Mustafa Kemal Paşa’nın Batı Anadolu gezisi sırasında iki gelişme olmuştu; Gâzi Paşa, Uşşâkîzâde Latife Hanım’la İzmir’de evlenmiş, Mahmut Esat (Bozkurt) Bey’in ön ayak olduğu bir iktisat kongresi düzenlenmişti. Bu gelişmeler karşısında Ankara’da hava hep aynıydı; meclisteki zâhitler, Latife Hanım’ı nikâhta neden vekâleten bir erkek temsil etmemiş de nikâha doğrudan kendisi katılmış; İzmir’deki iktisat kongresine neden kadın işçiler de çağırılmış, bunlar erkeklerle oturup devlet meselesi mi konuşacakmış gibi kendilerinden beklenebilecek ilkel düşünceyi fâsılasız temsil ediyorlardı. Bu zihniyete yine Gâzi Paşa cevap verecekti; Latife Hanım’ı TBMM’nin dördüncü yıl dönemi açılışına dâvet etti. Teklif sırasında çabuk endişe eden Salih (Bozok) Bey’e, “Birinin ilk adımı atması gerekiyor. Bu adımı başka adımlar izler. Bakarsın gün gelir hanımlar meclise milletvekili olarak da girerler. Bir yol açmak ve durgun suyu akıtmak zorundayız” yanıtını geciktirmedi. Sofu mebusların homurtuları arasında Latife Hanım meclise gelmiş ve Gâzi Paşa’nın açılış konuşmasını dinlemişti. Bir gün kadınlara hak ettikleri yerin verileceğine yürekten inanan Mustafa Kemal Paşa için bu, oldukça mühimdi. Zaten evlilikleri süresince, yurt gezilerine eşini de hep yanında götürmüştü.

Mecliste bâzı vekillerin verdiği seçimlerin yenilenmesi teklifi görüşülecekti. Mâlûm, birinci meclisin görevi zafer kazanılınca sona ermişti; seçim yenileme kararını normal şartlarda alamazdı fakat teklif muhalif vekillerle ortaklaşa hazırlanıp sunulunca bu durum ortadan kalktı. Bu devrenin müspet gelişmesi ise Türkiye’nin yeniden Lozan’a dâvet edilmesi oldu. Bu barış görüşmelerinin ikinci etabı demekti. Baş delege İsmet Paşa, bu kez eşi Mevhibe Hanım’ı da yanında götürüyordu. Döneminin bütün kadınları gibi kapalı bir muhitte yetiştiği için epeyce tedirgindi Mevhibe Hanım. Batılıların, bilhassa Batılı kadınların nasıl davrandığını bilmediğinden İsmet Paşa’yı mahcup etmekten korkuyordu. Oysa Batılı kadınların bir üstünlüğü yoktu Türk kadınından, belki farkları şuydu ki mevcut haklarını mücâdele ederek kazanmışlardı. Türk kadınının savaştaki vefâ ve cefâ hakkı da teslim olunacaktı elbet. Herhalde Türk kadını da o gün gelene dek, kendilerine kabul ettirilmeye çalışılan köhnemiş kuralları yıkardı; yıkacaktı. Lozan sokaklarından bir kadın şoförün idâresi altında geçen otomobile çarptı gözü Mevhibe Hanım’ın, şaşkınlığını İsmet Paşa’dan gizleyemedi. İsmet Paşa’nın “O da bir şey mi? Doktorluk da yapıyorlar avukatlık da.” cevabını bile alay sandı. İsmet Paşa’nın daha açıklayıcı olsun diye îzah ettikleri ise aslında o dönemin bilhassa Mustafa Kemal Paşa’nın Türk milleti üstünde kurduğu misyonu apaçık ortaya koyuyordu: “Bütün bir millet; taassuptan uzak, son ferdine kadar; çalışıyor, düşünüyor ve üretiyor.”

Lozan Konferansı tekrar açıldıktan kısa bir süre sonra hızlı bir şekilde sertleşti. Müttefikler; dış borçlar, kapitülasyonlar ve evvelce verilmiş imtiyazlar konusunda büyük zorluk çıkarıyorlar ve Türk milletinin geleceğini ipotek altına almak istiyorlardı. Kırk paralık menfaat için her türlü insanlık dışı yola başvurmaktan imtinâ etmeyecek hasta bir ruha sahiptiler. Osmanlı’dan kalan borçların fâizlerini altınla ödeyin diyorlardı; tabiî bu istek şiddetle ve kat’î olarak reddediliyordu. Çünkü kapitülasyonlara, Türk milletinin mâlî istiklâlini mahvedeceği için onay verilemezdi. Bunu bildikleri için de sırf kargaşa hâli sürsün diye görüşmelerin ilk etabındaki Türk lehine kat edilen mesâfeyi dahi yok sayıyorlardı. Entrika, yalan, hîle, baskı, tehdit; işte müttefik kanadının konferanstaki mizaç beşibiryerdesi… Vaziyet böyleyken Yunan baş delegesi Venizelos, İsmet Paşa ile temas etmiş ve bâzı hususlarda mutâbık kalınmıştı. Buna göre Yunanlılardan tazmînat yerine Karaağaç ve onlar tarafından zaptedilmiş bütün Türk gemileri geri alınıyordu. Diğer iktisâdî açmazların da aşılmasıyla nihâyet barış görüşmeleri sona ermişti ve imzâ etmek için delegeler heyeti Türk hükûmetinden onay bekliyordu. Yalnız bu onay bir türlü gelmiyordu. İsmet Paşa pek sıkıntılı bir hâlin içindeydi. Birkaç uykusuz sabahlamaların ardından Gâzi Paşa’ya mürâcaat etti. Gâzi Paşa, kendisine yazdığı mektupta: “Hiç kimsede tereddüt yoktur. Kazandığımız başarıyı en harâretli ve samîmî duygularımızla tebrik etmek için antlaşmanın imzalanmış olduğunun bildirilmesini bekliyoruz kardeşim!” diyordu. Bu mektup İsmet Paşa’yı umduğu rahatlığa kavuşturmuştu; “Her dar zamanda Hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı tasavvur et. Sana bağlılığım bir kat daha arttı. Gözlerinden öperim pek sevgili kardeşim! Aziz Şefim…” diyerek Gâzi Paşa’ya şükranlarını iletiyordu ve târihlerin 24 Temmuz 1923’ü göstermesine Beau Rivage Sarayı’nda şâhitlik ediliyor; Lozan Sulh Muâhedenâmesi İsmet Paşa, Dr. Rıza Nur Bey, Hasan Hüsnü (Saka) Bey vesilesiyle imzalanıyordu. Evet; Lozan bir zafer midir, buna ancak târih karar verir ama İhvancı birâderlerin iddia ettiği üzere asla ve asla hezîmet değildir. Biz Lozan’ı bu şekilde nitelemeyi de yerinde bulmuyoruz; bize göre Lozan, Türklerin devraldığı sorunlara rağmen ve kısa sürede toplayabildiği mevcut kudretine nazarla Mîsâk-ı Millî’sine hemen hemen sâdık kalarak Anadolu’da kurduğu yeni millî devletin tapu senedidir. Yeri gelmişken; işte bu senedin de her tapunun ortak özelliği gibi ne geçersiz kalacağı bir zamanı ne de gizli tutulmuş yanları bulunmamaktadır. Herhalde biraz kafası çalışan, tapusu kendisinde olduğu evini yüz yıl sonra boşaltacağını veya bu tapunun saklı maddelerine göre evin misâfir odasını çok daha sonra kullanacağını düşünmez; hatta bunu deli saçması olarak görür.

Zaman içerisinde telâfî edilebilecek birkaç eksiğini kabul etmekle beraber Lozan, yüzyıllardır sürdürülen ve Sevr ile sonuca ulaştırılmak istenen sûikastı durdurmuştu. Yine de temkinli olmak lâzım gelirdi zîra bu anlayış her zaman hortlayabilirdi. O anlayış ki yaşamak ve kurtulmak için Türklerin kendilerine avuç açacağına inanıyordu. Türkler için, maddî konularda direnseler bile diğer hususlarda erken seviniyorlar, gibi bir kanaatleri vardı. Çünkü onlara göre Türkler, Aydınlanma Çağı’ndan geçmemiş oldukları için 20. yüzyılın medeniyet âlemine kesinlikle katılamazlardı. Öyle mi olacaktı… Görülürdü elbet!

Türkiye’de müttefik kuvveti kalmamıştı artık ve Türk ordusu büyük bir törenle İstanbul’a giriyordu. Bu asla uyanılmak istenmeyen bir rüya gibiydi. İstanbul’un işgalinin resmen bitişinden bir hafta sonra da Anadolu’nun kalbi ve millî mücâdelenin kalesi olan Ankara’nın, başkent olması hakkındaki teklif mecliste kabul edildi.

Lozan görüşmeleri sırasında İsmet Paşa ile sürtüşen Rauf Bey, kabineden istifa etmişti; Gâzi Paşa’nın düşüncesine şerh düşmeyen Fethi Bey başbakan oldu. Fethi Bey başkanlığında oluşturulacak icrâ vekilleri heyetine seçilen bâzı bakanlar ise yeni hükûmetin fikir uyumu içerisinde çalışmasına ket vurur cinstendi. Tabiî bu bir sistem sorunuydu. Çünkü yürütme erkini yasama organı seçiyordu. Yasama, yürütmeyi elbette denetlemeliydi ama doğrudan belirlememeliydi. Böyle olduğu müddetçe üyeleri ortak karar alamayan hükûmetler sorunu hiç bitmezdi. Aslında sistem hem sorunluydu hem de müstakil bir devletin rejim ihtiyacına cevap vermiyordu; kaldı ki saltanatın lağvından sonra yönetim biçimi boşluğu daha hissedilir hâle gelmişti. Rauf Bey ile Karabekir Paşa’ya göre belirlenecek rejim, yeni anayasanın kabulünden sonra îlân edilmeliydi; mâlûm karar da muhakkak aralarında Refet (Bele) Paşa ile Ali Fuat (Cebesoy) Bey’in de bulunduğu ekibe yâni kendilerine danışılarak verilmeliydi. Burada iki sıkıntı vardı. Birincisi; millî mücâdelenin muhârebe öncesi ve muhârebe safhaları bile kongrelerle, meclislerle yürütülürken yâni teknokrasiye hiç başvurulmamışken muhârebe sonrası safhasında böyle bir yola girilmesi, devletin temel ilkeleriyle çelişiyordu. İkincisi de yeni bir devletin her yönden gelişmeye açık ve acemilik çektiği bir döneminde, yönetim biçimini belirlemeyi uzun uzun sürecek anayasa tartışmalarının arkasına atmak, kargaşa ve hükûmet krizlerinin, iktidar dövüşlerinin diğer adı demekti. Ortaya çıkan tablo tartışmaya açık da olsa da netti; Gâzi Paşa’ya göre hepsi büyük hizmetlerde bulunan, şüphesiz vatansever olan ama ufukları dar, yarını göremeyen, bu nesilden sonra da işleyecek bir idârenin kurulmasının zorunlu olduğunu anlayamayan isimlerle bir yol ayrımının arifesi yaşanıyordu.

Mustafa Kemal Paşa, ilk hamle olarak Fethi Bey’den istîfâsını istedi; bu sistemle iş yürümediğini gâyet iyi bilen Fethi Bey, istîfâsını verdi. Yeni hükûmet ise bilinçli olarak hemen kurulmuyordu çünkü sâdece bakan belirleme düzenini değiştirecek yasayla bu iş kökten hallolamazdı. Ve evet; bu işi kökten halledecek şey, cumhuriyetti. Gâzi Paşa’nın teklifi mecliste görüşülmeye başlandı. Esas hakkındaki görüşmeler yapılırken kürsüye gelen Bitlis milletvekili Sofrasur Âsizâde Resul Bey’in, “Hükûmetimiz teşekkül ettiği günden beri cumhuriyettir. Ama bâzı ihtiras ocaklarını alevlendirmemek için unvanını açıkça vermemiştir. Bugün bunu açıkça îlân ediyoruz. Artık taçlılar bu milleti idâre edemeyecektir. Hükümdarların hangisi başımıza geldi de hâlimizi sordu? Dağdaki çobandan, ekmeğini taştan çıkartan köylüden haberdar oldu mu? Bu devlet bir âilenin mülkü değildir; milletin devletidir.” şeklindeki konuşması hem görüşmelerin iklimini hem de genel kanaati ortaya koyuyordu. Dolayısıyla tek tek maddelerin oylamasına geçildi. Hâkimiyet bilâ-kayd ü şart milletindir, idâre usûlü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idâre etmesi esasına dayanır, Türkiye Devleti’nin şekl-i hükûmeti Cumhûriyet’tir; birinci maddenin muhtevâsını oluşturuyordu ve bu maddeyle birlikte Ankara milletvekili Gâzi Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin cumhurbaşkanı seçilmesi, 29 Ekim 1923’te oybirliğiyle kabul edildi. “Muhterem arkadaşlar! Kadir bilir heyetinize bütün samîmîyetimle teşekkür ederim. Efendiler! Yüzyıllardır mağdur ve mazlûm olan milletimizin, son yıllarda göstermiş olduğu kâbiliyet, istîdat ve idrak, milletimiz hakkında olumsuz görüş besleyenlerin ne kadar gâfil ve görünüşe aldanan insanlar olduklarını pek güzel ispat etti. Milletimiz, liyâkatini yeni rejim sâyesinde medeniyet âlemine daha kolaylıkla gösterecektir. Hep beraber daha ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti; mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır.”

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığına Malatya milletvekili İsmet Paşa seçildi. Ankara’da dakika bir gol bir misali hilâfet tartışmaları açılmış; daha ilk adımda, cumhuriyet örselenmeye başlanmıştı. İngiltere de birtakım istihbarat memurları eliyle yürüttüğü faâliyetlerde halîfenin güçlendirilmesi propagandası yapıyordu. Ayrıca Doğu’da da etnik ve dînî meseleleri kaşımaktan geri kalmıyordu. Bu çabalar Türk Devleti’nin ve Türk Cumhuriyeti’nin gücünü sınamaktan başka bir şey değildi. Bu gelişmelerin olduğu bir ortamda ‘Abdülmecid Efendi’nin Ankara’da temsilciliğim olsun, elçilerle kendim görüşeyim; hükûmete bilgi vermeyeyim’ gibi talep ve fiilleri ise mevzûyu sûistîmâle daha da açık hâle getiriyordu. Gâzi Paşa da hükûmet de hemfikirdi ne iki başlı devlet olurdu ne de bu şartlar altında cumhuriyet gelişip yerleşebilirdi, mart başında bu mesele halledilip bitirilecekti. Kaldı ki hilâfet demek hükûmet demekti; dînî değil, dünyevî ve siyâsî bir meseleydi. Îtikatla ve ibâdetle de hiçbir ilgisi yoktu.

Târihten bilinir ki Türk milletinin ve onun devletinin kritik dönemlerinde meydana hep askerî kanat çıkmıştır; vaziyet gereği bu kanat bâzen aynı anda siyâset de yapmak zorunda kalmıştır, vaziyet öyle olmadığı hâlde hem asker kalayım hem politika güdeyim diyenler de olmuştur.

Fakat irâde ile de olsa çâresizlikle de olsa ordunun siyâsetle anılması cumhuriyetin özüne aykırıydı. Aynı şekilde mensup olmaktan saâdet duyulan İslâm dîninin de siyâset vâsıtası olmaktan uzaklaştırılması gerekliydi. Gâzi Paşa bu husustaki fikrini, mecliste yaptığı konuşmayla belirtiyor; “Kutsal inançlarımızı ve vicdânî değerlerimizi; karışık, karanlık, her türlü menfaat ve ihtirasa sahne olan siyâsetten bir an önce ve kesin bir biçimde kurtarmak, milletin dünyevî ve uhrevî saâdetinin emrettiği bir zarûrettir. İslâm dîninin yüksekliği ve yüceliği ancak bu şekilde belirir.” diyordu. Yine ülke içerisinde, farklı devlet kurumlarından çeşitli vakıflara kadar ve halk içinde oluşan sivil toplum örgütü diyebileceğimiz yapılardan cemâat veya tarîkat oluşumlarına bağlı merkezlere kadar eğitim ve öğretim faâliyeti yürüten yerler vardı. Bunların da Türk milletinin yararına olacak kısmının hârici budanarak kalanının devlet eline verilmesi şarttı çünkü bu hâlde ne yönetim ne de denetim yapılamazdı. Eğer bahsedilen cumhuriyet ve onun temel ilkeleri ise gerekli her türlü eğitim ve öğretim organizasyonu ancak Milli Eğitim Bakanlığı aracılığıyla yâni devlet imkânıyla yürütülebilirdi.

Urfa milletvekili Şeyh Saffet Efendi ve 53 arkadaşının vermiş olduğu hilâfetin ilgâsı ve Osmanlı hânedanının yurt dışına çıkarılması konusundaki kânun teklifi, mecliste tüm maddeleriyle görüşülerek kabul edildi. Böylelikle 3 Mart 1924’te hilâfetle birlikte Şer’iye ve Evkaf Vekâleti de kaldırılarak yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulması kararlaştırıldı. Bunun yanında Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Vekâleti de kaldırılarak Genelkurmay Başkanı, bakanlar kurulundan bağımsızlaştırılmış oldu; ordunun politikayla bağı kesildi. Ayrıca Tevhîd-i Tedrîsât Kânunu ile de bütün eğitim ve öğretim birleştirilip Maârif Vekâletine bağlandı. En önemlisi de buydu: Türk çocuğuna millî ve çağdaş bir eğitim verilmeliydi. Aklı hür, vicdânı hür, irfânı hür bir Türk nesli yetiştirilmeliydi. Netice îtibâriyle Türk Devleti’ni ve Türk Cumhuriyeti’ni idâre etmede aklın esasları ile çağın gereklerini temel almanın, Türk milletinin ihtiyaçlarına hızlı ve yerinden cevap vermenin, bu gelişmeleri siyâsete tevessül etmemiş bir Türk ordusu sâyesinde gadre uğratmamanın önü açılmış oldu.

*Devamı gelecek sayıda…

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.