkların zâhirdeki istîdatlarına ve yaratılıştaki kâbiliyetlerine arz etti ve onların hepsi de bunu yüklenmekten kaçındılar ama insan onu yüklendi.(4) İnsan onu yüklenerek tüm kâinatı emânet olarak gördü ve o mukaddes emânet, Allah’ın yarattıkları arasında akıl ve irâde sâhibi olan insana büyük bir sorumluluk yükledi. Bu sorumluluk Allah’ın yarattığını emânet görmekle başlıyor, emânetler arasında adâlet gözetmekle nihâyet buluyordu. Allah insanoğluna “mülkünü” (servet ve kuvvet/ rızık ve rızık kaynaklarını) emânet etmiş, ona böylesi bir “görev” vermiştir. Üstüne üstlük ilahî mülkiyet üzerinde tasarrufta bulunma yetenek ve yetkisi (akıl, vicdan, irâde, özgürlük, ilim) ile donatmıştır… Artık insanın bir gâyesi vardır.
Diğer yazımızda insanın gâyesinden bahsedeceğiz. Allah’a emânet olun.
Kaynakça
(1) Ahzâb suresi. 72. ayet.
(2) Harş suresi. 21. ayet.
(3) Ebû Hamid el-Gazâlî. Trc: Abdulhalık Duran. el-İktisâd fi’l-İ’tikad. İtikadda Orta Yol. Hikmet Neşriyat. İstanbul 2004. s.12.
(4) El-Geylani, a.g.e. 6, 106; İbn-i Aşur, a.g.e 22, 126.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.