“Arap’ın dînî, Araplaştık, İslâm’ı Arap kültürü olarak aldık, İslâm’ı Arap kültürü zannettik, duyduğumuz, yazılıp çizilen yargılardır.” Dahası var: “Yavuz Sultan Selim’e kadar iyiydi. Yavuz’dan sonra Araplaşma arttı, İslâm’ın yerine geçti.” Tabiatıyla genelden çıkarılmış, Türkiye için değerlendirilmiş kanaatlerdir bunlar. Türkiye dışında aynı süreç söz konusudur. Aşırılıklar ve eksiklikler olsa da şüphesiz hakîkat payı oldukça fazla olan bu yargıları, aydın olarak masaya yatırmak, tahlil etmek zorundayız. Genel çizgilerle de olsa din ve kültür ilişkisini doğru anlamadıkça meseleye vâkıf olamayız. “Arap’ın Tanrısı” diye alaycı bir tavırla sorunlara yaklaşamayız. Allah’a inanmamanın, O’nu reddetmenin bir bahânesi ve fırsatı olarak yola çıkmanın ne kişisel ne de toplumsal faydası vardır ve yüzyıllardır da olmamıştır. Din gidecek, bilim, akıl, tabiat kânunları yetecek demek, tam bir ham hayaldir. Bu tabiata, akla ve bilime de saygısızlıktır. Önemli olan gerçek bir din ve onun doğru anlaşılmasıdır.

İnanan inanır, inanmayan inanmaz diye kestirip atmak, şüphesiz doğru bir yaklaşım olabilir. Fakat bu hukûkî, siyâsî, idârî bir tedbirden öteye gitmeyen tavırdır. İnsan sâdece tedbir çerçevesinde kalsaydı, insan için hiçbir ufuk kalmazdı. Hele aydın, bir meseleyi yeteri kadar bildikten ve anladıktan sonra yine de ister inanır ister inanmaz. Ama ancak o zaman özgür irâdesiyle bir şey ifâde eder. Yoksa peşin hükümlerin belki de yanlışların kurbanı olmuş olur.

Din ve kültür ilişkisin de dînin nasıl bir din olduğu önem arz eder. Yalnız kendi topluluğunu ilgilendiren, sâdece kendi kültürüyle bağlantılı, başkalarına da hitap etmeyen, etmeye ihtiyaç duymayan dinlere kültür dinleri diyoruz. Bunlar o kültürce üretilmiş veya gerçek ve açık bir din iken bozulmuş o kültürce boğulmuş, dînin kendisi kültürleşmiş, salt gelenekselleşmiş dinlerdir. Bergson, kültür dîni ve vahiy dîni ayırımı yerine kapalı din, açık din deyimlerini kullanmıştır. Bunlar için ikinci birer ad da kullanır: Statik din, dinamik din. Statik din, kendi içine kapalıdır, kültürün ürettiği ortam olan tabiat ve toplumun kendini koruyucu bir tepkisidir. Aynı zamanda zekânın dağınıklığı ve çâresizliği karşısında tabiî ve toplumsal koruyucu tepkidir. Dinamik din ise açıktır, hayâtın bütününe bağlanmaktır. Statik din o toplumun, o halkın dînidir, kapalıdır. Başkalarına da söyleyerek sözü de buna ihtiyacı da yoktur. Dinamik din, insanlığın dînidir, açıktır. Kapalı dinde nâkil kültür yoluyla olur. Özel bir nakledici yoktur. Açık dinde başlatıcı, nakledici, tebliğ edici bir rol sâhibi vardır. Buna peygamber, elçi denir. Bu din her insana hitap eder ve yayılma özelliği bulunur.

Biri diyebilir ki vahiy dediğinize, yâni bilimsel yönü belirsiz, akılla îzah edilemeyen bir şeye inanmıyorum, bunu kabul etmiyorum ki dinde böyle bir ayırımı kabul edeyim. Sırf mantıkî yönden haklı olabilir böyle bir tavır ancak dîni esas alanının dışına atmaktadır. Dinde îman alanı teşekkül etmiştir. Bu da nihâî olarak “gayb”a âittir. Gayb, nakille kabul edilir veya edilmez. Madde başta her şey kendini kendine âit özelliklerle kabul ettirir ve bunlara bizi alıştırır. Isı, ışık, renk, koku, temas beş duyumuzla alırız ve algılarız. Bu şekilde belli olmayanların çoğunu da akıl yürütmelerle, zekâmızla algılar ve kavrarız. Bu âlem için “inanma” söz konusu değildir. Şu masaya inanıyorum, güneşe, aya, suya inanıyorum denmez. Onlar gayb âleminden değillerdir. Biri, işte din denecekse bundan ve akıl dünyâsından ibârettir, başka bir şey yoktur diyebilir. Zâten inanma veya inanmama böyle bir şeydir. İnanma elbette tamâmen sübjektif, tamâmen delilsiz rastgele bir yöneliş değildir, kendine mahsus delilleri, aklı kullanışı, içsel deney ve tecrübeleri vardır. Fakat yine de sonuçta özel bir aklî-rûhî tavırdır.

Vahyi kabul edince ve inanç teşekkül edince nakleden elçiyi-peygamberi kabul ediyoruz demektir. Artık kültürün içindeyiz ama onu aşmaya yönelmişizdir.

Antropolojik ve sosyolojik olarak şunu biliyoruz ki kültür, yüksek inançlar meydana getiremez. Yâni insânî yüksek bir din oluşturamaz. Kültür ancak inancı besleyebilir. İnancın uyarıcı kaynağı, herkesin alışıp tekrar ettiği kültür değildir. Bâzen o kültüre aykırı istikâmette inanç teşekkül edebilir. Ancak kültür ile din arasındaki karşılıklı tesirler olumlu sonuçlanmalı, sorunsuz bir kimliğe ulaşmalıdır. Evrensel din (buna tevhid dîni diyebileceğimiz gibi gerçek din de diyebiliriz) birçok sorunu aşmak durumunda olarak bunu başarır. Böyle bir din mahallî kültürler karşısında pasif değil aktiftir. Musevi, Hıristiyan, Budist, Müslüman vb. olmadan önce insan, insandır, insanın özelliklerini taşır. Hırs, tamah, haset, bencillik, sabırsızlık, acelecilik veya bütün bunların tersi özellikler, insan türüne hastır. Aşağı ve yukarı diyebileceğimiz iki yön, iniş-çıkış, aynı varlıkta barınırlar. Din bunları yok etmez, terbiye eder ve yukarı çeker. Olandan olması gerekene götürür. Bunu kültürler yapamaz. Kültür, kimliği korur, muhâfaza edilmesi gerekenleri muhâfaza eder, toplumu geçmişten geleceğe taşır. Bundan sonrasını evrensel din yapar. Evrensel din, doğru anlaşılıp iyi uygulanırsa kültürü bozmadan onu yönlendirir, besler, yüceltir. Fakat kültüre mağlûp olmaz. Olursa zâten din bozulmuş demektir. Hz. İsa’nın bildirdiği evrensel din, kendinden önceki safhayı da bozmuş olan İbrani kültürünü terbiye etmeyi ve aşmayı amaçlamış, fakat yer yer o kültüre mağlûp olmuştur. Hz. İsa dışında dîni inşâ etmek isteyenlerce isteyerek-istemeyerek din bozulmuştur. Bunu anlamak için Hz. İsa’nın Yahudilerle ve özellikle Yahudi ruhbanla yaptığı mücâdeleye bakmalıdır.

İslâmiyet’in de aynı şekilde Arap kültürüne mağlûp olmak gibi bir temâyülü yoktur. İslâm: özünü ve amacını belirlemiş fakat pek çok uygulamada, siyâset menfaat, dünyevî birçok unsur dolayısıyla, dengeyi bozan örnekler vermiştir. Yâni Müslüman toplumlarda da bu konuda sorunlar yaşanmış ve yaşanmaktadır. İslâm’ı Arap kültürüymüş gibi alan, uygulayan, eğitimini ve öğretimini böyle düzenleyenler, İslâmî ilke ve amaçlarını anlamayanlardır. Şu hususun da câhili olmamak gerekir ve bâzıları bunu kötü niyetle kullanmaktadır. Arap’a, Arapçaya, Arap kültürüne âit ne varsa silip yok edelim ve dîni kendimize göre âdeta kendimiz inşâ edelim. Böyle bir yaklaşıma şöyle denmez mi: Yapacaksan, bunu Arap aracılığı ile almadan önce yapsaydın ya. Bu basit yargının gerçekle ilgisi yoktur. Yeni hayat tarzının sosyal laboratuvarı orada kurulmuş ve başlamıştır. Örnekler oradadır.

Peygamber ve din söz konusu olunca vahiy o peygamberin diliyle gelmiş olacaktır. Doğaldır ki Hz. Musa’ya İbranice, Hz. İsa’ya İbranice veya onun bir lehçesi olan Aramca, Hz. Muhammed’e Arapça gelmiştir. Bilgi alanımıza girmemiştir ama Türklere gelen de Türkçedir. Kur’an da denir ki: “Sonra peyderpey peygamberlerimizi gönderdik.”(Mü’minûn 44) “Hiçbir topluluk yoktur ki ona haberci (uyarıcı) göndermemiş olalım.”(Fâtır 24) “Her ümmet (toplum) için bir resul (elçi) vardır”(Yunus 47) “Sana bâzılarını anlattık, bâzılarını anlatmadık.”(Nisa 164). Her peygambere kendisinin ve toplumunun bildiği dilde vahiy gelmesi doğaldır ve çünkü maksat anlama, anlaşılmadır. Ne istendiğini bilmektir. “… Anlayasınız diye onu Arapça bir Kur’an kıldık.” (Zuhruf 3)“Düşünüp anlayasınız diye size böyle bir öğüt veriliyor”(Nur 27). Kimine Arapça, kimine İbranice, kimine bildiği bir dilde gönderilmesi, esas olanın bu diller olmadığını, dilin vâsıta olduğunu, toplumların anlaması olduğunu ifâde eder. Arapça, kısır zihinlerin zannettiği gibi asla kutsal bir dil değildir. Hiçbir dil kutsal değildir. İfâde, anlatım, anlaşılma, eğitim, öğretim vâsıtasıdır ve çeşitliliği Allah’ın belgelerindendir. “…Dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O’nun âyetlerindendir (belgelerindendir)”(Rûm 22). Kur’an der ki: “Eğer onu yabancı (başka)dilden bir Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki âyetleri tafsîlâtlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arap’a yabancı dilden kitap olur mu?”( Fussilet 44). Peki, başka toplumlar ne yapacak? Bütün insanlar için geldiğine göre… Çâre çok basit. Kur’an ve ilk sosyal laboratuvardaki her şeyi kendi dinlerine çevirecek. Bütün insanların Araplaşması söz konusu olmadığına, bunun zâten imkânsız olduğuna ve Allah’ın irâdesinin ve kânunlarının dışında olamayacağına göre “Rabbin dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı.”(Maide 48; Yunus 29, Hud 118; Nahl 93; Şûra 8), inanan, inanacak olan her toplumun diline vahiy ve uygulamaları aktarılacaktır. Müslüman olmak için değil sâdece İslâmî bilimlerde çalışma ve araştırma yapmak için Arapça bilmek şart olur, o kadar. İslâmlaşma, Araplaşma anlamı asla taşımaz. İslâm’ın buna ihtiyâcı da yoktur. İlke ve hedefleriyle her insana hitap edebilme kâbiliyetine sâhiptir. İslâmiyet geldikten sonra, ilk önce ve bizzat Arap kültürünün kendisi İslâmlaşmaya ve câhiliye döneminden çıkmaya başlamıştır. Hikmet ve mârifet Arap kültüründe olsaydı Hz. Peygamberin gelmesine ne ihtiyaç vardı. Unutmayalım ki reddedenler, Hz. Peygamberle mücâdele edenler, münâfıklar Arap kültürüne dâhildiler.

Ancak şurası bir gerçektir ki başlangıç ve geldiği ilk ortam olarak Arap toplumu olduğu için başka Müslüman toplumlarda bir miktar Arapça anlam kalıpları, kodlar olacaktır ve bu son derece doğaldır. Yayıldığı başka kültürleri bunlar bozmaz. Meselâ Allah kelimesi, Muhammed kelimesi, cennet, cehennem kelimeleri, Türk kültürünü bozmamışlardır. Neden bozsun? Bunların sayısı gereksiz, ihtiyaçsız artmadıkça kelime istîlâsı, kültür baskını olmadıkça Türk kültürüne veya başka bir kültüre zarar vermez. Hatta o kültürleri zenginleştirir. Müslüman olan Fransız, Alman, İngiliz vb. de Allah kelimesini tercih ediyor. Meselâ bir buçuk milyarlık taşıyıcısı olan Çin kültürü, Müslüman olanlarının Allah kelimesini kullanması, Çin kültürüne zarar vermez. Nitekim Çin’de milyonlarca Çinli Müslüman vardır ve Çin kültürüne bir zarar gelmemiştir. Tamâmı Müslüman olsa bile Allah kelimesi Çin kültürünü bozmaz, ancak belli bir istikâmette geliştirir olgunlaştırır. Tabiatıyla bu, algıya ve kabule bağlıdır. Peki, meselâ biz Allah yerine Tann/Tengri, Çalap desek olmaz mı? Bu kelimeleri kullanmakta sakınca yoktur. Eşdeğer bir kelime olarak kullanılmış oluruz. Zâten orijinalinde, Allah kelimesinin yanında, sıfat ve isimlerini ifâde eden başka kelimeler de kullanılmıştır. En üstün terbiye edici anlamında Rab; sâhip, mâlik. Her şeyin herkesin velîsi anlamında Mevlâ gibi. Bunlara Tanrı veya Çalap kelimesini aynı mutlak varlığı kastetmek niyetiyle kullanmanın bir sakıncası yoktur. Allah, özel bir “O” anlamındadır ve tek özel, eşsiz ilâh anlamındadır (el-lah). Kısacası başkası olmayan “O’dur.” Farsça Hudâ kelimesini meşrû sayıp Tanrı kelimesine karşı çıkmak isteyenler olmuştur ki haksız ve çirkin bir yaklaşımdır. Bu ve benzer durumlarda ısrar. Türk bilincine düşmanlık demektir.

Vahiyle gelmiş temel kavramlar, şeklen Arapça olsa da artık o çerçeveyi aşmış. Bütün inananların malı olmuştur. Meselâ Kur’an kelimesinin yerine neyi kullanacağız? Kutsal kitap desek, kitap kelimesi de Arapçadır ve kutsal kitap özel bir ad değildir, Kur’an özel bir addır. Azrail, Cebrail vs. de öyledir. Cennet ve cehennem kelimeleri Türkçeyi neden bozmuş olsun? Türkçenin temel yapısı, kelime ve kavramların ana, baba ve dedeleri yerli yerinde durduktan sonra… Üç-beş kelime ilâvesi o dili zenginleştirir bile. Ufkunu genişletir. Ancak bu kelime ve kavramlar üç-beşte kalmaz, istîlâ hâlini alırsa ve aynı zamanda ona yabancı dilin gramer (dil bilgisi) kuralları musallat olursa işte o zaman Türk dili ve Türk kültürü bozulmaya başlar. Esefle söyleyelim ki bu dönemler yaşanmıştır.

Bu sorun yalnız din alanında değil diğer alanlarda da vardır. Meselâ teknik ve teknoloji alanında da olabilir ve olmuştur. Telefon, televizyon, tren vb. kelimelerin yerine Türkçelerini üretip kullanabiliriz. Fakat zorlamaya gerek yoktur. Bütün dünya bu kelimeleri kullanmaktadır. Fakat zorunlu sınırlar aşılır, gereksiz ve ihtiyaçsız kelime istilâsına mâruz kalınırsa Türk kültürü elbette bozulur, kimliğini kaybeder. Telefon, otomobil, televizyon vb. kelimeleri kullandığımızdan beri Türk kültürümüz bu yüzden bozulmamış fakat sübvansiyon, trend, stand, stard, dessing, hair, tradisyon, antre, vb. yüzlerce kelimeyi kullandıktan hem de anlamını bilmeden kullandıktan beri Türk kültürü bozulmaya başlamıştır. Bu durum, başka bozulmalarla birleşip ilerlerse “Türk kimliği değişmeye, Türk insanı başkalaşmaya doğru yol alır.” Eğer bâzıları dinde Araplaşmadan söz edip haklı olarak yakınırken bu tarafı görmüyorlarsa, samîmî değillerdir veya niyetleri başkadır. Entelektüel (!) züppelik, bilgiçlik hevesi, kendine değer vermemenin işâretleridir. Hayâtı kolaylaştırmalı ama millî bilinci ve bunun sosyal tarlası olan millî kültürü korumalıyız. Olumlu değişmeye, gelişmeye açık olmalı ama bunu kendimiz olarak yapmalıyız. Söz konusu din de olsa durum değişmez. İslâmiyet, Arapçılık, Arap kültürü aktarımı değildir. İlk sosyal laboratuvar olan Hz. Peygamber ve sonra ilk iki başkan zamânı bir imtiyaz örneği değil, ilke ve amaçların örneğini taşırlar. Müslümanlıkta bu anlaşılmadıkça sapmaya adayız demektir ve ne yazık ki çok zaman öyle olmuştur.

Dînî eğitimi meselâ Türkçe değil Arapça yaparsak yalnız Türk kültürü değil bizzat İslâmiyet zarar görür. Kur’an’ın yâni İslâm’ın ilkelerinin en önemlilerinden biri anlamadır. Bunu umursamayan her şey İslâmiyet’e aykırı veya ilgisizdir. Arapça kalıpları ezberletmenin, din yönünden bir anlamı ve faydası yoktur. Olsa olsa bir yabacı dili öğretmenin aracı olabilir. Duâyı biz Türkçe yapacağız, Fransız Müslüman Fransızca yapacaktır. Kur’an, kendi ifâdesiyle öğüttür. Öğüdün anlaşılması gerekmez mi? Allah her dili, her şeyi işitir. Bâzı dillere açık, bazılarına kapalı değildir. Bundan şüpheniz varsa îmânınızı yenilemeniz gerekir. O’nun muhâtap olduğu yer zâten kalptir.

Müslümanlığa dâir, târihî boyutu da olan sorgulamalardan birini, Arap kültürü ve İslâmiyet ilişkisini gözden geçirmeye çalıştık. Her şeyde olduğu gibi İslâm konusunda da sorgulama iki koldan yürüyor. Bir yanlışı fark etmek, doğrusunu bilmek, öğrenmek, öğretmek isteğini ihtivâ eden samîmî bir koldur. Diğeri, karşı çıkmanın ve reddetmenin kurnaz bir üslûbu olarak sorgulamaktır. Haklı gerekçeler bulunabilir. Bunlar istismar edilmektedir. Samîmîyet yok gibidir. Açıkça reddetmenin tabi kendilerine göre delillerini ortaya koymaları, açık davrananlardan bunları ayırt etmek gerekir. Ne samîmî sorgulayanlara ne istismarcılara ne de açıkça karşı çıkanlara bakmaksızın ki zâten samîmîyeti tam olarak anlayamayabiliriz gerçekten yanlış olan anlayış ve uygulamaları açığa çıkarmaya çalışmalıyız. Hem İslâmiyet hem millî hayâtımız, bunu bizden bekler.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.