“Adâlet, kültürün kalbidir.”
MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Dâvâsı’nda îdamla yargılanan Başbuğ, savunmasını “adâlet” ve “zulüm” mefhumlarından hareketle yapmıştı. Cihan hâkimiyeti mefkûresinin en önemli vâsıtası olan devlet tasavvuru üzerinden kaleme aldığımız bu serimizde hukûka bağlılık meselesinin irdelendiği bir yazıya, 12 Eylül Darbesi’yle giriş yapılması okuyucuyu zihnî bir karmaşaya sürükleyebilir. Pekâlâ, bu karmaşayı yirminci yüzyılın Bilge Kağan’ı Başbuğ Alparslan Türkeş üzerinden çözümlemek, insanlığın hak ettiği adâlet ve refâhı getirmekle mükellef ülkücülerin, târihine ilk yazımızda değinmeye çalıştığımız Türk devlet felsefesinin mîmârı olduğu gerçeğini ispatlar. Bu sebepten idealizmi aşan ülkücülük üzerinden konumlandırdığımız ideal insan tasavvuruna hizmet eden devlet felsefesi, şanlı mâzimizde yaşamış birkaç vakanüvistin dahi satır aralarında görülürken şüphesiz hukûka bağlılığı, idrâki aşan bir gayretle incelemek yerinde olacaktır.
İdrâki aşan bu gayret, şuûra hizmet gâyesindedir. Şuur, idrâk etmekten doğar. O hâlde Başbuğ’un savunması, millî devlet idealini idrâk etme noktasında kilit bir mefhûma işâret etmektedir: adâlet ve zıddı zulüm. Türk tasavvurunda, diyalektik bir veçhe yoktur. Tasavvur dünyâmızda sentez olarak adlandırdığımız birçok vâkıa dahi, diyalektiği aşan bir birlikteliğin mahsûlüdür. Bu sebepten, bir mefhûmu zıddıyla tanımlama gafletine düşmeden ancak diyalektiğin acze düşmüş kalıplarından da kurtularak adâletin ehemmiyeti hakkında birkaç kelâm etme cüretinde bulunacağız.
Türk devlet felsefesi, muazzam bir zincir meydana getirmiştir. Hatta zinciri kıracak bir tekâmül, her halkanın ıstırâbı olmuştur. Başbuğ, savunmasını adâlet üzerinden inşâ ederken, binlerce asrın birikimiyle hareket ederek bu zincirin en kuvvetli halkalarından biri olma gâyesindeydi. Îmandan doğan bu gâye Ülkücü Hareket’in manifestosu olmuştur. Başbuğ’u mahkeme salonlarında haykırtan bu îman; i’lây-ı kelimetullah dâvâsını adâlet götürmek olarak anlayan, ibâdetlerin en büyüğünü âdil olmak olarak gören, insan fethetmeyi adâletin rahminde büyümüş bir hürriyet üzerine oturtan bir şuûrun ürünüdür. Cemiyetle bütünleşerek ferdiyeti aşan ve şahsiyet olan insana vâsıta olan devlet, nefsine dahi zulümle değil adâletle yaklaşan Türk milletinin hürriyetini müşahhas unsurlara bağlayan bir müessesedir.
Adâlet yalnızca zulmün değil cemiyet bağlamında tiranlığın da karşıtıdır. Türk devlet felsefesinde tiranlığın ve diktatörlüğün zıddı serbestiyet değil adâlettir. Adâlet mücerret bir mefhum olmakla birlikte “hak” olanı vermek/ hissetmek/ yaşatmak üzerinden açıklanabilir. İnsanı istismar etmeden insanca yaşatmak, âdil olmaktır. Bir his bakımından adâlet, aşkın dahi içinde vardır. Bir insanın âşık olması, fıtraten mecbûrîdir yâni insanın hakkıdır. İnsan, haklarına uygun bir yaşam sürdüğü müddetçe âdil olur. Devletler de bunun bir izdüşümü olarak insan idealine yaptığı yatırımlar kâbilinde adâletle anılacaktır. Esâsen insana yatırım yapmak insanın gâyesine vâsıta olan devleti anlamak için iddialı bir yaklaşımdır. O hâlde insan idealine verdiği anlam kâbilinde bir devleti adâletle anmak, daha mâkul bir tutumdur.
Kader, “ölçü” demektir. Adâlet de bu ölçüyü tesis eden yegâne âmildir. Düzen, adâletle korunur hatta adâletle var olur. “Adâlet, kâinatın mîzanıdır” Türk devlet felsefesinde adâlete verilen ehemmiyeti ifâde etmesi bakımından kıymetli bir şiardır. Adâlet, kaderle iç içe girmiş bir mefhum olarak, her insanın çabası nispetinde ve idrâkince muhtevâ kazanır. Türk anlayışı ve idrâki, Türk devlet felsefesinin en büyük kuvveti olan adâletin ölçülerini ve muhtevâsını belirlemiştir.
Türk ırkı, cihanşümul bir ırk olarak zamânı ve coğrafyayı kıran bu kuvvetini adâletten almıştır. Türk hukûku, Türk adâletinin bir sistematiği olarak bu kuvvetin bir tezâhürüdür.
Adâletle hukûkun irtibâtını incelerken; değişikliği hiçbir meseleyi halletmeyen anayasaları, lafzî yorumlara hapsedilmiş kânunları, birkaç mâlûmatfüruşun câzibeli sözlerinde mânâsını yitirmiş hukûkî ilkeleri, zihnen kısırlaşmış hukukçuları ve insanı putlaştıran mahkemeleri yıkan bir hukuk anlayışından söz etmemiz gerekir. Hukûka bağlılıkla âdil olmak, ancak böyle bir anlayışta irtibatlandırılabilir. Sistemleri kıran, cezaî müeyyide ile genel ahlâk arasında bağ kurmak için sosyolojik araştırmalara mecbur bırakılmayan, caydırıcılığı ve suçlunun ıslâhını doktrinde pratiğe dökülmeyecek görüşlerle sayfalarca açıklamayan bir hukuk anlayışı, ideal hukuk anlayışıdır. Biz de Türk devlet felsefesindeki hukûka bağlılığı irdelerken hukûku, en kuvvetli müessese olarak alacak, önceki yazılarımızda bahsettiğimiz “töre”nin ve “kut”un zamânı aşan bir hülâsası mâhiyetinde değerlendireceğiz.
Türk devlet felsefesini bir şuur hâline getirerek süreklilik kazandıran, hukûka bağlılıktır. Adâlet, hukûka bağlılıkla sağlanır. Âdil olmayan bir devletin, Türk Devleti olarak anılması mümkün değildir. Tuğlarında Türklük sembollerinin olması, hükümdarlarının Türk dilini konuşması, ordunun Türk usûlünce kurulması bir devleti Türk Devleti yapmak için yeterli değildir. Devlet, tüm bu unsurların yanı sıra Türk hukûkuna bağlı olduğu müddetçe Türk Devleti olur. Kutunu kaybetmiş bir hükümdâra isyan etmek törenin bir gerekliliği olduğu gibi, Türk devlet şuûrunu akâmete uğratanlara baş kaldırmak da aynı gerekliliğin bir izdüşümüdür.
Adâlet, insan tasavvurunu da aşacak ulvî bir muhtevâya sâhiptir. Bununla birlikte âdil olma cehdi hükümdârın kendini tanrılaştırma cehdi değildir. Hükümdarlar sıklıkla kişioğlu olduklarını vurguladıklarında âdil olmak bir mesûliyet ve mükellefiyet meselesidir.
Adâlete uygulama alanlarınca birbirinden farklı anlamlar yüklemek de doğru bir yaklaşım değildir. Dînî, ahlâkî ve siyâsî anlamda tezâhür eden adâlet, aynı anlayışın merhaleleridir. Tanrı tasavvurundaki adâlet, ahlâkî ve siyâsî anlamda insan tasavvurundaki adâleti aşacak bir anlayıştan meydana gelse de adâlete yüklenen anlam her alan için ulvîdir. Türk devlet geleneğinde bu ulvî gâyeyi müşahhas olarak incelemek için kaynak çokluğu sebebiyle öncelikle Osmanlı Devleti’ne yönelmek gerekecektir.
Hukuk târihçileri, Osmanlı Devleti’ndeki hukûku örfî ve şerî üzerinden bir ayrıma giderek incelemişlerdir. Adâletin muhtevâsına zarar vermemesi koşuluyla bu ayrımın doğru olduğu kabul edilebilir ancak Osmanlı’da örfî hukuk, şerî hukûkun önünde tutulmuştur. Bunun sebebi, İslâmiyet’in kesin ve kapsamlı hukuk kuralları içermemesidir. İslâmiyet hukûkî anlamda bir çerçevedir. Yalnızca Kur’ân-ı Kerim hükümlerine, dînî kaynaklara bakılarak bir hukuk oluşturulması mümkün değildir. Bununla birlikte Osmanlı Devleti, Türk devlet geleneği zincirinin bir halkası olduğundan kökleşmiş bir Türk hukuk anlayışının tesirindedir. İslâmî çerçeveye oturtulan Türk töresi, Osmanlı Türk hukûkunun kaynaklarındadır. Osmanlı’da hukuk, tümüyle Türk töresinden ve İslâmî çerçeveden doğmuş olmasa da devlet tasavvuru anlamında millî bir anlayışın tezâhürüdür.
İslâmiyet öncesi devirde han – kurultay – halk sacayağında hayat bulan içtimâî kâideler, nizâmın esâsını teşkil etmektedir. Türk hukuk târihinde içtimâî sınıflara (istihsal hâdiselerine göre anlam kazanmış kurallara) insanı istismar eden amme hukûkuna yâhut devlet idealini, insan idealinin üzerine koyacak herhangi bir yaklaşıma müsâade edilmemiştir. Türk milleti, şahsiyetçi bir millet olarak amme hukûkuna, cemiyeti de mesûliyetin bir membaı görerek anlam kazandırmıştır. Çünkü cemiyet, şahsiyetin âmillerindendir.
Türk hukûkunun bu derin müktesebâtına rağmen kendi kânunlarını yazamayacak ve “iktibas” kuvvetine sığınacak bir rahleye gelmesine sebep olan kaht-ı ricâl bataklığına bir sonraki yazımızda değineceğiz. Türk kalınız.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.