İleri, medenî bir millet hâline gelebilmemiz, ilim, fikir ve sanat sâhalarında yaratıcı faâliyetlerde bulunabilmemiz her şeyden evvel umûmî, müşterek ve millî bir kültüre sâhip olmamıza bağlı bulunmaktadır. Bu sâhalarda büyük bir faâliyet ve yüksek bir varlık gösteren medenî hiçbir millet gösterilemez ki bu nevi müşterek, millî bir kültürden mahrum olsun. Aynı seviyede birbirinden farklı bâzı kültür unsurlarına sâhip toplulukların meydana getirdiği federasyonların varlığı bu iddiayı çürütecek bir delil olarak gösterilemez. Zîra burada bile aradaki kültür farkları birleştirici esas unsurların faâliyetine mâni olamayacak bir hâle getirilmek sûretiyle mümkün mertebe müşterek bir kültürün meydana gelmesine çalışılmıştır. Zâten bir cemiyetin ârızasız, aksaksız ve verimli bir şekilde faâliyette bulunabilmesi için başka türlü bir imkân mevcut değildir. Birinin inandığı ve dört elle sarıldığı kıymetlere diğerinin sırtını çevirdiği birisinin yaşayış tarzı ile ötekinin alay ettiği iki grubun meydana getirdiği bir topluluğa ne millet ne de cemiyet denebilir. Böyle bir topluluğun içtimâî kültürel faâliyetleri, hayâtiyet ve bütünlüğünü idâme ettirme bakımından karşılaşacağı güçlükler ve tehlikeler tasavvur edilebileceğinden daha büyüktür. Zîra Roma İmparatorluğu’nun bu yüzden yıkılmış olduğu iddia edilmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışında da bu kültür âhenksizliğinin mühim bir rol oynadığı inkâr edilemez.

Başka medenî memleketlerde de münevverlerle halk arasında kültür farkları mevcut olduğunu ileri sürmek de makbul bir îtiraz sayılamaz. Çünkü o memleketlerdeki kültür farkları bizde olduğu gibi birbirinden mâhiyet îtibâriyle farklı iki kültürün yan yana yaşaması şeklinde tecelli etmemektedir. Medenî milletlerdeki kültür farkları müşterek unsurların yukarı tabakalarda daha incelmiş, işlenmiş, zenginleştirilmiş, daha güzel bir üslûpla ifâde edilmiş olmasıyla meydana gelmiştir. Ahlâk, aynı kıymetler şuûruna ve ölçülerine, hukuk aynı ve müşterek örf ve âdetlere göre teessüs etmiş veya ayarlanmıştır. Münevver ve yüksek tabaka aynı oyunlar veya dansların daha mükemmel bir şeklini oynamakta, mûsikî, edebiyat ve resim müşterek motifleri ele alarak müşterek bir zevke göre işlemekte veya aynı içtimâî temâyülleri okşayacak istikâmette gelişmektedir. Yalnız derece farklarından ibâret kalan ayrılığa mukâbil müşterek kültür o kadar yayılmıştır ki bugün halk kültürü birçok medenî memleketlerde folklor nâmı altında ancak bâzı bakiyelere inhisar etmiş bulunmaktadır.

Bir de bunun yakın zamanlara kadar bir mesele teşkil etmeyişi yukarıda da işâret olunduğu gibi imparatorluk bünyesinin bir îcâbı idi. Millî bir temel yerine dînî esaslara dayanan böylece mesnedi milletten ziyâde ümmet olan bu imparatorluk câmiâsı içinde Türk unsuru hiçbir imtiyaza sâhip değildi. Bilâkis bütün imparatorluğun yükünü omuzlarında taşımasına, her türlü külfetlere katlanmasına mukâbil nimetlerinden bâzen diğer Müslüman unsurlar kadar olsun faydalanamıyordu. Bu şartlar altında onun temsil ettiği kültürün de fazla bir rağbet görmemesi tabiî idi. Hattâ çok defa hor görüldüğü, hakarete uğradığı bile oluyordu. Ancak bir taraftan Garplılaşmanın tesiri, diğer taraftan çökmekte olan imparatorluk enkazından yalnız Türk unsuruna dayanmakla kurtulunabileceği fikrinin yavaş yavaş zihinlerde yerleşmesi neticesindedir ki bu kitlenin kültürüne karşı bir alâka uyanabilmiştir. Hakîkatte Tanzimat’ın son safhalarında ve bilhassa İkinci Meşrutiyetin başında ilkin dilde sâdelik isteme şeklinde de olsa halka doğru temâyülünün müphem bir ihtiyaç hâlinde sezildiği görülüyor. İkinci Meşrutiyet devrinde her ne kadar bu temâyül daha kuvvetleniyor ve halk kültürüne doğru inme ihtiyacı daha şiddetle duyuluyorsa da ilmî ve fikrî seviyemiz bunun bir sistem hâlinde gelişip yayılmasına, kökleşmesine mâni oluyor. Bu mesele sâdece belli başlı Garplılaşma cereyanlarının ve bunlara âit programların bir cüzü olarak ele alınıyor. Şüphesiz bu arada bütün dünyâya şümûlü olan siyasî faâliyetlerin çok süratli bir tempoya göre gelişmesinin meydana getirdiği günlük birçok meselelere derhâl bir çâre bulunması zarûreti de bu hususta mühim bir rol oynamıştır. Zîra bu nevî bir ihtiyaç ancak uzun ve etraflı tetkikler netîcesinde tedbirler, hâl çâreleri tavsiye edebilecek fikir sistemlerinin meydana gelmesine mâni olmaktadır. Hele bu esnâda umdelerini bir nas hâlinde kabul ettirmek mecbûriyetinde olan bir inkilâp da vukua gelmiş ise artık yeni bir fikir sistemi için yer kalmamıştır. Fakat bugün dünyânın durumu ve bizim içtimâî, siyâsî gelişmemizin yeni bir safhasına erişmiş bulunmamız bizi tekrar bu meseleye dönmeye ve onun üzerinde düşünmeye zorlamaktadır. Zîra demokrasi rejiminde prensiplere sâdık kalındığı takdirde nüfûsun yüzde sekseninden fazlasının temsil etmiş olduğu bir kültüre karşı artık kayıtsız kalınamaz. Bunun gibi bu kültür mensuplarını oyalamak, onlara bâzı tavizlerde bulunmakla da mesele hâlledilmiş olmaz. Eğer demokrasi rejiminin gelişip kökleşmesini istiyorsak ona samimî olarak inanıyorsak, hürriyetin içtimâî ve fikrî inkişafımız için zarurî olduğuna kâni bulunuyorsak bu hususta daha esaslı tedbirler almaya, çâreler düşünmeye mecbûruz. Bunların şüphesiz en kestirme ve en esaslı olanı, münevverlerin temsil ettiği kültürle büyük halk kütlesinin mensup olduğu kültürü birleştirmeye, mezcetmeye, böylece bütün memlekete şâmil, umûmî, millî bir kültürün meydana gelmesine yarayacak tedbir veya çâredir. Bunun için şu üç yoldan biri düşünülebilir:

1-Tanzimat’tan, hattâ İkinci Mahmut devrinden beri tatbik edilegelmekte olan ve bizim de otuz seneden beri başvurmakta olduğumuz bir tedbirdir. Buna göre münevver ve idâre eden zümrenin Garp’tan aldığı bâzı unsurlarla birlikte kendi kültürünü halka zorla kabul ettirmeğe çalışmasıdır.

2-Bugün bâzı genç edebiyatçıların bilhassa dilde tatbik etmek istedikleri usûlü kültürün diğer bütün sâhalarına veya mühim bir kısmına teşmil etmek; yeni halk kültürünün seviyesine inmek sûretiyle onunla birleşmek.

3-Münevverle halkın temsil etmekte oldukları kültürlerin müşterek unsurlarım bir temel olarak alıp Garp medeniyetinin yardımıyla yeni ve müşterek bir kültür meydana getirmek; daha doğrusu Garp medeniyetini doğrudan doğruya halk kültürüne aşılamak ve böylece yepyeni, canlı ve muvaffak olunduğu takdirde muhakkak yaratıcı olacağına şüphe edilemeyen kuvvetli bir kültürün doğmasını temin etmek.

Bunlardan birincisi en kolayı ve kestirmesi göründüğü için dâima başvurulan bir tedbirdir. Fakat halkın temâyülleri, teessüs etmiş kıymetleri, his ve düşünceleri göz önünde tutulmadığı için mukâvemetle karşılaşılmakta, reaksiyonlar uyandırılmaktadır. Bu mukâvemetler başlangıçta şiddetli ve alenî olduğu takdirde mukâbil ihtilâllere, irticaî hareketlere kadar götürebilir. Üçüncü Selim ve İkinci Mahmut devrinde olduğu gibi bunları bastırmaya ve taraftarlarını zararsız hâle getirmeye muvaffak olunduğu zaman da pasif mukavemet başlamaktadır ki bu, inkılapları verimsiz bir hâle getirme bakımından alenî mukavemetten daha tesirlidir. Bu vaziyetlerde ilmî metotlar sâyesinde halktaki mukâvemet noktaları keşfetmeye çalışıp ona göre tedbirler düşünülecek yerde baskı şiddetlendirilirse netîce daha verimsiz olabilir. Bu nevi mukâvemetleri her vakit halkın gerilik isteğiyle, cehâletiyle îzah etmek doğru değildir. Bu, çok acele verilmiş sathî bir hüküm olabilir. Çünkü sırf kendi kültürünün unsurlarıyla çatıştığı veya öyle zannettiği için çok ehemmiyetsiz amma cidden çok ehemmiyetsiz bâzı noktalarda mukâvemet eden aynı halkın hakikî medeniyet ve terakki vâsıtalarına dört elle sarıldığı görülür. Onun mektep, elektrik, traktör, yol, doktor, hastane, fabrika ilh… isteğini, bu hususta can atıp birbiriyle rekâbet etmesini gerilikle îzah etmek biraz güçtür. Bu sâhalarda halkın şu dört-beş sene zarfında katetmiş olduğu mesâfe bundan evvelkilerle mukâyese edilemeyecek derecede büyüktür ve bunu inkâr etmek imkânsızdır. Şu hâlde halkın ilerilik ve medeniyet anlayışıyla münevverin bu husustaki telakkisi arasında bir fark vardır demek hiç şüphesiz realiteye daha uygun bir îzah olur. Eğer halk, medeniyetin ahlâksızlığı îcap ettirmediğine, cinsî laubalilik veya mutlak bir serbesti olmadığına, âile ve ticâret ahlâkını bozmaması îcap ettiğine, dinsizlik ifâde edemeyeceğine, başka bir memleket veya milletin yaşayış tarzının körü körüne bir taklidi olmadığına, kendi örf ve âdetlerinin, ananelerinin behemehâl topyekûn terkedilmesi îcap etmediğine inanıyorsa bu hususta münevverin ona teminat vermekten başka yapacağı bir şey yoktur. İşte bütün dâvâ görülüyor ki münevverle halkın Garplılaşma hususunda bir anlaşmaya varmasından, birleşmesinden ibâret kalmaktadır. Bunun nasıl mümkün olacağını biraz sonra îzah etmeye çalışacağız.

İkinci şıkta zikredilen tedbirin de iyi bir niyeti ifşâ ettiği şüphesizdir. Bununla berâber tahakkuku imkânsız ve bu itibarla biraz romantik ve safça görünmektedir. Halk kültürüyle birleşmek için onun seviyesine inmenin imkânsızlığı bir tarafa bırakılsa bile bunun ne münevvere ne de halka bir fayda temin edemeyeceği aşikârdır. Bu usûlün biricik tatbik sâhası gibi görünen dilde bile hiçbir vakit münevverin yazı dilinin halkın konuştuğu dilin aynı olmadığı ve olamayacağı düşünülürse başka sâhalarda imkân aramak artık beyhûde olur. Bu bakımdan bu usûl üzerinde fazla durmaya değmez.

Üçüncü tedbire gelince gerek Garplılaşma gerek halk kültürüyle birleşme bakımından en emin, en verimli hattâ en kestirme bir yol olduğuna şüphe yoktur. Şimdiye kadar rağbet görmemesi çok yüksek bir ilim ve fikir seviyesine ihtiyaç hissettirmesindendir. Hakîkatte bu usûlün tatbik edilebilmesi için birinci sınıf ilim ve fikir adamlarından teşekkül etmiş bir kadronun varlığı şarttır. Zîra içtimâî ilimler sahasında yetişmiş birinci sınıf ilim adamlarının halk kültürünü sistemli bir tetkike tâbi tutup onu iyice kavramadan, onun esas kıymetlerini tespit etmeden bu usûlü tatbik etmek mümkün değildir. Garp ilmini, Garp tefekkür tarzını, sanat metotlarını, Garp tekniğini halk kültürüne tatbik etmekten ibâret olan bu usûlün anlaşılabilmesi için bir iki müşahhas misale ihtiyaç olduğunu zannediyorum. Meselâ Türk kânun vazıhının lâiklik esasları dâhilinde bir Türk hukuku meydana getirebilmesi için Garp hukûku kadar halk kültürünün hâkim temâyüllerini, örf ve âdetlerini, ahlâk telâkkilerini adamakıllı bilmesi lâzımdır. Bu bilgileri bizzat temin edemese bile hiç olmazsa Türk sosyoloji, sosyal antropoloji, sosyal psikoloji âlimlerinin halk kültürüne ait tetkiklerinin netîcelerini bilmelidir. Ancak bu sâyede bütün memlekette tatbik kâbiliyeti olan bir hukuk sistemi meydana getirilmiş ve böylece münevverle halk kültürünün birleştiği müşterek bir saha elde edilmiş olur. Bunun gibi bütün memlekete şâmil millî bir iktisat plânı hazırlayabilmek ve hayat seviyesini millî gelire göre ayarlayabilmek için de halkın istihsal vâsıtalarının, istihsal kaynaklarının ve bunların inkişaf imkânlarının, sonra yine halkın iktisadî zihniyetinin bilinmesine ihtiyaç vardır. Bunun için de Garp iktisat ilmini lâyıkıyla kavramış birinci sınıf iktisat âliminin halk kültürünü ve iktisâdî faâliyetlerini bilmesi lâzımdır. Aynı sûretle Türk halk kültürüyle münevverlerin temsil ettiği kültürün kaynaşması hususunda birinci derecede bir rol oynayacak olan maarif sisteminin hazırlanmasında da halk kültürünü tetkik edecek âlimlere büyük vazîfeler düşmektedir. Bilhassa gençlere verilecek, içtimâî ahlâkî terbiyenin esaslarını tâyin ederken halkın içtimâî temâyüllerini, örf ve âdetlerini, ahlâk telâkkilerini, kıymet ölçülerini hesâba katmak zarûreti vardır. Hülâsa hukuk, iktisat ve maarif için söylediklerimizi diğer sâhalara da teşmil ederek her iki kültürde böylece elde edilen müşterek noktalar vasıtasıyla bunları birleştirmek mümkündür. Bundan da anlaşılıyor ki Türk münevverlerinin halka, onun kültürüne inememelerinin sebebi bilgi noksanlığından başka bir şey değildir. Onun için hakikî Garplılaşma gibi umûmî, müşterek, bütün memlekete şâmil millî bir kültüre erişebilmek ancak kâfi miktarda birinci sınıf ilim, fikir ve sanat adamlarına kavuşmakla mümkündür.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.