“Türk Ülküsü”nün devlet ve millet hayatına hâkim olması için bizim seslenenimiz de oldu. Hattâ yeni ülkücü tipe örneklik de etti. O, Alparslan Türkeş idi. “İnsanları insan yapan; ülküleri, düşünceleri, hayalleridir. Milletleri de millet yapan, medenî ve güçlü millet yapan, ülküleridir. Millî ülkü güden milletler yaşama hakkını devam ettirirler, millî ülküden yoksun kalan bir millet yok olmaya mahkûmdur. Bir millet millî ülküsünü kalbinde, kafasında yaşatır. Hiçbir zaman unutmaz ve devam ettirirse onu bir gün mutlaka gerçekleştirir. Milletlerin gücü buradan gelmektedir (…) Milletlerin hayâtı binlerce yılla ölçülür. Onun için millî ülküler milletlerin çocuk yaştan îtibâren kalplerine, ruhlarına yerleştirilir ve milletler ülkülerini gerçekleştirmek için nesilden nesile birbirine kutsal bir emânet gibi o ülküleri devrederek çalışırlar. Bir milletin gerilikten kurtulabilmesi, (…) millî ülkü sâhibi olması ve yüksek mânevî inanç sâhibi olması yüksek ahlâk sâhibi olmasına bağlıdır. Yaşamak için kuvvetli olmaya millî ülkü, ahlâk, inanç, bilgi sâhibi olmaya mecburuz.” diyen o idi.[1]

Yeni ülkücü tip deyince akla Türk’ün ilk gözde ülkücü tipi Oğuz Kağan gelir. O günün hayat şartlarında güçlü kahraman olmak şarttı. Zîra en beklenmedik zamanda, çok çeşitli tehlikelerle karşı karşıya kalmak mümkündü. Gece karanlığında, tenha bir yerde ve tek başına yırtıcı hayvanlar arasında veya karşısında kalmak gibi… O sebeple “alp” gerekti. Oğuz Kağan bunun için bir destan kahramanı olmuştur. Zaman geçmiş, şartlar değişmiştir. Yerleşik hayata geçilmiş, İslâm, Türk’ün hayâtına her şeyiyle hâkim olmuştur. Artık ülkücü tipin baskın özelliği, gerçek mümin olmaktır. Dolayısıyla bu dönem ülkücü tip “alp-eren”dir ve onun pek çok örneği vardır. Koca Sinan bunlardan biridir. Koca Sinan diyorum zîra “bekçi Murtaza” der gibi “Mîmar Sinan” denip geçilmiş ve adı sâdece birkaç büyük câmi ile bir kılınmış.[2] “Mîmar Sinan” demiyoruz. Çünkü Sinan’ı sâdece bir meslek çerçevesine hapsetmek kolay fakat yanlış olur. Ona aynı geçerlilikte söz gelişi “Mühendis Sinan” da denebilir. Bu hususu, Güzel Sanatlar Akademisini organize etmek için Batı’dan gelen profesörlerden birisi şöyle ifade etmiş: “Sinan’ın büyüklüğünü mîmarlık târihine baktığınızda göreceksiniz. Çünkü Avrupa’daki mîmarlar, ya mîmardır ya mühendis. Ama bunun dünyâda bir tane istisnâsı var, o da Mîmar Sinan’dır.”[3] Koca Sinan; yetiştirilmesi, ülküsü ve eserleri ile tam bir ideal tiptir. O, koca Osmanlı İmparatorluğu’nun Asya, Afrika, Avrupa’daki topraklarını şantiye olarak dolaşma ve inceleme fırsatını en iyi şekilde değerlendirmiştir. Kendisi anlatıyor: “Asker ocağına girdikten sonra önce marangozluğu merak ettim. İyi ustalar elinde yetiştim. Bıkıp usanmadan çalışıp bu sanatı öğrendim. Sultan Selim Han’ın ordusunda Acem ve Arap diyarlarını baştanbaşa gezdim. Mîmarlığı, hendeseyi (geometriyi) öğrendim. Gördüğüm her binâdan, her harâbeden ibret ve ders aldım.”[4] Ustalık eserim dediği Selimiye hem bu donanımını hem îman ve ülküsünü ortaya koymuştur. Koca Sinan, Selimiye’nin kendi içinde oluşmaya başlamasını şöyle anlatıyor: “Kâfirlerin mîmar geçinenleri ‘Ayasofya kubbesi gibi bir kubbe inşâ olunmamıştır’ bu açıdan Müslümanlara galebemiz vardır diye böbürlenirlerdi. ‘O kadar büyük kubbe tutturmak gayet müşküldür.’ dedikleri bana dert olmuştu.”[5]

“İnanıyorsanız mutlaka üstünsünüz.” (Al-i İmran – 139) bildirimine inanan Koca Sinan, inandığını ve üstünlüğünü Selimiye gibi bir şâheseri inşâ ederek ispat etmiştir. “Allah’ın yardımı ve Sultan Selim Han’ın arzusu üzerine kubbesini Ayasofya kubbesinden 6 arşın boydan ve 4 arşın derinlikten ziyâde eyledim.” diyerek konuyu bağlamıştır.[6]

Koca Sinan, Kanuni’nin art arda devam eden seferlerine de katılmış, incelemelerine Avrupa’da da devam etmiştir. Böylece bilgi ve tecrübesini artırarak pek çok şâheser vücûda getirmiştir. Ben uzun uzun bunlardan bahsedecek değilim, sâdece şu alıntı demek istediğimi anlatacaktır: “Gezilerimin birinde Selimiye’de bir Alman profesörle karşılaştım. O da her gün câmiye gelip sadece minberi izliyormuş. Bir gün Mîmar Sinan hakkında ne düşünüyorsunuz, dedim. Bu sorum karşısında aynen şunları söyledi: Mîmar Sinan sadece şu minberi bile yapmış olsaydı dünyâda sanat tarihinin feriştahı (en iyisi, üstünü) îlan edilmesi gerekirdi.”[7] Bu konuyu bitirirken Koca Sinan’ı unutmayalım. Hizmetlerini hatırlayıp hayırla analım. Zîra bu, onun isteğidir. Abdullah Bizden’in dediği gibi i’lây-ı kelimetullah misyonunu üstlenmiş, “devlet-i ebet müddet”in ruh îmârının madde planında baş uygulayıcısı Koca Sinan’a rahmet olsun. Rûhuna Fâtiha…

Yeni ülkücü tip, Türk milletini millî ülküye çağıran ve bize örneklik eden Alparslan Türkeş’tir. Öyle örneklik ki Türkiye bir yol ayrımındayken devrim azgınlıklarının son noktasında, gaflet ve partizanlığın tavan yaptığı bir zamanda yılmayan ve dönmeyen bir irâde ile tek başına her türlü itham, iftirâ ve saldırıya göğüs gererek yeni ülkücü tipin en güzel örneğini verdi. Liderdi, karizması vardı. Her türlü zora rağmen kitleleri harekete geçirdi. Birçok tehlikeye göğüs gerip onları omuzladı ve peşinden sürükledi. Hattâ âhirete yolcu edildiği gün bile karla kaplı Ankara sokaklarında genç, yaşlı bütün takipçilerini Kocatepe Câmii’nden Beştepe’deki mezar yerine kadar ardınca yürüttü. Sonraki zamanlarda büyük iddialarla ortaya atılanların en küçük tehlikede vazgeçtiklerini, biraz zorlanınca döndüklerini gördüğümüz zaman onun ne çetin bir yolda yürüdüğünü ve ne büyük zorluklara katlanmış olduğunu daha iyi anladık. Fakat sâyesinde Türkiye, Afganistan olmaktan korunmuştur ve Batı taklitçiliğinden kurtulmuştur. Artık bugün millîlik ve yerlilik yarışı var.

O, zengin ve güçlü bir donanıma sâhipti. Türkiye’de iyi bir eğitimden sonra Genelkurmay’ın açtığı sınavı kazanarak ABD Harp Akademisinde eğitim aldı. Almanya’da da nükleer savaş üzerine eğitim gördü. Gençliğinden îtibaren kendisini çok iyi yetiştirdi. Bu sebeple Türkiye’nin ve Türk milletinin meseleleri üzerine erken düşünmeye başladı. Bu düşüncelerini harekete geçirerek Türk milliyetçiliğini aksiyoner hâle getirdi. Şu satırlar onun: “Çocukluk ve gençlik yıllarımdan beri Türk milletinin eski kudretli, refahlı günlerden neden böyle geri kalmış yoksul ve güçsüz hâle düşmüş olduğunu düşünürdüm. İleri gitmiş modern memleketleri inceler ve bizim de onlara ulaşmamızı sağlayacak çâreler bulmak için çırpınırdım. Bir halk türküsü şöyle diyor: ‘Yer beni yer beni / İçime bir kurt düştü / Gece gündüz yer beni.’ Bizim de içimize milletimizin ve yurdumuzun en kestirme yoldan hızla kalkındırılması için her çabayı gösterme isteği hâlinde bir kurt düştü.”[8]

“Biliyorsunuz 1960’ta Hindistan’a sürgün edildim. Hindistan’da boş durmadım. Pakistan’a geçtim. Orada Çin zulmünden kaçıp gelen ırkdaşlarımızı bulup onlarla görüştüm. Burada sizinle konuştuğum lisanla aynen onlarla da konuşup anlaşabiliyordum. Afganistan’a ziyâretim sırasında Gazne’ye, Kandehar’a, Kabil’e giderken ve oralardan gelirken yol kenarında Türklerle konuştum. Kendileriyle böyle sizinle konuştuğum gibi Türkçe konuştum.”[9]

Görüldüğü gibi o içte ve dışta içine düşen kurdun bütün Türklerin içine de düşmesi için durmadan çalıştı. Ona göre Türk milleti farklıydı. Türk milleti hep hakkın kuvvetlinin olduğu bir dünyâda “hak haklınındır” görüşünü icraata koymuş ve her zaman adâleti gözetmişti.

Türk de Başbuğ’un kadrini bilmiş, nasıl hacda mahşerî kalabalık içinde Nevzat Yalçıntaş Hoca ile namaz kılacak yer ararlarken Buharalı bir Türk, dükkânından iki seccade uzatmışsa Celalabat’ta yol yapan Türkler hemen bir geçit açarak kapalı yolu onun için açmışlardı.

Alparslan Türkeş, Ülkü Yolu’nun muhteşem yolcusu idi. Kıbrıs’tan göç edip gelen bir ailenin çocuğu olarak bir dış Türk idi. Dış Türklerle ilgilenmek hem tabii hakkı hem de görevi idi. Zîra oralarda akrabaları, komşuları ve millettaşları vardı. İşte 1944’de bu yüzden hapse atıldı. 27 Mayıs’ta iktidârı birilerine teslim etmek isteyenlere seyirci kalmayıp darbeci oldu, haksız isnat ve ithamlara mâruz kaldı. “Biz hiçbir karşılık beklemeden hizmet etmek için millet huzurunda yemin etmiş kişileriz.” diyerek “tabii senatörlüğü” kabul etmedi ve Hindistan’a gönderildi. O da orada boş durmadı. Pakistan ve Afganistan’a geçip oralarda Türklerle ilgilendi. Döndü seçimlere katılarak milletin oyu ile milletvekili oldu, TBMM’ye girdi. Son bağımsız Türk kalesi düşmesin diye mücâdele etti. Sıra dışı, çileli bir hayat onu bu sefer 12 Eylül Darbesi’ne mâruz bıraktı. Tutukevinde, hastane odasında tutuklu olarak yaşamaya mahkûm edildi. Kaç defa ölümle karşı karşıya kaldı, îdamla yargılandı, tabutluklarda işkence tezgâhlarından geçti. Her seferinde beraat ettikten sonra ülkü yoluna koştu. Hayatının sonuna kadar bu yoldan ayrılmadı ve âhirete de bu yolda yürüdü.

Yaşadığı gibi

“Kimi sessiz yaşayıp öyle göçer

Kimi teşyi olunur kollarda

Biri vardır: yaşamış fırtınalı

Kalacaktır tükenip yollarda”

İ’lây-ı kelimetullah için Türk dünya düzeni ülküsünü bize örneklik eden ve öğreten muhteşem öndere rahmet olsun.

[1] Türkeş, Alparslan. Dış Meseleler. Ergenekon Yayınları. İstanbul. 1974. s. 71 – 84

[2] Bizden, Abdullah. Millî Kültür. Ocak. 1977. sayı 1.

[3] Aksoy, Mustafa. Mehmed Niyazi ile Sohbet. Nisan. 2016. s. 32

[4] Bizden, Abdullah. Millî Kültür. Şubat. 1977. sayı 2. s. 15

[5] Bizden, Abdullah. Millî Kültür. Nisan. 1977. sayı 4. s. 72

[6] Bizden, Abdullah. Millî Kültür. Şubat. 1977. sayı 2. s. 21

[7] A.E (3) s. 32

[8] Direnoğlu, Şefik. Alparslan Türkeş (Hayatı, Fikirleri, Fotoğrafları). Ata Yayınları. İstanbul. s. 18

[9] Türkeş, Alparslan. Dış Meseleler. Ergenekon Yayınevi. İstanbul. 1974. s. 19-26

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.