Tarîkatlar şekil, tavır ve hedef değiştirerek evrilip duruyorlar. Son yüzyılda bunlara cemaat adını verdiğimiz dînî gruplar da eklendi. İlk tarîkatların hedefinde, insanın dünyevî, hatta dînî kaygılardan ve gerilimlerden kurtarılması vardı. Zikir, huzur ve sükûn, hoşgörü, “af” dünyâlarına açılmış kapılar bulunuyordu. Bu kapıların, Kur’an, peygamber, yâni İslâm hattına tam uyup uymadığı ayrı bir konudur. Ama niyet ve icrâat bu idi. Toplum ve hele devlet doğrudan hedef değildi. Söz konusu insan olduğu için, toplum ve devlet, dolaylı olarak etkilenecekti ama doğrudan hedef alınmamışlardı. Gerek ilim adamları gerek derviş zihniyetliler, yöneticilere tavsiyelerde bulunurlardı. Özellikle sorarlarsa… Çeşitli sebeplerden, toplumu etkileme, giderek “mânevî projenin” içine girmeye başladı. Artık toplumda, yönetimde, siyâsette söz sâhibi olma gayretleri başlamıştı. Devlet projenin (!) içine alınıncaya kadar faaliyetler evrilecekti. Bugün gelinen durum, açıkça sürecin bu istikâmette gerçekleştiğini göstermektedir. Çeşitli sebepler dediğimiz nelerdi? En önemlileri şunlardı: Zaman ve mekân olarak; kaynaklardan, özel örnek tiplerden ve merkezî otoriteden uzaklaştıkça yeni kültürlerin İslâm’a dâhil olması, yeni sosyal ihtiyaçlar, katı, hoşgörüsüz, şekilci uygulamalardan bıkılması… Böylece dînin yeni yorumu için mâneviyat yolcularına iş düşmüştür. Ancak menfaatperestlikler, din istismârına yol açmış, siyâsetin ikbâl verici câzibesi, “benim” diyen dervişleri bile etkilemiştir. İlk defa değil ama dünyevîlik ve uhrevîlik arasındaki zikzak, med-cezir, artmıştır.
Son çağlara yaklaşıldıkça, önce kurumlar gözetilir oldu, yâni hedefe konuldu. Kurumlar devletin organlarıdır. Meselâ eğitime hâkim olmak, devlete ve topluma hâkim olmaya eşdeğerdir. Tarîkat ve cemaatler buraya yöneldiler. Öğretmenler, öğrenciler, okullar, kurslar, dershaneler, sınavlar hedefteydi. Soru çalınmalarına bu açıdan bakılmalıdır. Mesele bir veya birkaç kişinin mârifeti değildir. Maksatlı bir ekip planıdır. Zamanla, hukuk ve adliye alanı, polis teşkîlâtı, iktisâdî teşekküller, akademik alan vs. hepsi hedef tahtasına oturtuldu. Yâni buralara sâhip olmak istediler. Buralara adam yetiştirmek, daha doğrusu mürit ve cemaat bağımlısı yerleştirmek için tarîkat ve cemaatler yarışa girdi. Demokrasinin zaaflarından, siyâsetçinin menfaat ve ihtirasından, kânunların boşluğundan veya yetersizliğinden istifâde ettiler. En büyük dayanakları din istismârı oldu. Dîni, hani bâzılarının dediği şekilde, afyon gibi kullandılar. Sadaka, zekât, kurban gibi işlere el atıp gelirler tarîkat ve cemaatlere aktarıldı. Zenginlerin birçoğu, tarîkat ve cemaat üyesi ve bağlısı yapılmak için çalışıldı, bu yolla para birikimi ve yetkiler sağlandı. Siyâsî ve idârî yetkililerin bağımlı hâle getirilmesi, işleri kolaylaştırmıştı. Sağlık alanı seçildi. Doktor, sağlık personeli, hastane kapmacası başladı. Paylaşılma manzarası da var. Kimi hukuk alanına musallat oldu, kimi hastanelere, kimi okullara. En fazla çekindikleri ve cesâret edemedikleri askerî kurumların da duvarları yıkıldı. Cemaatlerin içinden biri, bütün kurumları hedef aldı ve her alana yerleşmeye başladı. Buna asker ve siyâset kurumları da dâhil oldu. Sonuç, herkesin bildiği gibi… Dış güçlerle de iş birliği yaparak, Türk Devleti’ni ele geçirmek, Türk Devlet Yönetimini ve devlet-millet felsefe ve ideolojisini dönüştürmek isteği açığa çıktı. Esâsen insan unsurunu geçip, topluma, devlete, siyâsete yönelmek isteyen her kişi ve gruplarla dış güçler, her zaman ilgilenmişler ve irtibat kurmuşlardır.
Tarîkat ve cemaatlerin beslendiği ana damar olan din ile ilişkilerine dönersek; açık veya perde arkasında şunları görürüz:
-Kur’an’la ilgileri alabildiğince azalmıştır.
-Bilgisizlik hâkim olmakla birlikte, bildikleri kısmın da şeklî ve gösterişe dönük yanı artmıştır.
-Gayriresmî din ve mâneviyat eğitim-öğretimi paylaşılmış, çatışmalı, çekişmeli iddialar içinde bir dînî hayat oluşmuştur.
-Sûfî otoritelerin nüfûzu, şeyhlik kurumunu doğurmuş, giderek bugünkü seviyeye düşmüştür. Birden fazla olduğu için de millet bölünüp durmuştur.
Tarîkat ve cemaatlerin tavır ve amaçları, bize devletin önemini hatırlatmış olmaktadır. İslâm da bu öneme çok vurgu yapmıştır. “Din devleti”, “dînî devlet” diye özel, şeklî bir devlet çeşidi yoktur ama dînî alan dâhil, her alanda devlete ihtiyaç vardır ve devletin egemen olmadığı, herhangi bir sosyal alan, sorun yaratmaya mahkûmdur. Devlet, adâleti ve özgürlüğü gözeterek, her alanın orijinalitesine, kaynaklarına, ilmî çerçevesine, çağa da uyarak, söz sâhibi olmalıdır. Her alanla ilgili eğitim ve öğretimi sağlamalı, işi keyfîliğe ve hurâfelere bırakmamalıdır. Meselâ, “gözlerimin içine bak iktisâdı orada görürsün” değil, iktisat biliminin kurallarına, toplumun ihtiyaçlarına, teamüllerine göre hareket etmelisin denmelidir. Elbette devlet derken, gerçek, doğal, millî devletten söz ediyoruz. Devletin kendisini sorun hâline getiren maskaralıklardan değil. Parti devletine veya mafya devletine dönüşen devletlerden söz etmiyoruz.
Tevhit dîni, yeniden vahyedildiği her safhada, devlete olan ihtiyâcını belli etmiştir. Mısırda Yahudiler başka bir devlete, Firavunlara tâbi olarak hak ve özgürlüklerinden, dînî hayatlarından mahrum idi. Hz. Musa bunu halletmeye çalıştı. Hz. İsa zamânında, inananlar üç-beş kişiden ibâret kaldı. Ne zaman ki Hz. İsa’nın çevresindekiler ve sonradan gelenler, bu dîni büyük bir devlete (Roma’ya) taşıdı, o zaman Hıristiyanlık, Avrupa’da yayılan bir din oldu. İslâm’da, Hz. Peygamberin gelişinde de aynı şey oldu. Mekke’de müşrik bir otorite altında, özgürce dinlerini yaşayamıyor, yayılma alt sınırda kalıyordu. Üç yıl süren boykot çilesini hatırlayalım. Medine’ye göçten ve orada bir site devleti (şehir devleti) kurulduktan sonra, İslâm hayat bulmaya başladı.
Tarîkat ve cemaatler, bu gerçeğin farkında oldukları için, devlet kadrolarına yerleşip, devlete hâkim olmayı istemektedirler. Hem devlet hem millet hem de din zarar görmektedir. Bu gruplar birden fazla olduğu için, devlet ve millet parçalanıp bölünmekte, her biri ayrı baş çekmektedir. Yâni ikinci felâket de burada başlamaktadır.
Bâzıları derler ki “tarîkat ve cemaatler, hayattaki, özel olarak dînî hayattaki çeşitliliklerdir, ne zararı var?” temel, esas, öz bir olduktan sonra… Oysa çeşitlilikler arttıkça iki şey artar: Özden uzaklaşma, bölünüp parçalanma… Dînî anlayışın içindeki hakîkat arayışının çeşitliliğine benzemez bu. Çünkü bu iş gruplarca yürütülmekte, toplumsal hayatla, özellikle siyâsî ve idârî alanla, her biri ayrı ayrı bütünleşmek istemektedir. Bugün görüldüğü gibi, siyâsetçiye, dîni değil, kîni tavsiye eder hâle gelmişlerdir. Din yerine kin geçmiştir. Bâzıları sûfî düşünceyi, âdetâ İslâm’ın eksiğini tamamlama küstahlığına düşürmüştür. Düşünme yerine seyretme ve sâdece hayret etme geçince, bu âkıbete mahkûm olunacağı belliydi. İlim ortadan kalktı. Oysa ilimle îmânı birleştirme esastı.
Tarîkat ve cemaatlerin her biri, aldatıcı iddialarının aksine, asimetrik paralel birer din gibi olmuşlar, bunu da toplumun yönetimine taşımak istemişlerdir. Târihî büyük sapma, din ile siyâseti öylesine iç içe sokmuştur ki tarîkat ve cemaatlerin tavrını, fark edilmez hâle getirmiştir. Müslüman, târihî sapma ile Emevî ve sûfî dîni arasında, yâni “siyâsî din” ile “mistik din” arasında sıkışıp kalmıştır. Bu çile, en çok da Türk milletinin payına düşmüştür.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.