Öteden beri fikir adamlarımızı meşgul eden esas mevzûlardan biri de Türk kültürünün kaynaklarına inmek meselesidir. Fakat bu kültür kaynaklarının nerede bulunacağı ve oraya niçin, nasıl inilebileceği husûsunda henüz sarih ve katî bir netîceye varılmış değildir. Binâenaleyh bu meseleye temas etmeden evvel umûmiyetle kültür nedir ve Türk kültüründen ne kastedilmektedir sualine cevap vermek îcap ediyor. Kültürün ne olduğunu, onun medeniyetten niçin ve nasıl ayırt edildiğini başka bir yerde mufassal bir şekilde anlatmaya çalıştığımız ve burada onları tekrarlamak mümkün olmadığı için sâdece bir târifini vermekle iktifâ edeceğiz. Bu târife göre “kültür” bir cemiyetin sâhip olduğu maddî ve mânevî kıymetlerden teşekkül eden öyle bir bütündür ki cemiyet içinde mevcut her nevi bilgiyi, örf ve âdetleri, îtiyat ve temâyülleri, alâkaları, kıymet ölçülerini, umumî tavır, görüş ve zihniyeti, her nevi davranış şekillerini içine alır. Bütün bunlar birlikte, o cemiyet mensuplarının ekserisinde müşterek olan ve onu diğer cemiyetlerden ayırt eden hususî bir hayat tarzı temin eder”.[1]
Kültürle ona âit faaliyetlerin mevzû edilen kültür sosyolojisi bilhassa sosyal antropoloji âlimleri bu târifin şümûlüne giren birbirinden farklı 630’a yakın kültür tespit etmişlerdir. Halbuki târih ve medeniyet târihi mensupları şimdiye kadar gelip geçen medeniyetlerin adedini ancak otuza çıkarabilmişlerdir. Sâdece bu vâkıâ umûmî olarak medeniyetle kültür arasında tetkik bakımından bir fark gözetmek zarûretini haklı göstermek için kâfi gelmektedir.
Şimdi bu târife göre Türk kültürünün hudutlarını, muhtevâsını, onu teşkil eden unsurları ve bunların kaynaklarını nasıl tâyin ve tahdît edeceğiz? Bu hususta yukarıda ismi geçen ilimlerin olduğu gibi târihin rehberliğine de ihtiyâcımız vardır. Hakîkaten bugünkü kültürümüzün meydana gelişinde târihimizin rolü büyüktür; hattâ tamâmıyla onun eseridir denebilir.
Çok geniş, yaygın bir sâhada pek mütenevvi kültür ve medeniyetlerle karşılaşmış, çarpışma netîcesinde muhtevâ îtibâriyle hârikulâde zengin bir kültür mîrâsına kavuşmuş bulunuyoruz. Orta Asya’dan Viyana’ya, Kırım’dan Afrika’ya kadar uzanan bu sâha içinde sayısız denecek kadar çok kültürlerle; Hint, Çin, İran, Eski Mısır, Sümer, Hitit, Eski Yunan, Roma, Bizans, İslâm ve Garp medeniyetleri gibi muhtelif medeniyetlerle veya bunların bakiyeleriyle temas etmiş birçok şeyler alıp birçok şeyler vermişiz. Fakat yine târihimizin îcâbı bu zengin medeniyet hâzinelerinden lâyıkı ile faydalanarak kendimize has millî, mütecânis ve bütün memlekete şâmil bir kültür meydana getirememişiz. Bu muazzam imparatorluğumuzun muhtelif sâhalarına serpilmiş küçük Türk gruplarının ve oralarda yaşayan yerli cemâatlerin, hattâ Anadolu’da bulunan Türklerle başka ırklara mensup olanların aralarındaki kültür farkları bir tarafa bırakılsa dahi asıl Türk halkıyla idâre edenlerin birbirinden ayrı iki kültüre sâhip olmaları ihmal edilemez.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını hazırlayan sebeplerden biri olduğunda şüphe edilemeyen bu kültür ayrılığı ne yazık ki bu defa başka âmiller tesirinde olmak üzere zamânımıza kadar intikal ve elan devam etme imkânını bulabilmiştir.
Hakîkaten bir tarafta Türk-İslâm ve Bizans kültüründen mürekkep bir temel üstünde meydana gelen Osmanlı medeniyeti ve onun idâre mevkiinde olan mümessilleri, diğer tarafta bugünkü Türkiye hudutlarını belki biraz aşan bir sâha içinde yukarıda saydığımız muhtelif medeniyet ve kültürlerin, bakiyelerini temsil eden mahallî kültürlerle Türk-İslâm Medeniyeti terkibinden ibâret olan geniş halk kütlesinin kültürü olmak üzere iki kültürümüz vardı. Gerçi bu geniş sâhaya yayılan halk kültürü de kavmî kültürümüzün mahallî kültürlerle birleşmesi, coğrâfî-târihî sebepler ve şartlar netîcesinde tamâmıyla mütecânis ve umumî olamamış ise de mevziî kültür farkları birleştirici unsurlar yanında hiç mesâbesinde kalmış binâenaleyh zararlı olmamıştır.
Çok defa vilâyetten vilâyete hatta bâzen bir vilâyet içinde kasabadan kasabaya veya köyden köye farklar gösteren bu halk kültürü, teferruata âit farklara rağmen bütün Osmanlı târihi boyunca vahdeti, bütünlük ve hayâtiyeti muhâfaza edebilmiştir. Hakîkaten bu geniş sâha içinde meydana gelen kültür mahsullerinin, halk edebiyatının, sanatın, türkülerin hikâye ve fıkraların (Meselâ: Nasrettin Hoca’nın) hatta yemeklerin, örf ve âdetlerin yayılma sâhaları göz önünde tutulursa aradaki farkların ne kadar ehemmiyetsiz kaldığı derhal anlaşılır. Fakat aynı şeyi yine arada müşterek birçok unsurların mevcûdiyetine rağmen halk kültürü ile Osmanlı münevverlerinin temsil ettiği medeniyet ve kültürü karşılaştırdığımız zaman söyleyemeyiz. Bu aradaki bâzı farklar nispeten azalmış diğerleri artmış olmakla berâber bugünkü münevverlerin temsil ettiği kültürle halk kültürü için de vârittir.
Şu hâlde biz Türkiye Türkleri, târihimiz boyunca Garp milletlerinin kuvvetini teşkil eden, onların kolayca bir millet hâline gelmesine yarayan umumî, millî bir kültüre nâil olamamışızdır. Hakîkaten Garp medeniyetinin tesiriyle meydana gelen kültür değişmeleri, hâricî tesirlerin büyük şehirlerde, bilhassa İstanbul’daki münevverlerin kültürüne doğrudan doğruya ve halk kültürüne de dolayısıyla tesir etmesi netîcesinde mevcut kültür ikiliği azalacak yerde daha bâriz bir hâl almıştır. Üstelik şehirlerdeki münevverlerin temsil ettikleri kültür de bu değişmeler netîcesinde yavaş yavaş vahdetini kaybederek büyük şehirlerde teşekkül eden zümrelere has, kısmî kültürler hâlinde parçalanmıştır. Bu münevver kültürünün de hiçbir vakit mütecânis olmadığı ve aslında muayyen bir vahdete zâten erişemediği iddia edilebilir. Fakat hakîkat ne olursa olsun muhakkak olan bir şey varsa dünkü vaziyetin bugüne nazaran daha mütecânis bir manzara arz etmiş olmasıdır.
Çok kısa, eğreti fakat oldukça objektif bir şekilde hülâsa edilen kültür vaziyetimizin canlandırdığı bu tabloyu tamamlayabilmek için onun menşedeki kavmi, bilhassa bugün anavatan dışında yaşayan Türk cemiyetlerinin kültürleriyle de karşılaştırılıp mukâyese edilmesi lâzımdır. Hususî, derin bir tetkike ihtiyaç hissettiren öyle bir araştırma ve mukâyesenin netîcesini beklemeden elimizdeki mutâlaalara dayanarak diyebiliriz ki gerek münevverlerin gerek halkın temsil ettikleri kültürlerin Anadolu ve bütün imparatorluk içinde karşılaşmış oldukları muhtelif medeniyet bakiyeleri ve kültürlerle karışma netîcesinde burada da büyük kültür farkları husûle gelmiştir. Hakîkaten Türkiye dışındaki bu Türk cemâatleri de mâruz kaldıkları muhtelif haricî tesirlere ve hususî inkişaf şartlarına tâbi olma netîcesinde kavmî kültür vahdetini kaybederek bizzat kendi aralarında derin kültür farkları göstermektedirler. Binâenaleyh Türkiye Türklerinin kültürleriyle onların temsil etmekte oldukları kültürler arasında muhtelif iştirak noktalarının bulunmasına rağmen çok esaslı farklar meydana gelmiştir. Mühim bir kısmı bize nazaran daha iptidâî bir merhalede kalan ve gelişmiş olanları da kendi öz kültürümüzle imtizaç edemeyecek derecede yabancı unsurlar ihtivâ eden bu kültürlerin artık bizim için birer kaynak olamayacakları âşikârdır. Şüphesiz bu hüküm, bizim kültür bakımından onlara sırtımızı çevirme mânâsına gelemeyeceği gibi onların da bizden faydalanamayacakları mânâsına gelmez. Ancak karşılıklı yardım ve faydalanmanın Türkiye Türklerinin müttehit, mütecânis, umumî, ileri ve millî bir kültüre eriştikten sonra mümkün olabileceğine işâret etmek lâzımdır.[2]
Şu hâlde bizim kültürümüzün kaynakları ne bugünkü münevverin temsil ettiği kültürdedir ne de şimdiye kadar zannedildiği gibi Orta Asya’daki Türk kavimlerinin kültürlerindedir. Esas kültürümüz gibi kaynakları da nüfûsumuzun büyük bir ekseriyetinin sâhip olduğu Anadolu halk kültürüdür. Bu kültür bâzı sâhalarda geri ve iptidâî görünmesine rağmen esas îtibâriyle dünyâda hiçbir halk kültürünün erişemeyeceği bir seviyeye yükselmiş olup maddî ve mânevî kıymetleri îtibâriyle çok zengin, ince ve işlenmiş haldedir. Hakîkaten bugünkü medeniyeti meydana getiren unsurlardan büyük bir kısmı Anadolu’da ve Osmanlı İmparatorluğu’nun hudutları içinde yaşamış olan insanların eseridir. Bugün bile Anadolu’nun muhtelif mıntıkalarında meyve ve sebzelerin konservesinde kullanılan usuller ilim adamlarının ağzını açık bırakacak bir mükemmeliyettedir. Bu kültürün mânevî sâhadaki eserleri ise temin ettiği kıymet şuûru ve kıymet ölçüleri bakımından kendi çaplarında birer şâheser teşkil etmektedir. Halk edebiyatı masalları, türküleri, oyunları, atasözleri, fıkra ve mizâcı başlı başına birer kıymet olduklarını öteden beri dünyâya ispat etmiş bulunmaktadırlar. Hele bu kültürün mahsûlü olan şahsiyetler ise hemen her devirde Anadolu’yu gezen yabancı seyyahların bile gözünden kaçmamış dâima hayranlık uyandırmıştır. İngiliz seyyahlarının “Türk aristokrasisi Anadolu köylerinde yaşamaktadır” şeklindeki müşâhedeleri meşhurdur. Şimdiye kadar ona yabancı kalışımız, ona inemeyişimiz veya inmek istemeyişimiz hiç şüphesiz onu tanımadığımızdan ve tanıyamayışımızdandır. Herhangi bir kültürün içinde bizzat yetişmedikçe, faaliyetlerine bilfiil iştirak etmedikçe ve dâima müşâhit bir vaziyette kalındığı müddetçe onun hakkında edinilecek bilgiler ona karşı önceden takınılmış tavırlara bağlı kalan münferit intihâlardan ibâret olacaktır. Bu vaziyette böyle bir kültürü bütünü ile kavramak, tanımak ancak sistemli, ilmî bir tetkîke tâbi tutmakla mümkündür ki buna da henüz teşebbüs edilmiş değildir.
Hakîkî Türk kültürünün ve kaynaklarının nerede olduğunu böylece tespit ettikten sonra oraya niçin inilmesi lâzım geldiği ve nasıl inilebileceği meselesine geçebiliriz.
(İkinci kısım gelecek sayıda)
KAYNAKÇA
Turhan, Mümtaz. Türk Kültürünün Kaynaklarına İnmek Ne Demektir?. Türk Yurdu. Sayı 239. Yıl 1954.
[1] Kültür Değişmeleri, Edebiyat Fakültesi yayınlarından, 1951
[2] Asıl metinde burası paragraf sonu değildi, arkasından anlam bütünlüğünü bozan bir cümle bulunmaktaydı. Fakat anlam bütünlüğü çerçevesinde bir baskı hatası şüphesi nedeniyle düzenleme yapılmıştır. Bu cümleden sonra “nazari olarak bu kavmî kavimler” yazısı bulunmakta fakat anlamsız durmakta idi. (e.n)
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.