Türkiye’nin doğusunda, kahverengi ile yeşilin birbirine sarılıp bereketi vücûda getirdiği diyârdayım. Atam Sultan Alparslan’ın, Anadolu’ya girdiği topraklara ayak basmanın mutluluğunu yaşıyorum. İşte, tam şu tepenin ardından gelmiş olmalı. Hayâl etmeye çalışıyorum. En önde sultanlar şahı Alparslan, arkasında Türk’ün şanlı ordusu… “Allahuekber!” nidâları yerden göğe bütün varlığı titretiyor, kurulacak adâlet düzeninin müjdesini veriyor. Sol yanımda Fethiye Câmi var. Dedelerimin bir Kızılelma peşinden geldiği bu yere güzel günlerin habercisi, fetih hakkı olan bu câminin minâresinden okunan ezan oluyor. Câminin hemen önünden Aras’ın bir kolu geçiyor, eminim Türkler Anadolu’ya ayak bastığı gün, o da Tanrı’ya şükretmek için en coşkun hâli ile akmıştır. Şimdi ise bizim hâlimizi anlatır gibi mecâli kalmamış, usul usul akıyor.
Dokuz yüz elli sene evvel, atının kuyruğunu bağlayıp ölüme aşkla koşan büyük Sultan ile aynı toprağa basıyor olmanın, Anadolu’ya bir de onun gözüyle bakıyor olmanın şuûrunu bütün hücrelerimde hissediyorum. Gönlüm, bu heyecanı taşıyamayacak gibi oluyor. Oturup sırtımı Fethiye Câmi’nin kızıl rengi duvarına yaslıyorum. Yorgunluğumun tesiriyle gözlerim kapanırken dilimde o çok sevdiğim türkü var: “Aras Aras han Aras/ Bingöl’den kalkan Aras/ Al başımdan sevdâyı/ Hazar’da çalkan Aras.” Karşı kıyıdan gelen bir ses ile gözümü açıyorum. Nehrin kıyısına oturmuş, gözleri yaşlı, su ile dertleşen birini görüyorum:
– Eyy ayrılıkların kahramanı Aras, işitiyor musun beni? Ben bu tayda kimsesizim, gardaşım o tayda biçâre. Yetmez mi aramıza saldığın firâk?
Cevap vermek için doğrulunca yanı başımda duran o atlıyı görüyorum. Başı dik, duruşunda bir dâvâ uğruna şehit düşmenin gurûru olan yakışıklı bir adam, benden önce cevap veriyor:
-Yetsin Şehriyar’ım. Bu firâk sana da bana da yetsin gayrı. Sil göz yaşlarını, bu ayrılık son bulacak. Moskof’un, Fars’ın ettiği zulme bir dur diyen olacak. Kalemini eline al! Vuslatın şiirini sen yazacaksın, hem de sadece Kuzey ile Güney Azerbaycan vuslatını değil, bütün bir Turan ülkesinin şiirini sen yazacaksın. Sil artık gözyaşlarını.
Şehriyar gözündeki yaşı siliyor, bir an mutlu olduğunu yüzünden okuyorum. Ardından yine kara bulutlar çöküyor yüzünün orta yerine:
-Sen mi danışırsın Ahmed Cevad’ım? Kardaşın kardaşa hasreti bitecek dersin ha. Nasıl olur? Aramızda şu nehir var iken… Gözümden akan yaş gibi durmak bilmeden akan kahrolası Aras var iken nasıl olur? Ben Araz düşman elinde bir gılıç, tek ortanı kesdi, derim sen bana bu ayrılık bitecek dersin.
Ahmed Cevad düşünceli bir sesle cevap veriyor:
-Allah’tan ümidi kesmek olmaz büyük şair Şehriyâr. Evet, çok uzun süredir ayrıyız. Büyük devletimiz Osmanlı, 93 Harbi’nde Moskof belâsına yenildikten sonra bizim de kaderimiz çizildi. Kafkaslarda biz yalnız başımıza kaldık. Bizim en büyük temînâtımız kudretli Osmanlı idi, o dağılınca biz de paramparça olduk. Revan’da başka, Nahçıvan’da başka, Gence’de, Karabağ’da, Şeki’de bir başka, Şirvan’da başka, Bakü’de başka hanlıklar vardı. Bu parça parça olmuş diyarın üzerinde de Moskof’un nefesi vardı. Kim bilir belki bir olsak, birlik olsak bu ayrılık hiç olmazdı.
Şehriyâr katılmak ister gibi başını sallıyor:
-Bir milletik birleşmeye başlayın. Bu han-hanlık hökümetin boşlayın. Bir milletde olar mı yöz hökümet demiştim. Memmed Rahim’e yazdığım mektupta ben de bundan bahsetmiştim. Ah, hayâllerimi bir bilsen… Duâlarımda, rüyalarımda hep Aras’ın o tayı var büyük şairim. Yâd, gardaş olanmaz bize, gardaş da yâd olmaz. Gelbim sen ile şad olu, sensiz de şad olmaz Ahmed Cevad’ım.
Ahmed Cevad sağ elini göğsünün üzerine koyarak hasret dolu gözler ile cevap veriyor:
-Bizim de duâlarımızda hep bir olmak var. Bu yaşadığımız ayrılık bize hak değildi lâkin yaşıyoruz. Moskof zâlimi Türkmençay Mütârekesi ile aramıza Aras’ı sınır çekti. Araz’ı ayırdılar, kum ile doyurdular, men senden ayrılmazdım, zulm ile ayırdılar. Yetmedi, oradan buradan topladığı yüz yirmi bin Ermeni’yi bizim vatanımıza yerleştirdi. Siz orada Fars’ın esâreti altındayken, biz de burada Moskof’un, Ermeni’nin işkencesi altında ezildik. Dilimizi konuşamadık, dinimizi yaşayamadık, töremizi yaşatamadık Şehriyâr. Aydınlarımızı şehit ettiler, çocuklarımızı katlettiler. Ne kadar kıymetimiz var ise acımasız Moskof postalları altında ezildi. Onlar ezdikçe biz bilendik, hani Türkiye’den bir şair dostumuz diyor ya “Bir Yeniçeri Palası gibi öç gününe çekildiniz…” Tam da öyle, öç günü geldiğinde Moskof’un tepesine Nuri Paşa’nın elinde bir kılıç gibi indik. Allah, Kafkas İslam Ordusu’nu kuran Enver Paşa’dan razı olsun. Turan’ın büyük komutanı bizi burada unutmadı. Nasıl ki 1912’de Balkan Harbi için biz İstanbul’a “Yarılmış korkudan pembe dudaklar/ Âşıklar âh çeker derdinden ağlar/ Bak neler söylüyor tarlalar, dağlar/ Kardaş sesi duydum, imdâda geldim.” diyerek gittiysek, o da ordusuyla bizi kurtarmaya geldi. Çok şehit verdik. Moskof, zâlimliğini ölülerimize de yaptı. Anadolu’dan gelip şehit düşen milletdaşlarımızı gömdüğümüz mezarlığı, 1920’de işgalci general Kirov’un adını vererek eğlence parkına çevirdi. Çok acı zamandı dostum. Ve o günlerden geriye bizi bilene, hissedene, sevene mirâs bırakacağımız büyük bir âh ile yara kaldı.
– Bilirim. Öz kardaşımın o tayda yaşadığını bilmesem dahi hissederim. Siz Moskof’a “Susmaram” diye haykırırken biz de Fars esâretini yaşadık. Türk, töresini öğrenemesin diye ana ile yavruyu birbirinden ayırdılar. Çok aydınımızı sebepsiz hapse attılar. Mekteplerimizi, gazetelerimizi, dergilerimizi kapattılar. Dili yüce, töresi kutlu biz Türkler, kendi vatanımızda öz dilimizle yazıp söyleyemedik gönlümüzce. Bilir misin bana neden Türkçe yazarsın, Türkçe ne dil ne de lehçedir dediler. Onlar söylendi, ben bilendim, bilendim, bilendim… Öcümü alırcasına bir Türkçe şiir yazdım. Türk’ü hor gören kim varsa aklına ve gönlüne o şiiri işledim. Heyderbaba’ya Selâm’ı işitip bu dile saygı duymayacak bir tek Fars kalmadı.
-Ne yaşadıysak şiir ile aklımıza, gönlümüze kazıdık. Biliyorsun, Moskof beni rahat bırakmadı. “Olsun bütün Turan eller, kurban Türk’ün bayrağına” dediğim için sorguya çekildim. Yetmedi, Göygöl şiirim yüzünden hapse atıldım. 1937 senesinde katlime ferman verildi, kurşuna dizildim. Neyse, o günler geçti Şehriyâr’ım, hayâllerimiz gerçek olacak.
Şehriyâr heyecanla suyun başından kalkıyor:
– Söyle ey yüce şehit, nasıl bitecek bu firâk? Yabandan bizim öcümüzü kim alacak?
O ân, Ahmed Cevad bana dönüyor, gülümsüyor ve şehâdet parmağını uzatıyor:
-Yemin olsun Şehriyâr’ım, onlar bizim öcümüzü alacak. Sadece bizim değil, vatansız, bayraksız, yârsız kalan ne kadar Türk var ise hepsinin öcünü alacak. Onlar, öç günü için bileniyor. Türk milletini yeni ufuklarda birleştirmeye hazırlanıyor.
Ben omzumda dağın, taşın, insandan gayrı hiçbir varlığın kabul etmediği o yükün ağırlığını hissediyorken Şehriyâr ellerini göğe kaldırıp, sesinin en güzel tonuyla “Âmin” dedikten sonra beni işâret ediyor:
-Emânetimiz sizdedir, ona sâhip çıkın!
Ahmed Cevad tekrar ediyor:
-Benden önce ve benden sonra, Türk’ün ülküsü yolunda şehid düşenlerden, Allah’ın kelâmını cihâna bildirmek için bir ömür verenlerden haber var: Emânetimiz sizdedir, ona sâhip çıkın.
Aras’ın iki yakasında, iki büyük şair gök ile yerin birleştiği sınırda sonsuzluğa kavuşuyor.
Gözlerimi açıyorum. Aras’ın kıyısındayım. Esen rüzgârda bütün haşmetiyle dalgalanan ay yıldızlı bayrağıma bakıp Allah’a şükrediyorum. Gönlüme dolan huzurun yanında bir acı hissediyorum. Bu acıyı nasıl târif etsem bilemiyorum. Sanki bin yıllık bir hasretin ağırlığı gönlümü sıkıştırıyor, ben bu hasreti gönlümden söküp atamıyorum. Ezelden kanayan bir yaram var. Duyuyorum… Yaram benimle konuşuyor:
-Ben cihangir Türk milletinin zulüm gören evlâtlarının yarasıyım. Zulüm ile ayrılan Azerbaycan’ın yarasıyım. Yeri mavi gök üzerinde nazlı nazlı dalgalanmak iken Kerkük’te, Türkeli’nde kalpler üzerinde gizlice taşınan Gökbayrak’ın yarasıyım. Doğu Türkistan’da anne babasından ayrılıp toplama kamplarında esir edilen, Kırım’da badem dalına asılan gül yüzlü balaların yarasıyım. Emperyalist Rusya’nın, Çin’in, Avrupa’nın, Amerika’nın hakkına göz koyduğu mazlûmların yarasıyım. Ben Türk’ün duâlarla beklendiği illerin yarasıyım. “Zulme garşı isyankâram, ezilsem de susmaram!” diye diye dâvâsına bir ömür verenlerin emânetiyim: Azerbaycan’da Ahmed Cevâd’ın, Kerkük’te Necdet Koçak’ın, Doğu Türkistan’da Mehmet Emin Buğra’nın, Batı Trakya’da Sadık Ahmet’in, Kırım’da Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’nun, Bosna’da Aliya İzzetbegoviç’in… Ve yemin ederim, esâretin zincirini kıracağın, yeniden cihangir olacağın o gün gelene kadar peşindeyim, kanamaya devam edeceğim.
Yaramın sesi susuyor ve ben aklıma mıh gibi çakılı o sözü tekrar ediyorum: “Türkiye’de doğmak tâlihine sâhipseniz, bütün bir Türk dünyasının vebâlini omuzlarınızda taşımak zorundasınız…”
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.