“At ayağı külüg, Ozan dili çevük olur.”
-Dede Korkut
Duvarda asılı duran bağlamanın tıngırtısı rüzgârın ezgisinden gelir. Dağlar aşıp gelen rüzgâr, bize memleketimizdeki dağların kokusunu, çiçeklerin ezgisini getirir. Dedem Korkut boy boylar, soy soylar. Bağlamanın atası kopuz, atların sesinden çıkar gelir. Uzak diyarların renkli türküleri, bir bir dillenir. Çiçeklenir ellerimizde târih: Kokusuyla, sesiyle, rengiyle Türk; çağlarca dile gelir…
Yazıların başlığı, içeriğe dâir bir meşale yaktırırmış. Bir durak diyoruz. Bu durak, mâhiyeti noktasında Türk kültürünün diğer tüm duraklarında olduğu gibi ne yalnız ihtiyaçtan doğmuş ne de yalnız sanat gâyesinden ileri gelmiştir. Türk’e âit hiçbir unsur yoktur ki onun dünya görüşlerini yansıtmasın. Hangi millette bu olmaz ki dediğinizi duyar gibiyiz. Elbette vardır. Fakat kastettiğimiz durumu biraz açacak olursak; şuûra erme hâdisesi bâzı zaman pencereden süzülen ay ışığı gibi bâzı zaman da güneşin yakıcı sıcaklığı gibi âşikârdır. Yalnız şuûra erme hâdisesi midir? Sâdece bu yeterli midir? Kanaat getirirsiniz ki yeterli olmayacaktır. Yüzyıllardır Türk kültürünü damarlarında tutup diyar diyar gezerek bu damarı bulan, yetiştiren âşıklarımıza, ozanlarımıza selâm olsun… Onlar ki yeri gelmiş milletimizin yumruğu olmuş, yeri gelmiş ağıdı olup feryat etmiş dağlarca, yeri gelmiş sevinçleri boylanmış toylarda… Türk’ün olduğu her toprakta, milletimiz yaşayan bir varlık olarak hüküm sürmüştür. Az evvel bahsettiğimiz şuûra ermeleri nicedir? Bu şuûr, hangi şuûrdur?
İlk izlerini hemen hemen ilkleri bize yaşatan bir yüce eser olan Divan-ı Lügat ’it Türk’ten öğrenmekteyiz âşıkları ve onların vefâkârca hizmet ettiklerini. Vefâkârca diyoruz çünkü gâye az evvel bahsettiğimiz gibi sâdece sanat yapmak değildi. Esas gâye, Türk’ün sanatını duyurabildikleri tüm coğrafyaya duyurmaktı. Bunun için çıktılar yola bir uçtan bir uca!.. Yalnız saz ve söz mü söylediler peki? Hayır. Belirli bir meslekleri vardı ve hem bu mesleklerini icrâ ederlerdi hem de kendilerine bir ülkü hizmeti olarak gördükleri ozanlıklarını sürdürürlerdi. İnsan yetiştirmeye büyük kıymet veren âşıklarımız, yüce bir milletin kültürünü çağlarca sürdürmeye ant içmiş kişilerdi. Bunun için bilirlerdi ki bu ülkü, bu şuûr kendi hayatlarıyla sınırlı değildi. Bunu nereden mi anlıyoruz? Kurdukları yapı taşlarındaki düsturlarından hareketle samîmî bir şekilde bu yorumu yapabilmekteyiz. Bu düstur her şeyden evvel yetiştirdikleri insanlardan tek bir istekle bağdaşır vaziyette karşımıza çıkmaktadır: Yetişen insan, ustasından daha iyi olmakla ve buna mukâbil yetişen kişinin kendisinden daha iyi olacak bir usta yetiştirmekle kendisini görevli addetmesinden gelir. Millete hizmet noktasında bu usta kişiler, millete yapılan en iyi hizmet için önce işe, en iyi bildiğinden başlamanın gerekliliğini özümsemiş, yalnız özümsemekle kalmamış icrâata dökmüş kişilerdir. Dikkat edersek tek başına bu istek bile Türk edebiyâtının âşıklık geleneği çerçevesinde gitmek istediği yolun ne kutlu bir yol olduğunu bizlere bildirir niteliktedir.
Türk edebiyâtının bu en güçlü kolunun detaylarına girmeden evvel, kelimelerin mânâsında benliğimizi bulmak, bizde bu geleneği daha da bir taçlandıracaktır. Ozan, köken îtibâriyle Oğuzca bir kelimedir. Ozan kelimesi, geniş mânâda aynı topraklar üzerinde yaşayan boyları temsil etmektedir. Mehmet Fuad Köprülü’nün belirttiğine göre “ozan” kelimesi “oz-mak” kökünden gelmekte olup bu ise anlam bakımından “sözü ileri gelmek, önce gelmek, önde olmak” gibi ifâdelerde karşılığını bulmaktadır. Toplumun değer yargılarını benliğinde toplayan, mevcut değer yargılarını nesillere taşıyabilen ve bu değer yargılarıyla yaşayan birer hazîne olan ozanlar; özellikle destan geleneğimizin temel taşlarını oluşturan sanatçılardır. Birbirine sıkı sıkıya bağlı ve kopmadan ilerleyen, aynı zamanda edebiyâtımızın diğer türlerine de yön veren bir disiplini de gözler önüne sermiş ve yol açmışlardır. Ozan ve âşıkların disiplinli bir çizgiyle açtıkları yolda aktarıcı, yayıcı, üretici ve taşıyıcı olmaları onları başta destan olmak üzere hikâye, türkü, efsâne gibi türlerin ana müellifi ve söyleyicisi pozisyonuna taşımaktadır. Şimdi de bu pozisyona erişebilmek adına oluşturdukları yapının biraz daha derinlerine inelim.
Dikkatinizi çekmek isteriz ki başta edebiyat sâhalarında olmak üzere sosyal bilimler alanının neredeyse tamamında kullanılan bir söz öbeği olan “toplumun aynası” ifâdesinin dahi belini büken bir yapıya sâhiptir ozanlık. Neden mi dersiniz? Düşünün ki yüksekçe bir dağın tepesinden bağırıyorsunuz. Nasıl seslendiyseniz kısa bir süre sonra sesiniz yankı olarak size geri dönüyor. İşte bu, yalnızca ayna, yansıma, yankı, geri dönüttür. Fakat ozanlar bundan farklı olarak ne mi yapmıştır? Evvelâ o sıradağların tepesine tek başına çıkmamıştır. Ozanın bir sesi içinde bulunduğu toplumun, milletinin sesidir; diğer sesi ise tüm ozanları temsilen kendi sesi olmuştur. Bir yandan toplum içerisindeki sorunlara karşı dağa seslenir ve o sorunların ne denli şiddetli olduğunun nabzını ölçer. Bu ilk aşamada evet, tek başına bir ayna olmuştur. Sonrasında, elleri böğründe düşünür; üretir ve dağa nasıl bağırırsa dağlarda yankılanan sesi bu defa milletinin duyacağını bilir. Çünkü ilk seslenişi ve o sorunu toplum zâten duyuyor, görüyor, biliyordu. Lâkin konuşamıyordu veyâhut uyumuştu. Yazının başlığında da belirttiğimiz gibi ozan bir durak olur, zamânı bir an olsun durdurmak; konuşamayanlara dil, uyuyanlara göz, duymayanlara ses olur. Ve nasıl söylediyse nasıl çaldıysa dağın yamaçlarında duranlar artık o sesi duymuştur.
Sözlü dönem ürünlerinin atası olan ozanlık ve ozanların da atası olan Dedem Korkut’a selâm olsun… Her nesnenin bir özü olduğunu, her insanın da bir anlayışı olduğunu, bu noktada toplumun tüm damarlarına hâkim olan bu yapı, bir türü devam ettirirken zaman içerisinde özgün türler ortaya çıkarmıştır. Disiplin çizgilerinden gelen “üretici” unsurunu hâfızalarından asla yitirmemişlerdir. Şimdi ise gelelim sazlarını, sözlerini hangi araçlarla hangi bağlamlarda icrâ ettiklerine…
Araştırmalar netîcesinde ozanlık/âşıklık kavramında dokuz unsur dikkate değerdir. Bu dokuz unsur kendileriyle hem bağımlı hem de bağımsız olarak ilerleyen fakat bir bütünlük arz ederek bir kompozisyon dâhilinde ilerlemiştir.
Bu unsurlardan ilki tüm ozan ve âşıkların ortak ilerlediği gönlün tellerine dokunuyormuş gibi dokundukları “Saz çalma” unsurudur. Konar-göçer olup atı kendi hayatlarının içerisine koyan bu millet târihin ilk zamanlarından îtibâren atın kılını kullanarak kendilerine çalgı âleti yapmışlardır. Atlı yaşamın tabiî gerekliliği olarak ilk kopuzla başlayan saz hikâyesi, her zaman ve mekânda birçok şekil almış ve farklı adlara bürünmüştür. Çalınan bu enstrümanlar; kopuz, ıklığ, çoğur, dutar, tambura, dombra, rebab, şeştar, cura, bozuk, bağlama gibi adlarla anılmıştır ve bakıldığı zaman günümüzde hâlâ bunlarla eserler icrâ edilmektedir. Bu sazlara o kadar önem verilmiştir ki sazın isimleri dahi insanın uzuvlarından esinlenilmiştir. Sâdece insanın uzvu değil aynı zamanda kutsiyet addedilen eşyaların isimlerinden de esinlenilmiştir. Örnek olarak; “Sazın burgularına kulak, sapına kol, kapağına ise göğüs” denilmesi veya “Sazın kolu Allah’ı (elif) ve Hz. Ali’nin kılıcı Zülfikâr’ı, gövdesi Hz. Ali’nin bedenini, on iki telli saz / çöğür de on iki imamı” simgelemesi bunlara birer örnektir. Büyük bir hürmet gösterilen saz; geleneğe göre yere konmaz, düşman ona el süremezdi. Anadolu âşıkları arasında yaygın olan bir hareket ise sazı çalmadan üç defa öpüp başa konulması da saygının bir başka göstergesi olmuştur.
Türk milletinin her nesneye verdiği anlamdan ileri gelerek ad koyma unsuru önemlidir. Bu açıdan bakıldığında bir diğer önemli unsurumuz ise sanatının her bir aşamasında özgünlük bırakan ozanların/âşıkların mahlas alma durumu oluşmuştur. Mahlas kelimesi köken îtibâriyle Arapça olup “saflık, hâlislik, gönül temizliği” anlamlarına gelir. Mahlas almak, şâirin zamanla tanındığı gerçek adını dahi unutturacak bir nitelik taşımaktadır. Örneğin Fuzûlî’nin asıl adı Mehmet, Nefi’nin ise Ömer’dir. Bu örneklerdeki gibi birçok şâir ismiyle değil mahlasıyla bilinmektedir. Türk tasavvurunda çok daha derin anlamları olan bu mahlasların, şiirin son dörtlüğünde tapşırma adıyla kullanılması da aslında âşıkların ve ozanların mütevâzı oluşlarını simgelemektedir.
Bir diğer unsur ise âşıklık geleneğinde âşıkların âşık olmadan evvelki hâlini ortaya koyan ve oluşumunu bizlere sunan bâde içme geleneğidir. Rüyâda bâde içme, âşık olmak için gerek duyulan bir başlangıç aşaması olarak da görülmüştür. Âşık, rüyâsında Hızır’ın veyâhut pîrin elinden bâde içer. Bâde alkollü bir içeceği temsil etmemekle berâber kesinkes sıvı bir şey de olmak zorunda değildir. Nar, üzüm, ekmek gibi bir yiyecek de bâde sayılabilir. Hatta bu bâde bir saz veyâhut bir pîrin tükürüğü bile olabilir. Çoğunlukla erginlik döneminde veya gençlik yıllarında görülen bu rüyâ sonucunda kişi saz çalmaya başlar ve şiir söyleme yeteneği kazanır. Zaman içerisinde gerek halkın gerekse de âşık olan kimsenin bu yetenekleri görülünce onun bütün ilmî ve dînî bilgilere eriştiği düşüncesiyle Hak âşığı olarak anılmaya başlarlar. Bir yandan baktığımız zaman aslında bâde içme; halk hikâyelerinde, efsânelerde, destanlarda sıklıkla karşımıza çıkan rüyâ motifiyle birleşerek bir bütün oluşturmaktadır.
İçilen bâdenin şekli değişse de taşıdığı anlam iki tür etrâfında tasnif edilmiştir. Bu iki tür, er dolusu ve pir dolusudur. Er dolusu içen âşıklar kahramanlıkları, yiğitlikleri ile ön plana çıkarlar. Sevdikleri için her türlü zorluğa göğüs gererler. Köroğlu ve Dadaloğlu er dolusu içen âşıklara örnek gösterilebilir. “Pir dolusu içen âşıklarsa cefâlar çeker, sevdâlara düşer, sevgilisinin arkasından yanar tutuşur. Bunlar kahraman değildir, vefakâr ve fedakâr âşıklardır. Ercişli Emrah, Âşık Kerem, Âşık Sümmanî, Âşık Şenlik bunlardandır.”
Âşıklık geleneğinin disiplini çerçevesinde eğitim kolundaki en önemli unsur, şüphe yoktur ki usta çırak ilişkisine dayanmaktadır. Usta âşık, âşıklık geleneğine oldukça hâkim olduğu için çırağını yetiştirirken çırak hem ustasının ona öğrettiklerini kullanır hem de kendi yeteneğiyle özgün bir eser ortaya koyma çabasındadır. Elbette ki bunun yapılabilmesi için de yine çırağın âşıklık geleneğinin her basamağına hâkim olması gerekmektedir. Eğitim sürecinde ise belirli bir sınıf, oda vb. yer yoktur. Milletin kültür kodlarını nesilden nesle aktaran çırak, elbette tek bir yerden eğitim almaz. Bunun sebebi ise âşıklığın bir okul olmaması, okulun da ötesinde bir pozisyon taşımasından gelmektedir. Çırak, eğitimini her yerde alabilir, bu ustanın evi, köy düğünleri, köy oda ve evleri, gurbet vb. yerler olabilir. Düğünler, köy evleri âşık için icrâ ortamıdır. Bu icrâ ortamlarında çırağını da yanına alan usta, âşıklık geleneğini nasıl icrâ ettiğini çırağına gösterir. Usta, bu eğitim sonucunda çıraktan hiçbir ücret istemez. Yeri gelir evinde yatırır, yedirir hatta cebine harçlık bile koyar. Aralarında öğretmen öğrenci ilişkisinden daha öte bir ilişki gözlenir. Usta âşık, çırağını usta bir âşık olana kadar yanında tutarak eğitim verir. Çırak, ustanın yanında yetişirken belli başlı edep, erkân ve meslekî usûlleri de berâberinde almaktadır.
Öncelikle çırağın âşık olabilmesi yine disiplin çerçevesinde, belirli ders dönemlerinden geçmesi gerekmektedir. Bu ders dönemleri gereğince hem ustasının nâmını yürütecektir hem de çıraklıktan âşıklığa yükselebilecektir. İlk dönem: Dinleme, gözlemleme, ezberleme, taklit etmedir. Usta âşık bu dönemde kendini ve ustasının usta mallarını çırağına öğretir böylelikle vefât etmiş usta unutturulmamaya çalışılır. Usta eserlerini ezberleyen ve onunla yetişmiş bir âşık, ustasının nâmını da eklemektedir. Bu durum yeni üslupları tabiî olarak ortaya çıkarmıştır. Bu yeni üsluptan bir tânesi âşıklık geleneği içerisinde kolların oluşmasıdır. Bu kollara Erzurumlu Emrah ve Dertli Kolunu örnek verebiliriz. Çırağın eğitim süreci içerisinde çırak, öncelikle ustasının ve diğer usta âşıkların şiirlerini dikkatle dinler ve ezberler. Çırağına kendi şiirlerini öğreten usta âşık, çırağının sanatçı kimliğini temellendirir. Çırak, ustanın şiirlerini ezberledikten sonra kendi şiirlerini nasıl yazması gerektiğini de aynı zamanda öğrenmiş olur. Elbette ki bu öğrenme sürecinin de bir sistemi vardır. İlk bölümde sistemli deyiş karşımıza çıkar ki bu, yukarıda da bahsedilen çırağın ustasının şiirlerini ezberlediği bölümdür. İkinci bölümde serbest deyiş devreye girmektedir. Bu deyişte ise usta âşık hem kendi şiirlerini hem de farklı ustaların şiirlerini çırağına örnek olarak gösterir. Çırak, her iki sistemde de kâfiyesi, teması, kelime hazînesi hakkında bilgi edinir, bunun yanında âşık olma yolunda eserleri icrâ ederken yeteneği ölçüsünde serbest deyişler meydana getirir. Âşıklar icrâ ortamlarında şiir söylemenin yanı sıra halk hikâyelerinin anlatımına da yer vermişlerdir. Ustaların ve dinleyicilerin nezdinde âşıkların şiirlerini söylediği gibi halk hikâyelerini de iyi anlaması gerekir, bunun da ötesinde bir anlayışla yine pek çok ustaya göre iyi hikâye anlatamayan âşık, usta âşık sayılmamaktadır. Bu nedenle usta âşık çırağını biraz yetiştirdikten sonra özellikle bu fasıllara getirir ve diğer ustalardan da beslenmesini ister. Çırak diğer usta âşıkların hikâyelerini ezberler, böylece hikâye anlatma geleneğini zamanla öğrenerek tecrübe edinmiş olur.
Âşıklık geleneği içerisinde birçok unsuru da içine alan en geniş sâha, bakıldığı zaman âşıkların atışmaları üzerine kurulmuş bir sistemdir. Öyle ki eğitim sürecinde yalnız çırakların değil usta âşıkların da beslenmesini sağlar. Ozanların âşıkların sanatlarını icrâ ettikleri ortamda atışmalar öncelikle “hoşlama” ile başlar. Önce gelen izleyici selâmlanır sonra deyişmeler ya da atışmalar yapılır. Ellerinde bağlama iki usta önce ayakta dinleyicilere güzel sözler söyleyerek bir ev sâhibi edâsıyla onları selâmlar. Hoşlama bölümünün içerisinde taşlama türüne de âşık eğer isterse yer verebilir. Bunun yanında ayaklı(uyaklı) dörtlükler söyleyerek hem kendilerini ısındırır hem de bağlamaları hazırlanır. Seyirciler divanların üzerine oturur. Bu meclislerde hoşlama dediğimiz ilk bölüm bitince ikinci bölüm olan “hatırlatma” devreye girer. Bu bir canlandırma bölümüdür sistem içerisinde uygulanma zorunluluğu aranmaz.
Birbirine eklenerek gelişim gösteren ve unsurlar ortaya çıkaran âşıklık geleneğinde, âşıklar işi zorlaştırıp lebdeğmez adlı bir atışma ortaya koyarlar. Âşıklar dudakları arasına iğne ya da kürdan koyarlar. Daha sonra başlarlar atışmaya. Adı üstünde lebdeğmez… Leb ise dudak demektir. Bazı yörelerde “dudakdeğmez” de denilmektedir. Âşıkların yetişme usûllerinde bu meclislerde âşıklar, ustalığıyla ün salmış âşıkların yanına giderek onlarla atışmayı talep ederler. Atışmalar sert geçer, kazanan âşığa hediyeler verildiği gibi kaybeden âşık atışma sonunda sazını bile kaybedebilir. Âşıklığın aynı zamanda pek zor bir iş olduğunu hem seyirciye hem yeni yetişen âşıklara ustalar, ara ara gelenek içerisinde yapılan birtakım uygulamalarla göstermiş olurlar. Lebdeğmez atışmasında âşıklar çalmakta hem de düşünmektedir. Heceyi de kaçırmadan alelâde bir kâfiye elbette söyleyemez. Ağzından çıkan her bir kelime önemlidir ve mânâlı olmalıdır. Yalnız söze ve sese mi mânâ verilirdi? Elbette hayır. Mânâ verilen bir üslup da doğrudan geleneğin düzeniyle alâkalıdır ki şöyledir: Kahvehânede sazlar ustalık derecesine göre dizilir. Kahvehânenin en usta âşığının sazı en başa konulur. Dışarıdan misâfir bir âşık gelir de bu kahvehânelerdeki âşıklarla atışmak isterse sazını en sona asar ve bu hareketi, “Ben de sizinle atışmak istiyorum.” demektir. Eğer gelen âşık atışmak istemezse sazını bu sazların altına asar. Bunun anlamı ise: “Ben sâdece misâfirim konaklamaya geldim, sizlerle atışmayacağım, dinleyiciyim.” demektir. Son olarak bir usûl daha vardır. Gelen misâfir sazını en başta duran âşığın sazının üzerine asarsa: “Ben buradaki en usta âşıkla atışacağım, kendime güveniyorum. Kazanamazsam sazım onundur.” Demeye getirirmiş. Bu ise zor görülen fakat çok kıymetli bir tavırdır. Niçin mi zor dedik? Çünkü saz, âşıkların vazgeçilmezidir. İşin sonunda onun alınması belki de âşığın gecesinin gündüzüne karışmasına sebebiyet verecektir. Çünkü yılları o sazla geçmiştir ve dert ortağıdır. Atışmaların sonunda ise pamuktan bir odunla birbirlerine vururlar, en sonunda candan sevgiyle birbirlerine methiyeler düzerek meclisi selâmlarlar.
Yazımızın içerisinde usûllerin birbirini geliştirdiğini defâlarca söyledik, bunun yanında yeni bir unsura geçerken diğer unsurları sıralayacak olursak sırada düz olarak sâde yapılan atışmanın taşlamayı barındırdığını, hatta ağırlık merkezi durumunda olduğunu görmekteyiz. Bunun bir zekâ oyunuyla taçlandırılması lebdeğmez olarak karşımıza çıkar.
Şimdi ise yine bir zekâ oyunuyla harmanlanıp gelen bir gelenek vardır ki usta âşık bu geleneği dilerse atışmalarının içerisinde kullanabilir. Bu usûl ise “muammâ çözme”dir. Yâni şiir içinde bilmece sorma geleneği. Bu gelenek içinde âşıklar aklına geleni gönlünde bağlayıp ânında söyler. Duvarda asılı duran bilmeceyi atışarak bulmaya çalışırlar. Sazla sözü ayıramazlar. Ama bir de kalem şâirleri vardır ki onların da silâhları kalemleridir. Sözlü gelenekten yıllarca beslenmişler ancak kalemsiz edememişlerdir. Bu muammâları da kalem şâirleri yazar, kahvehâne sâhibine verir. Kahvehâne sâhibi bu bilmeceyi duvara asar, âşıklar yine karşılıklı atışarak bu bilmeceyi bilmeye çalışır. Bu bilmeceler de bize mâni türünün bir diğer hâlini vermektedir. İlk iki dizesi doldurma son iki dizesi asıl anlatılmak istenen bölüm olduğu için burada da bir benzerlik olarak yine ilk iki dizesi doldurma son iki dizesi bilmecenin aslının verildiği bölümdür. Mendil altına nesne saklamakla başlayan bu gelenek, daha sonra söze aktarılmıştır.
Edebiyâtımızda geçmiş ile gelecek arasına âdeta inşâ edilen ve bir köprü vazîfesi gören âşıklık geleneği sözlü kültürün yaygın olduğu dönemlerde yine bir türü daha içerisinden oluşturmuş ve sevgiliye seslenmenin özgün bir yolunu bulmuştur. Bu unsur ise “Dedim/Dedi” olarak karşımıza çıkar. Âşık Ömer, Erzurumlu Emrah, Kaygusuz Abdal, Kul Nesimi, Gevheri, Âşık Elesger, Âşık Huzurî, Seyrani, Âşık Ruhsâtî, Âşık Zülâlî, Âşık Şemşir, Âşık Yaşar Reyhanî, Âşık Cemal Divânı gibi isimler bu türün en başarılı eserlerini oluşturmuşlardır. Araştırma ve incelemelerimiz sonucu Dedim-dedi usûlünün kendi içerisinde en az dokuz kalıbı vardır. Bu dokuz kalıp da yine usûl değişikliğine giderek üslup açısından özgün birçok dalları da oluşturmuştur diyebiliriz. Yalnız şunu belirtmede fayda vardır ki bu usûl bir âşıklık geleneği içerisinde tür olarak karşımıza çıkar. Âşık ve sevgilinin karşılıklı söyleştiği bu tür Halk edebiyâtındaki koşma türünün bir kolu olarak karşımıza çıkmaktadır.
“Dedim dilber yanakların kızarmış
Dedi çiçek taktım gül yarasıdır
Dedim dane dane olmuş benlerin
Dedi zülfüm değdi tel yarasıdır”
(Âşık Ömer)
Târih ve edebiyâtın kaçınılmaksızın birlikte ilerlediğini gözler önüne serecek olan bir diğer unsur ise yine âşıklık geleneğine dayalı unsurlardan biri olan “târih bildirme geleneği”dir. İki türlü târih bildirme geleneği karşımıza çıkmaktadır. Birincisi Ebced hesâbı ile târih düşürmedir ki 15. yüzyıldan beri Dîvan edebiyâtında Arap harflerine sayısal değer vererek doğum, ölüm, düğün, felâket, zafer, âfet, îmar gibi olayların târihini “Ebced hesâbı” denilen teknikle târihini bildirme işleminin adını alır. Düşürülen bir şiirden âşığın yaşadığı döneme ve o dönemde yaşanan önemli olaylara ulaşabiliriz. Buna örnek olarak Öksüz Âşık’ın Tuna Nehri ile ilgili şiir yazmasını verebiliriz. Bu şiir, onun Balkanlarda yaşadığının bir delîli olarak düşünülmekte fakat kesin bir bilgiye ulaşılamamaktadır.
“Hiç kimseler bilmez kandadır başı
Tâzelenip akar yeğindir cûşu
Eksik olmaz yalısının savaşı
Leş ile doludur gölü Tuna’nın”
İkinci târih düşürme tekniği ise doğrudan doğruya açık bir şekilde târihe yer vermedir. Genellikle şiirlerin ilk ya da son dörtlüklerinde târih belirtilir. Âşık Sezaî Hicrî 1291 târihli Zile ve çevresindeki kıtlığın târihini şiirinde bildirmektedir:
“Zile fukarâsı halleri ey can
Dilersen eyleriz muhtasar beyan
Sene doksan bire yakın kalınca
Şiddetli şitadan halleri yaman”
Âşıklık geleneğinin unsurlarından bir diğeri de “nazîre söyleme”dir. Peki, nazîre nedir? Bir şâirin şiirini başka bir şâir, aynı uyak ve ölçüde olması şartıyla benzer şekilde kaleme alıyorsa buna nazîre denilmektedir. Nazîrede önemli olan asıl şiire bağlı kalabilmektir. Biçim ve içerik bakımdan benzer olması şarttır. Nazîre yapma işine de tanzir adı verilir.
Kazak Abdal:
“Ormanda büyümüş adam azgını
Çarşıda pazarda insan beğenmez
Medrese kaçkını softa bozgunu
Selam vermek için kesan beğenmez”
derken Seyranî de bu meşhur taşlamaya bir nazîre söylemiştir:
“Molu karyesinde hasır dokuyan,
Gelir Kayseri’ye kilim beğenmez.
Şöyle böyle birkaç harfi okuyan
Gelir medreseye ilim beğenmez.”
Yazımızın sonuna doğru yaklaşırken âşıklık geleneğinin mâhiyeti noktasında toplumun damarlarını tutan meseleler üzerinde durmakta fayda olduğu kanâatindeyiz. Âşıklar aracılığıyla topluma kazandırılması gereken birtakım ölçüler vardır. Bunlar, dînî eğitim boyutunda dünyânın geçiciliği ve bu yüzden de dünyâya fazla bağlanmamak gerektiği, insanın dînî görevlerini yerine getirmesinin öğütlenmesidir. Bunun yanında ferdin eğitimi boyutunda bilgiye önem veren, sabırlı, cesur, yalansız, hırslarından arınmış, iyi ahlâklı kimseler olmaya yönelik telkinlerin verilmesidir. Bu da bize fert olarak ideal insan tipinden toplumu da ideal bir boyuta taşıma arzusunu gösterir. Toplumun eğitimi boyutunda ise toplumun zaman zaman yozlaşması, değerlerini yitirmesi eleştirilerek insanı insan yapan özelliklere önem verilmesi gerektiğine vurgu yapılır. Ayrıca, vatan sevgisi bütün sevgilerin önünde tutulmuştur.
Şâirlerin şiirlerinde savunduğu kabuller, Türk milletinin yüzyıllarca inandığı milli kimliğimizi kazandıran, kültürel sürekliliği sağlayan ortak değerlerdir. Ozanların toplum geleneği çerçevesinde hassasiyet noktaları yine toplumun kültürü, ahlâkı, estetik anlayışı ve târihi üzerine çıkmıştır. Böyle bir durumda baskın tür genelde taşlama üzerine inşâ olunmuştur. Anadolu sâhasına yerleşim olduğunda bu kültürün genişlemesi mutlak mecbûriyetti. Biriken hâfıza, bölgelere dağılmalı ve İslâm geleneğiyle de taçlanmalıydı. Hâl böyle olunca kullanılan teknikler genişledi. Genişleyen teknikler, yine ihtiyâca göre yeniden teknikler doğurdu ve âşıklık, ozanlığın devamı niteliğinde genişledi.
Bugün dikkat edersek kendine ozan diyenler yine o toplum geleneğinden gelen, toplumda oluşan aksaklıklara çözüm önerisi getiren, bu gâyede yazan ve genelde taşlama türünde kendisini gerçekleştirenlerdendir. Bu, âşıklarda da vardır fakat artık âşıklık dediğimiz büyük çemberin içinde ozanlık sıfatı bir özgün kol olarak ilerler. Deryâ deniz bir kültüre, târihe ve bununla yoğrulmuş medeniyete sâhip bir milletiz. Geleneklerimizi yalnız gelenek olarak bırakmamak milletimizin değerlerini koruyarak geliştirmek her birimizin üzerine düşen bir vazîfedir. Bu milleti anlamak, anlamlandırmak ve anlamlandırdığımızı geliştirerek aktarmak adına kendi benliğimize sarılmak mecbûriyetinde olduğumuzu belirtmek isteriz. Ömer Seyfettin’in de dediği gibi unutmayalım ki:
“Milletlerin mefkûrelerine, târihlerinden ve mâzîlerinden ziyâde millî edebiyatları şekil verir.”
KAYNAKÇA
(1) Artun Erman, Çukurova Aşıklık Geleneğinde Atışma, Folklor/Edebiyat, cilt:19, sayı:75 (2013)
(2) Aslan, Ferhat. Âşık Edebiyatı “Usta-Çırak Geleneği” İle Geleneksel Osmanlı Türk Müziği “Meşk Usûlü”nün Karşılaştırılması.
(3) Ayva, Aziz. Konya Âşıklık Geleneğinde Mâhlas Alma. Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi. Sayı. 16, (2006). S. 23-33.
(4) Düzgün, Dilaver. Türk Halk Edebiyatı El Kitabı. Âşık Edebiyatı. (M. Oğuz içinde). Ankara: Grafiker Yayınları. (2021). (s. 464).
(5) Eke, Metin. Geçmişte Yapılan Âşık Atışmalarının Günümüzdeki Görünümü, Kültür Tarihimizde Yarış, Çevrimiçi Tematik Türkoloji Dergisi. yıl 2, sayı 1.(2010)
(6) Elçin, Ş. (1997). Halk Edebiyatı Araştırmaları 1 . Ankara: Akçağ Yayınları.
(7) Köprülü, Mehmet Fuad – Edebiyat Araştırmaları. 1986-488s.pdf
(8) Ölçer Özünel, Evrim. Geleneğin Geleceği: Somut Olmayan Kültürel Miras Unsuru Olarak Âşıklık. AHBV Edebiyat Fakültesi Dergisi.
(9) Şişman, B. (2015). Günümüz Âşıklarında “Rüya ve Bâde Motifi”. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, cilt 8. sayı 41, s.316-323.
(10) Atmaca, Seher. Âşık Edebiyâtında “Dedim-Dedi” Örnekleri, Akademik Bakış Dergisi, sayı:58, Kasım-Aralık 2016.
(11) Yardımcı, Mehmet. Başlangıcından Günümüze Türk Halk Şiiri, Ankara: Kanyılmaz Matbaacılık. (2017).
MİLLÎ EDEBİYAT TOPLULUĞU YAZARLARI
Seyran ŞAHİN
Rabia ÇOKDAN
Tayyibe Nisa DİZDEMİR
Nimet KARAKURT
Büşra ASLAN
Erva OKUR
Onur ERTAŞ
Tomris Tuğçe AYAN
Babür MIRZA
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.