“Atebetü’l-Hakayık” ibâresi, “Hakîkatlerin Eşiği” anlamına gelmektedir. Atabetül Hakayık, Türk Edebiyatının, Türklerin İslâmiyet’e girişi sonrasındaki bilinen ikinci eseri olması hasebiyle Türk dili târihi olmak üzere târih ve edebiyat târihi araştırmaları için hiç şüphesiz büyük önem arz eder. Tam olarak hangi yılda kaleme alındığı bilinmese de Kutadgu Bilig’den tahminen elli sene sonra yazılmıştır. Bu eser; İslâm’ı anlayış, yorumlama şekli, duruluğu ile dikkatleri üzerine çekmektedir. Halka hitap etmeyi amaçladığından dil bakımından sâde ve konuların işlenişi basit düzeydedir. Bu eserin müellifi ise Edip Ahmed Yükneki’dir. Edib Ahmed, Semerkant yakınlarındaki Yüknek adlı şehre mensup olan Mahmud adlı bir zâtın oğludur. Şâir, adını “Edib Ahmed atım edeb pend sözüm” (Adım Edib Ahmed, sözüm edep ve nasihattir.) dizesiyle dile getirir. Edib Ahmed devrinde “edipler edibi, fazıllar başı” diye tanınmıştır. Aslen Türk olan şâirin, doğuştan âmâ olduğu ve Türkçe manzum vaazlar verdiği bilinmektedir. Eser ve müellifi hakkında kabaca bilgi sâhibi olduktan sonra gelin Hakîkatlerin Eşiği’ndeki insan tasavvurunu inceleyerek bu eserin yazılma amacına vâkıf olalım. Fakat insan yalnız başına kavranabilecek bir varlık mıdır? Düşünmek gerekir. Bundandır ki Edip Ahmed’in Tanrı tasavvuru ve âlem tasavvuru bizlere yol gösterecektir.
İnsan; akıl, düşünce, konuşma, eylem, ahlâk vb. birçok yeteneği kendisinde barındıran sosyal ve biyolojik bir varlıktır. Zîra Kur’an’da insandan bahsedilirken “insan” kavramına ilâveten, “beşer, ins-üns, nas, nefs, beni âdem, ibn âdem, zürriyet” gibi başka kelimeler de kullanılmaktadır. İnsan düşünen canlıdır. Tanımdaki “düşünen” kelimesi, rûhu ifâde ederken “canlı” kelimesi, bedeni ifâde eder. Beden diğer hayvanlarla ortaklığı hatta bu cisimler dünyâsına âit olmayı dile getirir. Dolayısıyla da bedenin varlığını sürdürmesi ve yetkinleşmesi, bu dünyânın şartlarına tâbidir. Düşünen ise bu dünyâdaki bütün cisimlerden varlık tarzı bakımından farklılığı ifâde ettiğinden onun varlığını sürdürmesi ve yetkinleşmesi, bu dünyâdaki şartlarla yakından ilgilidir lâkin bu dünyâda olan biten bir hâdise değildir. Bu sebeple insan, yetkinleşerek metafizik âleme açılan bir mevcut değildir, tersine kendisi kabul etsin veya etmesin var olduğu andan itibaren rûhu ve benliğiyle metafizik âlemin bir parçasıdır. Filozoflar buradan iki önemli sonuç çıkarmışlardır. Birinci sonuç şudur: Bütün diğer nesneler gibi insan da kendi potansiyelini aktif hâle getirme eğilimindedir. Bu bağlamda insan beslenme, büyüme, üreme ve hareket etme özelliklerine sâhip olduğundan bu özellikleriyle ilgili güçlerini kullanmaya yönelik doğal bir eğilime sâhiptir. Fakat insanı sâdece bu yönleri açısından değerlendirmek, onu hayvanlaştırmak ve tam da insana özgü olanı gözden kaçırmak veya ihmal etmek anlamına gelir. İnsanı insan yapan şey, ruh veya akıl olduğundan onun en yüce yetkinlikleri de rûha âittir. Bu demektir ki beslenme, büyüme ve üreme gücüne âit bütün yetkinlikler ancak rûha âit yetkinlikleri desteklediği ve ona hizmet ettiği ölçüde değer kazanır. Çünkü onlara hakîkî anlamda değer kazandıran şey budur. Birinci sonuncun uzantısı olan ikinci sonuç ise şudur: Hayâtın bütün alanlarına ilişkin düzenlemelerimizi yönlendiren zarar ve menfaat kavramları, akıl söz konusu olduğunda anlam değiştirir. Hayvanlar beslenme, büyüme, üreme ve bu amaçlara ulaşmayı gerektiren irâdî davranışlar gibi temel ihtiyaçları doğrultusunda yarar ve zarar algısına sâhiptir. Bu ihtiyaçlarını karşıladıkları takdirde de kendi maksatlarına ulaşmış olurlar. Fakat insan, esas itibâriyle ruhânî bir varlık olduğundan onun temel ihtiyacı, rûhunu kemâle erdirmektir ve ancak rûhun kemâle ermesi insanı mutluluğa ulaştırabilir. Peki, insan nasıl kemâle erer?
İnsanın kemâle ermesi Kur’an’da defalarca zikredilen nefis terbiyesi ile yâni ruhânî kâbiliyetlerin işlevselleştirmesiyle olur dersek umarım hata etmiş olmayız. İnsandaki nefis, maddî haz ve şehvetlerin, arzuların, günahların ve şerlerin barındığı yer olarak kabul edilir. . “Sana gelen iyilik Allah’tan, başına gelen kötülük ise nefsindendir.” (Nisâ 4/79) âyeti ile “Allah’ım! Nefislerimizin şerrinden sana sığınıyoruz” hadisi bu hükmü destekleyen delillerdendir. Edip Ahmet insanın nefsini okşayan en önemli yeri dünya olarak tanımlar. Peki, Edib Ahmed’in düşünce dünyâsında dünya nasıldır?
“Dünya gülümser ama bazen de kaş çatar.
Bir elinde bal tutar, biriyle zehir katar.
Baldan tattırıp ilkin damağı tatlandırır,
Sonraki kadehe zehir katıp sunar.
Eğer tatlı tatlıysan hazırlan acıya.
Rahat bir gelirse, acı gelir onar onar.”
Edib Ahmed dünyâyı, bir gülüp bir kaşlarını çatan aldatıcı bir kadına, yumuşak deriye sâhip olması yönüyle yılana, arı ve balını, zehre benzetir. Bütün bu anlatımlarıyla o, dünyânın aldatıcılığını izah etmeye çalışır. Ona göre bu dünya insan için kötülük peşinde koşan bir düşmandır. Dünyâya kapılan insan, yaratılış amacını unutarak kendini ebedî hüsrana atmaktadır.
Edip Ahmed dünyâyı bütünüyle değersiz gören bir anlayışa asla katılmaz. Onun eleştirdiği husus, insanın bu dünyânın süsüne aldanarak kendini tamâmen bu dünyâya kaptırması ve dünyâda var oluş sebebini unutmasıdır. Yoksa o, dünyânın âhiretin tarlası olduğunu ve bu düşüncenin bir sonucu olarak da âhireti kazanmanın ancak bu dünya ile mümkün olabileceğini savunur. Bu bağlamda dünya malının, sâlih kimse elinde güzel oluşu hakkındaki Hadis-i Şerifi kendine mesnet edinir.
Edib Ahmed, dünyânın fâniliğine ve vefâsızlığına vurgu yapar. Ona göre dünya ve içindekiler bir gün son bulacaktır. Öyleyse insan gönlünü sonluya kaptırmamalıdır. Yine vefâsız olan dünyâdan şikâyet eder. Ona göre dünya hünerliye ezâ ve cefâ ederken hünersize nimetler yağdırır. Şâirane bir üslupla Edib Ahmed, “Hünerli dünyâya ne kötülük yapmıştır ki dünya hünerliyi yerden yere çalar?” diye sorar.
Dünyânın nimetlerinin ardından hemen bir musîbet geleceğini söyleyen Edib Ahmed, bu düşüncesini arının balı ve iğnesi metaforuyla açıklar. “Balı tattın mı bil ki arının iğnesi yanı başındadır.” Edib Ahmed’in dünya ile ilgili bu algısını oluşturan düşüncenin temelinde, dünyânın zevk ve nimetlerinin geçici olduğu ve bu zevkleri, acı ve musibetlerin takip edeceği gerçeği yatmaktadır. Bu gerçekten hareketle insan, dünyânın peşinde koşarak ömrünü zâyi etmemelidir.
Edib Ahmed eserinde hırsa kapılmanın ve açgözlülüğün anlamsızlığına da değinir. O, insanın rızkının belirlenmiş olduğu düşüncesinden hareketle hırsın beyhûde bir uğraş olduğunu anlatır. Ona göre mâdemki rızkı artırmayacak o hâlde hırsa gerek yoktur. Yine o, açgözlü kimsenin gözünün doymayacağını ve asla mutluluğa ulaşamayacağını, mutluluğun anahtarının kanaatte olduğunu savunur. Bu düşünceden hareketle o, dünya ve nimetlerinin elde edilmesi uğruna hırsa kapılmanın anlamsızlığını vurgular.
Cömertliğin güzelliğini ve cimriliğin çirkinliği konusu da Edib Ahmed’in eserinde yer verdiği başlıklardandır. Ona göre cömertler güzel bir şan bırakırlar. İnsanlar cömerdi ve cömertliği överler. Cimriliğin kişiye bir faydası olmadığı gibi cimriler halk tarafından kötü bir şöhretle anılırlar. Buradan hareketle Edib Ahmed’e göre dünya, başkasına fedakârca cömertlik yapmaya vesîle olması bakımından değerlidir. Bunun aksi de söz konusudur. Başkalarıyla paylaşılmayan dünya ve nîmetleri bizâtihi insanın elinde olmakla bir değer ifâde etmediği gibi cimriliğe neden olması yönüyle de değersiz ve çirkindir.
Anlaşılacağı üzere Edib Ahmed’e göre dünya, temelli kalınacak ve yerleşilecek bir yer değildir. Belli bir süre dinlenilip sonra yola devam edilecek bir kervansaraydır. Dünyânın kendisi bâki olmadığı gibi sunduğu nîmetler ve dünyâdan alınacak zevkler de kalıcı değildir. O hâlde bir insanın bu fânî dünyâya gönül vermesi ve devamlı kalacakmış gibi tüm yatırımını bu dünyâya yapması gerçekten de şaşılacak bir durumdur. Dünya gibi dünya malının da fâni olduğunu düşünen Edib Ahmed, bu düşüncesini ise
“Dünya malı bugün var yarın yoktur.
Benim dediğin mal başkalarının kısmetidir.
Her dolan azalır, her tam olan eksilir.
Her mâmurluğun sonu harap olmaktır.”
sözleriyle dillendirir. “Yok idim yarattın; yine yok edip, tekrar var edersin; bunu ikrar ederim.” diyen Edib Ahmed “… Kıskançlık, hırs ve kibirlenme ne işe yarar? Yok idik yarattı, yine yok kılar. Bunu bilen büyüklenir mi?” diyerek varlık ve yokluğu bize dizeleriyle terennüm eder. Edib Ahmed, hırsa düşülmemesi konusunda uyarılarda bulunur. O, tatlı dille nasihat eden bir bilge edasıyla okuyucularını hırsa karşı şöyle îkaz eder:
“Aya hırs idisi harislık nerek.
Ayu bir manga bu negüke kerek.
Tar erse king erse bitildi ruzung
Harislık kılurmu munı edgürek.”
(Ey hırs sâhibi, hârisliğin ne lüzûmu var?
Bana söyleyiver, bu ne işe yarar?
İster dar, ister geniş olsun rızkın yazılmıştır.
Hârislik bunu daha iyi yapar mı?)
Hz. Mevlânâ da hırs konusunda Edib Ahmed’le aynı paralelde düşüncelere sâhiptir. O, mal hırsını, eşeğin sırtındaki bir yaraya; mal ve mülkü ise eşeğin bu yarasına bağlanan ve yaraya yapışan beze benzetir ve şöyle der: “Bir bez parçası eşeğin yarasına sımsıkı yapıştığında, onu oradan parça parça çekip çıkarmak istesen, eşek acısından çifte atar. Ondan sakınan kişiye ne mutlu! Hele bir de elli yerinde yarası, her yaranın üstüne bağlanmış ıslak bir bez varsa… Ev bark (malmülk) o beze benzer, bu hırs da yaraya. Hırsı çok olanın yarası da çok olur.”
İnsan bu âlem e sınanmak için gönderilmiştir. Bu âlemdeki yaratıklara da ona emânet kılınan akıl ve irâde nazarıyla halîfe kılınmıştır. Ancak yalnız akıl ve irâde sâhibi olması onu ihsan sâhibi bir varlık yapmaz. İnsan kendini isterse bu dünyâda da ahirette de yaratılanların en aşağısına benzetebilir. Ona verilen irâde kendine hizmet etmesini değil Tanrı’ya hizmet etmesini sağlar. Ancak irâdesizlik yolunu tutan insan sâdece kendine(nefsine) hizmet ederek aşağılık bir konuma düşer. Bundandır ki Edip Ahmet yazdığı şiirlerle, ahlâklı insan olmanın yollarını, ahlâk ilkelerini açıklamış, çeşitli ahlâkî öğütlerde bulunmuştur. Kitapta bilginin önemi, cehâletin zararları, cimrilik ve cömertlik, iyi ve kötü huylar, doğruluk anlatılmıştır. Eserde dünyâyı, Allah’ı, insanı bilmenin sâdece bilim yoluyla olabileceği anlatılır. Bilginin faydası ve bilgisizliğin zararı hakkında olan konuyu işlemiştir.
Pahalı akçadır, bilgili insan.
Bilgisiz câhilde bir kalp akçadır.
Bilgisizlik yüzünden bir nice halk,
Öz eliyle put yapıp “Tanrı’m budur” dedi.
Şimdi gelin yine Edip Ahmed’in kelâmıyla sözümüzü tamamlayalım.
“Bundan dolayı işte bu kitabı yazdık.
Gerek kabul et, gerek beğenme.
Bilip tutarsa her kim Edib’in sözünü,
Halk arasında seçkin kılar özünü.”
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.