Hafif şaşkın, biraz ürkek, çokça sorgulayan birisi olarak sizlere misâfir oluyorum. Zîra bu yazıyı yazarken üç farklı şehirde, beş yılda tamamladığım temel bilim lisans eğitiminin muhâsebesiyle uğraşmakta olduğumu ifâde etmek isterim. Allah’a şükürler olsun ki psikoloji eğitimimi kazasız belâsız(!) ve şimdilik noktaladım. Taze işsiz ve gayritalebe günlerimin baharında, cevabını aradığım bir soru hakkında sizinle biraz sohbet etmek istedim: Bilim nereye kadar?
Günümüzde daha çok: “Nesne konumuna oturttuğumuz varlığın geçerli ve güvenilir metotlarla incelenmesi” olarak târif edebileceğimiz bilim kavramı, bilme çabasına verdiğimiz ad olarak da pekâlâ kullanılabilir. Eğer îtirazınız ya da eklemek istediğiniz bir husus varsa lütfen iletişime geçmekten de çekinmemenizi istirhâm ederim.
Bilim için bilme çabası ve faâliyetleridir demiştik. Ama “bilmek” derken ne bilmek? Nasıl, nerede, ne zaman, neden, niçin, kim? Sizce bilim bu sorulardan hangisi ya da hangilerini temel kabul edip cevaplarını bulmaya çalışır. Bu soru önemlidir. Çünkü bu soruya verdiğimiz cevâbın bilimin nereye kadar olmasıyla yakından bir ilişkisi vardır. Gideceğimiz yönü tâyin etmek bakımından bilimin neyi bilmeye çalıştığı hakkında beyin fırtınası yapmanızı ricâ ediyorum. Yaklaşık iki dakikalık bir beyin fırtınasının ardından sonraki kısma geçmenizi tavsiye ederim.
Her disiplin kendi sorularına kendi cevaplarını vermeye çalışır. Kendi sorularına diyorum çünkü her soru kendi içerisinde tutarlı bir bütünün ürünü olarak karşımıza çıkarsa cevap aradığımız konuyu daha mâkul bir zeminde inceleme fırsatını bize sunabilmektedir. Aksi halde herhangi bir soruya verilecek herhangi bir cevabın sığ ve basit olmaktan öteye gidemeyeceği kanâatindeyim. Doğru cevap vermek kadar doğru soruyu sormanın da bu konuda oldukça önemli olduğunu zannediyorum.
Yaklaşık beş yıldır temel bilimlerden biri olan psikoloji alanında eğitimimi sürdürüyorum. Geçen zaman dilimi içerisinde ders çalışmalarım ve ödevlerim gereği, psikolojiden ya da başka bilim dallarından, yüzlerce makale inceleme fırsatı bulduğumu rahatlıkla ifade edebilirim. Kimi zaman derleme makalelerle kimi zaman da yarı-deneysel makalelerle ilgilenmek durumunda kaldım. Hemen hemen hepsinde aynı tabloyla karşılaştım. Kim, ne zaman, nerede, ne ve nasıl soruları araştırmaların ana omurgasını teşkil ediyordu. Tâbi bu soruları ve cevapları düşündüğümüzde ele alınan durumun, vakanın ya da olgunun bir film şeridi gibi göz önünden geçtiğini bilmem sizler de fark edecek misiniz? Yapılan bilimsel çalışmaları ve neticeleri düşünüp tartışmanızı önemle tavsiye ederim. (Destekleyici veya aksi çıkan durumları da bildirmenizi ricâ ederim)
Çoğumuzun bildiği bir şarkının başında geçen bir ifadeyle: “Şimdi de isterseniz biraz gerilere gidelim ne diyelim?” Bir elimizde “nasıl” bir elimizde “neden” var. Bilimsel çalışmaların “nasıl” sorusuna cevap verme konusundaki mahâretine reddiyede bulunabilecek çok kişi ve olay olmayacağı kanâatindeyim. Gerçek olay, durum, olgu ve fenomenleri nasıl sorusu ve bilimsel metotla incelemenin hem daha güvenilir hem de daha geçerli bilgi üreteceğini bilim târihi çalışmaları bizlere göstermiştir. Bunca soruya mâhir bir şekilde cevap veren bilim “neden-niçin” kısmına neden sağlam cevaplar verememektedir? Aslında cevap oldukça basittir: Bilimin böyle bir amacı yoktur. Peki neden bilimin böyle bir amacı yoktur: Neden olsun ki?
“E biz boşuna mı buradayız babayiğit?” Bu yazıyı okuyanların büyük bir çoğunluğunun bu repliği duyduğunu düşünüyorum. Konumuzla bağlantılı alacak olursak bu îtirazın din, felsefe ve ideolojilerden geldiğini öne sürebiliriz.
Din, felsefe ve ideolojilerin karşılaştığımız durum, vaka, olgu ve fenomenlerin çoğunun “neden-niçin” oldukları konusunda bir görüşü vardır. Fen bilimlerindeki niçin sorularına daha çok din ve felsefe cevap verirken sosyal bilimler alanındaki niçin sorularına din, felsefe ve ideolojiler cevap vermektedir. Öyle değil mi?
Vakti zamanında Durkheim’ın toplumsal yaşamı daha iyi anlamak için ileri sürdüğü mekanik-organik iş bölümü kavramlarının bilim, din, felsefe ve ideoloji gibi alanlara da yansıdığını müşâhede edebiliriz. Basit bir şekilde örneklendirmek gerekirse önceleri bilim ve felsefe iç içeydi ve ideolojilerden fazlasıyla etkilenmekteydi. Fizik, kimya, biyoloji, sosyoloji ve psikolojinin konusu sayılabilecek sorgulamalar felsefî ve bilimsel metotlar fark etmeksizin karmaşık bir şekilde ele alınmaktaydı. Bir kişi aynı anda birçok farklı bilim dalı ve felsefî alanla ilgilenebilmiştir. Fakat zaman geçtikçe ayrımlar biraz daha sınırlı ve net şekilde ortaya çıkmış, sistemli yaklaşımı zorunlu hale getirmiştir. İşte tam da burada o meşhur sorular sorulmaya başlanmıştır: Bilim nereye kadar, felsefe nereye kadar, din nereye kadar, ideoloji nereye kadar?
Din, bilim, felsefe ve ideoloji ilgilendikleri konular îtibâriyle benzeşseler de sordukları sorular, sorulara cevap aradıkları metotlar ve buldukları cevap îtibâriyle birbirlerinden farklılaşmaktadırlar. Önem ve kıymet derecesi ile aralarında hiyerarşik bir bağ bulunmadığına inanmakla berâber her bir yaklaşımın belli başlı durumlarda sunulabilecek en iyi cevâbı verecek kadar birbirleriyle mâhiyet ve mahâret yönüyle farklılaştığını da savunduğumu ifade etmek isterim.
Çoğumuzun bildiği bir şarkının başında geçen bir ifâdeyle “Şimdi de isterseniz biraz gerilere gidelim ne diyelim?” Bir elimizde “nasıl” bir elimizde “neden” var. Yukarıda da gerek mizâhî gerekse ciddi bir şekilde ifade etmeye çalıştığım üzere: “Bilim nedene kadardır.” Nasıl sorusunu sormak ve cevap vermek yönüyle pek mâhir olan bilim, sınırları “neden” sorusuna dayandığı yerlerde durmayı ve geri çekilmeyi kendine bir görev edinmelidir. İnsanlık târihine baktığımızda din, felsefe ve ideolojilerin “neden-niçin” sorularına verdiği cevapların başarısı ve ciddiyeti önemsenmelidir. Bu alanların da kendi alandaki başarısına kör bir bilim taassubu ile yaklaşılmalı ve bu alanlara saygı duyulmalı, “Sezar’ın hakkı Sezar’a verilmelidir.”
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.