Mayıs ayının gelmesi ile berâber bir tarafımız neşe ile doluyken bir tarafımız da buruk. Târihe damga vuran 3 Mayıs 1944 olaylarına girmeden önce Hüseyin Nihal Atsız’ın fikir hayâtı nasıl şekillendi, biraz bunlara değinmek istiyorum.
Atsız Bey, 1905 yılında İstanbul Kadıköy’de dünyâya geldi. Cihan ve Kurtuluş Harbi’nin gerçekleşip alevlendiği bir dönemde büyüdü. Bu dönemde Arapların, Millet-i Sâdık’a dediğimiz Ermenilerin ihânetlerini dinlemiştir. Bu olaylarla Atsız Bey, Türklüğün ne kadar gurur duyulacak bir mesele olduğunun farkına varmıştır. Çünkü Türk târihinin hiçbir döneminde böyle eziyet ve zulümlere yer verilmemiştir.
O, Türklük bilinci içinde yetişmiş ve yetmiş yıllık ömrünü bunun uğurunda fedâ etmiştir. Yüksek tahsil zamanlarında ise Orhun dergisini çıkarmaya başlamıştır. Öyle ki bu dergi Türkiye çapına dağılan ve birçok üniversite genci tarafından okunan bir dergi idi. 1944 yılı oldukça buhranlı, karmaşalar ile dolu, 2. Dünyâ Savaşı’nın sonlarına gelinip Sovyetlerin savaşı kazandığı bir dönem idi. Komünizm ülkemizde hızla yayılmaya başlamıştı. Birilerinin inisiyatif alıp buna dur demesi, ateşi bir yerden yakması gerekiyordu. Bu kişi Atsız Bey oldu. Orhun dergisinde şubat ve mart sayılarında arka arkaya dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na iki açık mektup yayımladı. İlk mektup şu şekilde başlıyor:
“Sayın Başvekil;
Hem Türkçü hem Başvekil olduğunuz için size bu açık mektubu yazıyorum. Yalnız Başvekil olsaydınız bunları yazmak emeğine kalkmazdım. Çünkü Türkçü olmayan bir Başvekile hitap etmenin ne kadar boş olduğunu bilirim.”
İkinci paragrafında ise o meşhur cümleleri kaleme alıyor. “Millet Meclisinde 5 Ağustos 1942 günü verdiğiniz nutukta ‘Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve dâima Türkçü kalacağız. Bizim için Türklük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.’ demiştiniz. Türk târihi ile uğraşan bir münevver olarak söyleyebilirim ki ne ırkımızın ne de devletimizin târihinde, Türk Milliyetçiği resmi bir ağızdan bu kadar keskin bir sözlerle hiçbir zaman açığa vurulmamıştır…” Bu mektup hayli uzun… İnternet üzerinden mektuba ulaşabilirsiniz. İlerleyen sayfalarında ise komünizmin ülkemizde hızla yayıldığını, önünün kesilmesi gereken bir faâliyet olduğunu ve açık isimler vererek o kişilerin bir an evvel önünün kesilmesin gerektiğini söylemiştir.
Bir düşünmenizi istiyorum. Türkçü olduğunu iddia eden bir Başbakan’a dönemin münevverlerinden birisi dergisinde açık mektup yayımlıyor, isimler veriyor, bu kişilerin hangi görevlerde olduğunu ve âcilen bir tedbir alınması gerektiğini söylüyor. Bu dergi ise, Türkiye çapında dağıtılan ve herkesin elinde olan bir dergi… Hükûmetin tepkisi ne olurdu?
Yine beklediğimizin aksine bir tepki ile karşı karşıya kalıyoruz. Hükûmet bu olayı öğrenince tâbiri câiz ise çılgına dönüyor ve diyor ki “Atsız’ın önü kesilmeli!”
Atsız Bey’in verdiği isimler arasında Sabahattin Ali’nin de ismi var ve ikisi o dönemlerde oldukça sert bir şekilde mektuplaşıyorlar. Atsız yine açık bir şekilde mektuplarını yayımlıyor. Sabahattin Ali’ye ağır hakaretlerde bulunuyor ve onu vatan hâinliği ile suçluyor. Falih Rıfkı Atay, Şükrü Saraçoğlu ve Hasan Ali Yücel’in zorlaması ile Sabahattin Ali, Atsız’a dâvâ açıyor. Târihler 26 Nisan 1944’e yaklaşınca Atsız ve Ali dâvâsının ilk kısmı görülmek üzere Atsız Bey Ankara’ya gitmek için yola çıkıyor. Osman Yüksel Serdengeçti ise Ankara Tren Gar’ında Atsız Bey’i beklemeye başlıyor. Bir zaman sonra Atsız’dan önce Sabahattin Ali Tren Garı’nda iniyor ve Serdengeçti hızla Sabahattin Ali’nin yanına gidiyor “Sen nasıl Atsız’a dâvâ açarsın!” diyerek Ali’yi dövüyor.
26 Nisan 1944
Atsız ve Sabahattin Ali dâvâsının ilk duruşması… Yoğun katılım oluyor. Sabahattin Ali korkup adliyenin birinci katındaki camdan atlayıp kaçıyor. Dâvâ, 3 Mayıs 1944 târihine erteleniyor. Atsız Bey İstanbul’a dönmeyip Ankara’da dâvâ gününü bekliyor. Gençlerle berâber oturup kalkıyor. Osman Turan’ın dâveti üzerine Atsız, 28 Nisan günü Ankara Dil Târih Coğrafya Fakültesine gidiyor. Osman Turan’ın odasına girdikten sonra fakültedeki bütün gençler Atsız’ı görmek ve ona destek olmak için yanına gitmek ve onu görmek istiyorlar. Dekan bu ilgiden oldukça rahatsız oluyor ve Atsız, üniversiteden çıkarken ana kapıdan değil de kimsenin olmadığı bir başka kapıdan çıkmasını söylüyorlar. Bu olayın sonucunda 4 Mayıs 1944’te Osman Turan görevden alınmıştır.
3 Mayıs 1944
Duruşma günü, Ankara’da insanı dehşete düşüren bir kalabalık vardı. Ulus Anafartalar Caddesi’nden Sıhhiye Adliye Sarayı’na kadar uzanan yolda gençlerle berâber Atsız Bey Adliye Sarayı’na doğru yürüyordu. Sokaklardaki bu kitle Çankaya’dakileri oldukça rahatsız etmiş ve telâşlandırmıştı. Hatta “Atsız ihtilâl yapacak” diye söylemler Çankaya Köşkü’nde vız dönüyordu. İnönü, sokaklara askerleri dökmüştü. Biz asıl olayların başladığı târihi 19 Mayıs olarak biliyoruz fakat asker ve polisler bu yürüyüşe katılan gençleri 3 Mayıs’ta içeri almaya başlamıştı. Güç belâ Atsız Bey salona girdi. Savcının iddianâmesinden sonra dâvâ 9 Mayıs’a ertelendi.
9 Mayıs 1944
Son duruşmada Atsız savunmasını yaptı. Sabahattin Ali’ye “Vatan Hâini” demesi mahkeme tarafından sövme olarak kabul edildi. Para cezâsı kesildi ama Atsız Bey berâat edemedi. Zâten on gün sonra İnönü’nün o meşhur nutku yayımlanacak, Atsız Bey’in tâbiri ile ıstırap dolu günlerimiz başlayacaktı.
19 Mayıs’a giden yolda Hükûmet, Atsız’ın durdurulması gerektiğini çünkü arkasında çok güçlü bir genç kitlenin olduğunu fark etti. Peki, bu nasıl mümkün olacaktı? Önlerinde 19 Mayıs kutlamaları vardı ve İnönü, meydanlarda halka seslenecekti. Bunu bir araç olarak kullandılar. 19 Mayıs Bayramında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü nutukta Türkçülük, Irkçılık, Turancılık gibi olaylardan bahsetti ve Türk milliyetçilerini vatana ihânet, Alman ajanlığı ile suçladı. Târihimizin hiçbir döneminde böyle bir suçlama ile karşı karşıya kalmamıştık. Bir milleti, kendi milletinin milliyetçiliğini yapıyor diye suçlamak ne kadar trajikomik bir durum. Eminim ki dönemin Almanya’sı, Amerika’sı bize kahkaha atarak gülmüşlerdir. Bu olay, bizim alnımıza kendi ellerimiz ile sürdüğümüz bir kara leke olarak kalacaktır. Sabahattin Ali ve Hüseyin Nihal Atsız’ın dâvâsından ayrı olarak 19 Mayıs 1944’t Irkçılık-Turancılık Dâvâsı açılmıştır.
Nutku bir ihbarnâme olarak alan polisler Türk milliyetçilerini tutuklamaya başladı. 3 Mayıs yürüyüşüne katılan gençler, Hüseyin Nihal Atsız, Nejdet Sançar, Alparslan Türkeş, Reha Oğuz Türkkan, Zeki Velidi Togan, Orhan Şaik Gökyay, Hüseyin Namık Orkun gibi önde gelen isimler ve 47 kişi bu dâvâda yargılandı. Dönemin gazeteleri milliyetçiler üzerinden ağır suçlamalar ve propagandalar yapmaya başladı.
Ceza Evi Süreci
Aylarca işkenceler, hakaretler, tabutluklar; boş kâğıt imzalamaya zorlamak, aç ve susuz bırakmak gibi türlü türlü işkenceler yapıldı. Bunca zulme ve baskıya rağmen hiçbir milliyetçi yılmadı, yıkılmadı; sonuna kadar dâvâlarını ve haklarını savunmaya devam etti. Mahkeme heyetine âdeta haykırırcasına dertlerini anlattılar.
Tabutluklar ise insanı gerçek dünyâdan koparan bir işkence yöntemi idi. Sâdece bir kişinin sığabileceği, derinliği 40 cm, genişliği 50 cm, boydan ise 2,5 m olan yerlerdi. Kollarını ve bacaklarını zincir ile bağlayıp duvara asıyorlar. Yemeğini orada yiyip tuvaletini orada yapıyorsun. Sabah akşam demeden başında 1500 wattlık ampul beynini eritircesine yanıyor. Bu insanlar günlerce, haftalarca bu işkenceye mâruz kaldı.
İşin en kötü taraflarından bir diğeri ise işkencelerin sâdece yargılanan kişiler ile sınırlı kalmamasıdır. Bu süreçte Atsız Bey’in eşi Bedriye Hanım ve Nejdet Sançar’ın eşi Reşide Hanım da yargılanmıştır. Bedriye Hanım iki ay, Reşide Hanım dört ay ceza evinde kalmıştır. Daha sonra mesleklerine geri dönmüşlerdir.
Mahkemeler arka arkaya devam ediyordu. Milliyetçilerde pes etme, boyun eğme gibi bir niyet yoktu. Mahkemelerde dimdik duruyor yeri gelince mahkeme heyetine ders veriyorlardı. Savunmalarını okuduğum zaman olayların tamâmen saptırıldığını gördüm. Hatta Atsız Bey kendisine sorulan bir soru üzerine ‘’Bu sorunun mahkeme ile ne ilgisi var!’’ diyerek terslemiştir. Nejdet Sançar’ın mahkeme heyetini çok ciddiye almadığı ve sürekli güldüğü söyleniyor.
Bir buçuk yıllık ceza evi sürecinden sonra dâvâ Askeri Mahkemeden alınıp 2 numaralı Sıkıyönetim Mahkemesine verildi ve sürece tutuksuz olarak devam ettiler. 31 Mart 1947’de ise dâvâ berâat ile sonuçlanmıştır. Yargılanan herkes işlerine geri dönmüştür. 1949 yılına kadar Atsız Bey iş konusunda oldukça sıkıntı çekmiş, eski mesleğine geri dönememiştir. 1949 yılında ise Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu Milli Eğitim Bakanı olunca Atsız Bey’i Süleymaniye Kütüphanesine uzman olarak atamıştır.
İlk 3 Mayıs kutlaması, 3 Mayıs 1945 yılında 3-4 kişinin ceza evinde bir masanın etrafına toplanıp o günü anmaları ile târihe geçmiştir. Sadece Sovyetlere yaranmak için şanlı târihimize böyle bir kara leke bırakmaya değer miydi?
Atsız Beğ’in dediği gibi “Türkçüler! Toplu veya yalnız her yerde 3 Mayıs’ı analım ve Kür Şad’ın hâtırasını yüceltelim.”
Türkçülük Bayramımız Kutlu Olsun!
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.