Bu yazıma önce, Atatürk’ün “Ne mutlu Türk’üm diyene!” ve “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” gibi veciz sözleriyle başlamak isterim. Daha sonra Lozan kahramanı Dr. Rıza Nur merhumun “En büyük iftiharım Türk yaratıldığımdır!” gibi ve yine merhum milliyetçi bir büyüğümüz olup altmışlı yıllarda Ordu milletvekili olan Osman Yüksel Serdengeçti’nin “Târihten Türklüğü çıkarırsanız ortada bir şey kalmaz” sözlerini hatırlatmak istiyorum. Bütün bu veciz sözler gerçekten dikkate değer özellikte, öyle değil mi? Bu vesileyle yukarıda sözü geçen merhum Dr. Rıza Nur hakkında bir iki cümleyi zikretmek isterim. Bu zâtı Atatürk, İsmet Paşa ile Lozan Antlaşması’nı yapmak için İsviçre’nin Lozan kentine göndermiştir. Bu antlaşmanın safahatı iki devre devam etmiş olup kısa süre sonraki tartışmalarda Dr. Rıza Nur, İngiliz delegesi Lord Curzon’u çok tesirli savunmalarıyla mahcup, hatta rezil etmiştir. Curzon saatlerce kendine gelememiş ve bayılmıştır. Çünkü Rıza Nur merhum çok kültürlü ve tecrübeli bir devlet adamı olup Atatürk’ün sağlığında Sağlık Bakanlığı sonra da Millî Eğitim Bakanlığı yapmış ciddi ve otoriter bir Türkçü idi. İsmet Paşa ise burada yabancı delegeler karşısında Türk devleti için gereken savunmayı maalesef yapamamış ve mahcup olmuştur. Zirâ o zaman geçerli olan Fransızcayı yeteri kadar bilmediği için savunmaları Dr. Rıza Nur’a bırakmak zorunda kalmıştır. (Bu hususta detaylı bilgi öğrenmek isteyenler Atatürk’ün büyük Nutku ile buna dâir devlet arşivlerini inceleyip her şeyi öğrenir, ortaya çıkarırlar) Evet, satırlarıma devam etmek isterim: Bugün Türklüğün, Türk milletinin Osmanlı’nın son zamanlarında, takriben Tanzimat Fermânı’ndan sonraki çöküş durumunu şu satırlarla dile getirmek istiyorum:

-Ben bir Türk’üm perîşanım,

-Çünkü bugün Türklük perîşan.

Biraz abartıyorum belki ancak gerçekler çok acıdır. Bizler iklimlere kıtalara sığmayan büyük bir imparatorun ahfâdıyız. Damarlarımızda üç kıtanın en büyük ırmakları dolaşmaktadır. Vaktiyle üç kıtanın denizlerinde dalgalar bizi anar, bizi arar, bizi söylerdi. Hangi zaferden, hangi seferden bahsedeyim: Altaylardan dünyânın dört bucağına akın edenlerden mi? Asya, Avrupa ve Afrika’da asırlarca heybetle duran minâreler, câmiler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar inşa edip medeniyet kuranlardan mı? Kıtalarla berâber göklerin gönüllerini fethedenlerden mi? Tac Mahâl, Fâtih, Süleymaniye ve Selimiye; dünyânın en zengin kütüphânesine sâhip Bağdat; Farabiler, Sinanlar, Buhariler, Horasan Erleri, Yunuslar, Ahmet Yeseviler, Hacı Bektaş-ı Veliler, Mevlanalar; Kırımlar, Kazanlar, Buharalar, Semerkant, Şamlar, Kahireler, Şanlı Plevneler, Üsküpler, Manastırlar Selanikler nerede, kimin yerleri buralar? Sibirya ses vermiyor, Sibir Türklerinin at koşturduğu bu diyarlarda soğuk yeller esiyor. Milyonlarca kilometrekare zengin arâzilerde bir ölüm sessizliği mevcut. Düne kadar Türk’ün uşağı olan Slav ve sarı ırk, Türk ellerinde ne bulursa kesiyor, millettaşlarımızı yakarak öldürüyorlar. Yok olanlar yalnız bunlar mı? Dalgaları ve gür sesleri Viyana surlarına kadar ulaşan kahraman ecdat hani nerede? Malazgirt, Niğbolu, Kosova, Çaldıran, Mohaç, Şanlı Plevne… Hey gidi şanlı meydanlar! Türk târihi baştanbaşa bir meydanlar târihidir zirâ atalarımız târihini meydanlarda yazmış, yenilen düşmanlar aman dilemesi sonucu akt edilen anlaşmalarda, masa başında hakkını lâyıkı ile savunamamış, çeşitli entrikalarla kazanılan yerleri kaybetmiştir. İşte Balkanlar: Yugoslavya’da Sırp milliyetçileri Türk kesti.

Feryatlar, figanlar devam ederken sosyalist Tito’nun faşist askerleri, ondan önce Bulgar ve Yunan çeteleri sık sık isyan edip millettaşlarımızı keserken bizim yetkili, etkili (?) hükûmet adamları, yöneticileri Rum cemaati ruhânî reisinin elini öper, Türk-Helen dostluğuna şiirler-kasîdeler döşerdi. Bu örnekleri daha uzatabiliriz. Velhâsıl, bugün bile Türk düşmanlığı hiçbir yerde değişmiyor ve bütün gücüyle her yerde devam ediyor. Devletimizi ve Türk milletini küçük göstermek, aşağılamak için dünyânın her tarafında gösteriler düzenleniyor. Dâima bir ehli sâhip, yâni haç karşısındayız. Buradan İran’a geçelim; bugün Müslüman geçinen İran bile şu hâliyle Türk düşmanlığı yapıyor. Mesela Güney Azerbaycan’da Türkçe konuşmak, Türkçe neşriyat yasaktır. Bugün seksen doksan milyonluk İran nüfûsunun yarısı Türk’tür ve faşist Fars yönetiminin çarkları altında inim inim inleyenler sâdece Türklerdir, buna karşı orada yaşayan yüz binlerce Ermeni, Yahudi vs. diğer milletler serbest yaşamaktadırlar. Demek ki bütün hedefleri Türk kardeşlerimiz, yâni onları sindirmek, öldürmek, yok etmek… Gerçek budur. İran’da Türk aydınları kamplara sürülüp hayatlarına son verilmektedir. Yine düne kadar bize bağlı devletlerden Irak ve Suriye’de aynı olaylar cereyan etmektedir. Birer Türkmen beldesi olan târihî Kerkük, Telafer, Tuzhurmatı köy ve kasabalarında aynı katliamları görmekte, duymaktayız. Ancak bütün bu insanlık dışı, acı olaylara karşı yöneticilerimiz ve hatta Türk dünyâsının çoğu seyirci kalmaktadır. O zaman şu soruyu sormak gerekir: Senelerce devam eden bu Türk düşmanlığının asıl sebebini hiç düşündünüz mü? Evet, şahsen bu azılı Türk düşmanlarının gerçek niyetlerini, tasarladıkları gizli planları günlerce düşündüm, araştırdım ve şu sonuca vardım. Tahminen onuncu asırda başlayan bu haçlı katliamlarının sâhipleri ve elebaşlarında büyük bir ahlak ve karakter zafiyetiyle berâber ırkçılık zihniyeti, “Benden büyük yoktur” düşüncesiyle hareket ederek habire silahlanıp bilhassa geri kalmış câhil insanların üzerine yürümüş; o beldeleri zorla sömürerek bu kânunsuz kirli işlerini asırlarca uygulamışlardır.

Atalarımız Türkler ahlak ve karakter îtibâriyle saf ve temiz yürekli insanlardır. Bu hasletleri de daha çok inandıkları ve tamâmen bağlandıkları Yüce İslâm dîninden gelmektedir. Türkler İslâm şemsiyesine girmeden önce de gayet dürüst, âdil ve alicenap insanlardı ve bu doğrudur. Onuncu asırdan yâni Karahanlı Türk Devleti’nin İslâmiyet’i kabulünden sonra zamanla bu yönleri güzelleşti, âdeta üstüne cila sürüldü. Dünyânın her tarafına bu yüce dîni yayan Türklerdir. Onlar olmasaydı bu din çıktığı yerler olan Orta Doğu ülkeleri içerisinde kalacaktı. Bunun içindir ki bütün İslâm ülkeleri bizlere şükretmeliler. Türkler savaşta galebe çaldıklarında esirlere, kadınlara, çocuklara asla kötü muamele ve eziyet etmezler; onlara ve düşmanın ileri gelen komutanlarına dahi kötülük yapmazlar hatta onları çok defa serbest bırakmışlardır. Buna dâir son misal İstiklâl Savaşımızdır. Yurdumuzu tamâmen işgal eden Yunan ordusu komutanı General Trikopis’i Büyük Atatürk çadırına çağırmış, kılıcını teslim edip serbest bırakmıştır. Bu hususta târih canlı şâhittir. Bu gibi olaylar birçok kaynaklarda vardır, okuyup öğrenebilirsiniz.

Konuyu dağıtmış olmayayım; ecdâdımız târihte çok savaşçı ve cengâver insanlardı ve yaşadıkları sürece Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar tam on altı büyük devlet kurmuşlardır. Mesela, Büyük Hun İmparatorluğu târihte isim yapmış, sonra kurulan Türk devletleri de ömürlerini tüketip zamanla sona ermişlerdir. Fakat düşmanlarımızın büyük korkusu Osmanlı-Türk İmparatorluğu olmuştur. Çünkü Türkistan’dan 24 boy hâlinde gelerek Anadolu’ya yerleşen atalarımız Oğuz Türkleri, kurucu Osman Gazî ile inşâ etmiş, kısa zamanda, önce Balkanlara (1356’da), sonra da bütün dünyâya yayılmış ve gittikleri her yere İslâm’ın adâletini, hakkâniyetini götürmüşlerdir. Daha önce 1071’de Sultan Alparslan, Bizans ile yaptığı büyük meydan muharebesinden sonra köhne Bizans’ın gücünü ortadan kaldırmış, böylece Anadolu kapıları Türklere açılmıştır. Osman Gazî, oğlu Orhan Gazî ve onlardan sonra gelen cennet mekân padişahlar batıya yönelerek Bizans’ın zaptettiği bütün şehir, kasaba ve kaleleri savaşla fethetti. İznik, Bursa derken diğer şehirler ele geçti. 1326’da Bursa fethedildiği gün Osman Gazî Hakk’ın rahmetine kavuştu. Bundan sonraki olayları uzun boylu yazmayacağım ancak târihe meraklı okuyucular kaynaklardan şanlı Osmanlı târihini okuyup öğrenebilirler. Sonradan gelen pâdişahlarımızdan Birinci Beyazıt (Yıldırım) başkent Bursa’da birçok târihî eser vücûda getirdi. Boğaz’ın Anadolu kıyısında meşhur Anadolu Hisar’ını inşâ ettirdi. On beşinci ve on altıncı asırlar Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü ve şaşaalı devirleri olmuştur. Nitekim Pâdişah İkinci Murad’ın oğlu Fâtih Sultan Mehmet, yâni İkinci Mehmet’in îfa ettiği büyük hizmetlerden biri ve en büyüğü Bizans’ın başkenti Konstantinapol dedikleri İstanbul’u aldı. Düşmanla yaptığı bu kanlı savaş 1453 Nisan’ında başladı ve 29 Mayıs 1453’te sona erdi, sonuçta Bizans’ın sonu geldi, çekilip gitti. Burada Fâtih’ten biraz bahsetmek isterim: On dört yaşında tahta geçen bu büyük insan diğer ataları padişahlar gibi ilme ve şiire çok önem vermiş, ilim adamlarını dâima korumuş; dînin gereklerini bihakkın yerine getirmiş olup İstanbul’u fethedip başkent yaptığında tebaası altındaki Hristiyanlara ve Yahudilere dokunmamış, onların dinlerine, inançlarına hiç karışmamış, serbest bırakmıştır. Fâtih altı yedi yabancı dili ana dili gibi öğrenmiş olup iyi eğitilmiş, kültürlü, zeki ve ileriyi gören bir deha idi. İstanbul’u 1453’te fethettikten sonra sırayla batıya yönelerek Ege Adaları’nı ve Balkanlar’ın birçok yerini savaş sonunda fethetti, o beldelere Anadolu’dan gelen soydaşlarımızı iskân ettirdi. Anadolu’da devlete karşı tutum ve davranışları hoş olmayan bazı Türk beyliklerini sindirdi. Bunlardan Karaman Beyliğini ve Türk düşmanlığını devam ettiren Trabzon Rum İmparatorluğu’nu ortadan kaldırdı. İstanbul’u almayı daha çocukken tasarlayan bu büyük pâdişah Boğaz’ın Rumeli kıyısında meşhur Rumeli Hisarı’nı yaptırdı. Bir Macar ustaya sayısız toplar döktürmüş ve yağlı kızaklar yaptırarak gemilerinin Kasımpaşa sırtlarından Hâliç’e inmesini sağlamıştır. Bu, büyük bir emek ve cesâret işiydi amma o, korkusuz ve azimli bir insandı, idealistti. Savaş sonunda (tam elli üç gün) Türk askerleri Topkapı Surları’ndan içeri girdiler ve aynı gün Fâtih, şehrin anahtarlarını Bizans İmparatoru Konstantin’den teslim aldı.[1] Bu savaşın safahâtını burada tafsilatlı yazmak, anlatmak istemiyorum çünkü yerli ve yabancı bütün târihçiler bu şahâne zaferi eserlerinde yazıp çizmişlerdir.

Gel gör ki asıl kıyâmet bundan sonra kopuverdi. 1453’ten sonra bugüne kadar asırlar geçti. Bu yenilgiyi kabul edemeyen, yâni hazmedemeyen Bizans artıkları, Türk düşmanı haçlı köpekleri, biz Türklere karşı sürekli olarak amansız ve kalleşçe saldırılarına devam ettiler. Asırlar geçmekte fakat bu ehli sâlibin, yâni Haçlı insan gürûhunun kin ve intikam duyguları sönmüş, bitmiş değil. Biteceğine de aklım kesmiyor zîra yaşadığımız olaylar bunu açıkça göstermektedir. Ancak onlar dünya kamuoyu önünde ve çeşitli medya kuruluşlarında kendilerini dâima haklı ve mâsum gösterip bizleri ırkçı, gaddar ve işgalci olarak gösterip leke sürüp iftira etmektedirler. Bu iftira kampanyaları yirmi birinci asırda hâla devam etmekte olup esasında katmerli suç işlemektedirler. Mesela, Batı’nın şu medeni (?) geçinen sömürgeci ahtapotları 1880’de Kuzey Afrika’da Fas, Tunus ve Cezayir’i zorla, kanla işgal ettiklerinde, oradan çekilinceye, yâni bu ülkeler savaşarak bağımsızlıklarına kavuşuncaya kadar geçen seksen iki sene zarfında (1962) elli milyona yakın Arap Müslümanı çocuk, kadın ve yaşlı demeden öldürmüştür. İngiliz gâvuru aynı katliamları işgal ettikleri Mısır, Hindistan ve diğer Asya ülkelerinde uyguladı. Aynı İngiliz ve Fransızlar 1920-1921 senelerinde Güneydoğu ve Güney bölgelerimizde (Adana, Mersin, Tarsus, Urfa, Maraş ve Antep’te) girdikleri her yeri yakmaya başladılar. Ancak devletin güçsüz olduğu bu zamanlarda Türk milleti galeyana gelerek topyekûn ellerindeki kazma, kürek, balta ve bıçaklarla saldırıp işgalci Batılıları birkaç ay içinde bu şehitler diyarlarından def etmeyi bildiler. Aynı mücadeleler batıda, Batı Anadolu Bölgesi’nde İngiliz’in yardımıyla gelen Yunan’a; doğuda ise aynı savaşlar Ermenilere karşı verilmiş ve sonuçta güzel vatanımız bu pisliklerden 1922’nin ortalarında kurtulmuş oldu. Bu arada Sivas’tan başlayıp Doğu Anadolu’nun birçok yerinde Ermenilerin çıkardığı sayısız isyanları ve işledikleri cinayetleri de göz ardı edemeyiz. Çünkü bütün bunları yazmaya kalkmış olsak, kitaplara, ciltlere sığmaz.

Yukarıda İstanbul’un fethinden bahsetmiştim. Sene 1453 idi, bu târihteki dört rakamı alt alta toplarsak on üç sayısını elde etmiş oluruz. Bizlere hâla düşmanlık yapan medenî (?) geçinen bu Batı’nın insanları maalesef semavî din olan Hristiyanlığı dâima bozdukları gibi bâzı bâtıl, yâni dînî kurallara uymayan akıl dışı inançlara, sapık düşüncelere kapılıp sayıları ve rakamları uğursuz saymış olup bunu da kendi insanlarına telkin etmişlerdir. Düşünün, sâdece on üç sayısında ne uğursuzluk olabilir? Fakat bunun altında başka şeyler yatmaktadır, açıkça söylemek gerekir ki bu, düpedüz bir Türk-İslâm düşmanlığıdır. 13 rakamı olan her yere girmezler, bu rakamı kolay kolay dillerine almazlar, bu rakamın olduğu bütün mekânlar (otel, pansiyon odaları ve evler) onlara göre uğursuzdur, oralara katiyen ayak basmazlar. Bunu ve buna benzer gerçekleri; tanıdığım ve gezmeyi seven dost, arkadaş ve bâzı âile büyüklerim bana defalarca dile getirmişlerdi. İsteyenler bu bilgiyi araştırıp öğrenebilirler.

Evet, sevgili okuyucular, asırlar değişir, nesiller değişir; ölüp giderler fakat bu ahtapotların ezelî-ebedî Türk düşmanlığı hiç bitmez. Bu maalesef her yerde devam etmektedir. Bunun sebeplerini. Yâni bizlere asırlarca niçin düşman olduklarını yukarıda yazıma başlarken ifâde etmiştim. Şunu çoğumuz biliriz, Anadolu’da meşhur bir atasözümüz vardır: Meyve veren ağacı taşlarlar. Çok doğru bir sözdür bu, yâni kâtil Batı’nın insanları, kendilerine hiç benzemeyen ahlak ve karakter timsâli biz Türklere uyguladıkları bu akıl dışı, vicdan dışı katliamlarının asıl sebebi bundan ibârettir.

Ancak, sevgili ırkdaşlarım ve okuyucularım, sizler kimsesiz, sâhipsiz değilsiniz, asla merak etmeyin, sizleri düşünenler yine bu milletin insanları olan bizleriz. Bütün dünyâya var gücümle sesleniyor, haykırıyorum! Her şeyin bir sonu vardır; bir gün gelecek bütün bunların intikamını mutlaka alacağız! Bütün dünya sesimizi duysun, bu böyle biline!

[1] İmparator savaş sırasında ölmüştür. (e. n.)

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.