İnsanoğlu verilen emânetiyle Allah’ın varlık ve birliğini kabul etme ve yalnız O’nu yegâne mâbud olarak tanıyıp kulluk etme bilincine erişmiştir. Bundan mütevellit Peygamber inmeyen topluluklar da sorumlu tutulmuştur. Allah, insana hiçbir kuluna vermediği mükemmel meziyetler vermiş ve onu yeryüzü varlıkları içinde gerek fizyolojik gerek rûhî yetenekler bakımından en seçkin canlı olarak yaratmıştır.

İnsanın görevi ise yeryüzünde ifâ edeceği ilahî emâneti yüklenmek ve o emânetin gereğini yerine getirmek olduğu için insan Allah’a nispeti yönüyle büyük bir kemal ifâde eder. İnsan gayb ve şehâdet âleminin birleştiği yer, Allah’ın sıfatlarıyla nakış nakış işlenmiş değerli bir kumaş gibidir. “Gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki varlıkları eğlenmek için yaratmadık! Evet, onları hak ve hikmetle ciddî maksat ve gâyelerle yarattık ama onların çoğu bunu anlamazlar.”1 Âyette de belirtildiği üzere gökler ve yer abes, hikmetsiz değil ciddî gâyelere ve belli bir vâdeye kadar yaratılmıştır.

Dünyânın bütün nîmetleri insanlar için yaratılmıştır. Ancak bu nîmetlerden istifâde ederken Allah’ın koyduğu ölçüleri ve sınırı aşmamakla sorumluyuz. İşte sınır tanımayan insan nefsi bu ölçülerle disipline edilecek ve gerçekten insanlaşmak, Allah’ın rızâsını kazanmak yolunda mesâfe katedilecektir. İnsana gösterilmiş olan gâye budur. Ve bu gâye istikâmetinde sarsılmadan yol almak çetin bir iştir. Nefsini yenmek ve nefislerin yenilmesine hizmet edecek bir düzen inşâ etmek kolay bir iş değildir. Peki, bu zor işin üstesinden gelinebilmiş midir?

İnsanı gâyesine ulaştırma ülküsünü hedef hâline getiren bir millet bu çetin işin üstesinden gelmiştir. Türk milleti! Gücünü başka ülkelerin zenginliklerini sömürerek değil Allah’ın adını yücelterek bütün insanları onun ölçüleriyle adâlet içinde yaşatarak elde etmiştir. Sömürme, ezme, emperyalizmin hiçbir türü onda yoktur. Çünkü Türk milletinin büyüklüğü “Nizâm-ı Âlemi kurma” şuûruna dayanır. İnsanlık târihinde bunun örneğini Türk milleti hâricinde bulmak çok zordur. Târih ilmi bizlere bunu ispat ederek üzerine düşeni yapmıştır. Batı, onun doğusu ve batısındaki uzantıları, târih boyunca hiçbir üstün ideali taşımamış, ulaştıkları yerlere huzur ve adâlet değil aksine insanı insanlığından uzaklaştıracak vâsıtalarla insanın hayvanlaşması için elinden geleni yapmıştır. İnsana zulmü pâyidar kılacak bir düzen inşâsı için uğraşmış ve maalesef günümüze kadar devam edegelmiştir. Batı zihniyeti, hodkâm, bencil materyalist bir kafayla insanı değerlendirmiş onun sâdece maddî ihtiyaçlarını hesaba katarak onu bir makine, istismar edilmesi kolay ve meşrû bir varlık olarak görmüştür. Fakat özellikle târihîmizin Osmanlı asırları, gâyeye ulaşma ülküsünün müesseseleştiği ve cihâna gayretiyle, gücüyle damga vurduğu devirlerdir. Hâkimiyeti altına aldığı ülkenin zenginliklerini sömürmek yerine onları teşkîlâtlandırmış ve faydalanılabilir hâle getirerek o ülkeye hizmet etmiştir. Türk için insan, sömürülmesi gereken bir varlık değil Allah’ın mukaddes bir emânetidir. Bu ülküye inananlar cihânı kan ve ıstırap üzerine değil adâlet ve huzur üzerine kurarlar. Bu ruh, bu şuur şüphesiz kurtuluşa ermenin yegâne temelidir. Bu ruh yüceliğini kaybetmiş bir millet asla temiz bir medeniyet inşâ edemezler. Bu medeniyeti târihte inşâ etmiş olan bizler bu sırrı anlayıp hayâtımıza hâkim kıldığımız müddetçe nefes alabilir, büyüyebilir, bir avuç çamur değil insan olabiliriz. Peki, “Nizâm-ı Âlem Ülküsü”, “Türk Cihan Hâkimiyeti” felsefemizi yitirirsek ne olur?

“Batı medeniyeti ve onun işbirlikçisi sosyalist düşüncenin materyalist kafasıyla bakılan, sâdece yiyip içip üreyebilen ve şehvetle mutluluğu yakalayabilen bir varlık anlayışına sâhip oluruz” dersek fazla değil bilakis eksik bile söylemiş oluruz. Batı’nın yıllarca eziyet ettiği, sömürüp kullandığı insan denilen mahlûkat olup yaşama gâyemizden sapar belki de bir avuç ağacın vermiş olduğu hizmetin zerresine muktedir olmayabiliriz. Peki, atalarımızın tesis etmiş olduğu düzeni nasıl inşâ edebiliriz?

Güçlü bir millet olup adâlet üzere kurulan bir devlet inşâ ederek! Çok güçlü bir ekonomiye, dengeli ve îmanlı sosyal gelişmeye, millî, dînî ve çağa uygun ihtiyaçlarımıza cevap veren kültür ve medeniyet inşâ ederek… (Bizim târihler öncesinden süregelen bir kültürümüz ve bununla kurduğumuz medeniyetimiz zâten vardır. Ancak bu temelde çağa uygun bir seviyeye getirmek bizlerin borcudur!) târihîmize, ülkümüze, coğrâfî durumumuza yaraşır iç ve dış politikaya… Kendi silâhını yapabilen disiplinli, modern, millî şekilde teşkîlâtlanmış bir askerî güce ihtiyaç vardır. Gel gelelim en gerekli en temelde bulunan olmazsa olmazımız: Millî bütünlüğü için can veren, adâleti; dilinde, elinde, yaptığı her işte bulabilen millet inşâsına… Bu millet inşâsı, dîniyle ve ahlâkıyla yoğrulan bir kültür ürünüdür. Bu ürünü inşâ etmek îmanla amelinin bütünleşmesiyle gerçekleşecektir. Şüphesiz ki bu millet böyle bir kültürle yoğrulmuştur. İş ki hamurun kıvâmını tutturabilen atalarımızın sırrına vâkıf olalım.

Vesselâm…

KAYNAKÇA

(1) Al-i İmran Sûresi. 191. Âyet.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.