Derdi olan neylesin?

Derdi neyse söylesin

Korkuyorsa neylesin?

Hiç korkmasın söylesin

Derdi olanların dertlerini hiç korkmadan, çekinmeden anlattıkları, anlattıklarını yaşadıkları, yaşadıklarını dâvâ ettikleri bir mecrâdır bu sayfalar. Bir kavak ağacının altında, Serdengeçti’nin “Ben bir fikir uğrunda çılgınlara dönmüşüm!” dediği gibi çılgınlara dönen, fikir çilesi çekmenin ne demek olduğunu iliklerinde hissetmiş, imkânsızlığı, yokluğu, sâhipsizliği en acı tecrübelerle tatmış, fakat ümitsizliği îmansızlık saymış olanların mecrâsıdır Yeni Ufuk dergisi. “Sancak nerededir? Mühür kimin elindedir?” umursamadan, “At binenin kılıç kuşananındır!” diyerek milletin istikbâline 100 söz söyleyip, hasmının yüzüne 100 nâra savurup, düşman üstüne 100 ok fırlatanların meydan yeridir burası. Bu hikâye, millet kütüphânesinin; varakları altından değil, kandan ve terden yapılmış, hat’tı Türk’ün sanat ve felsefesiyle yazılmış, tezhîbi millî kültür ile çizilmiş, cildi millî devlet mukavvasıyla kaplanacak olan bir kitabının mukaddimesidir sadece… Umulur ki bu kitap tamamlandığında, Türk milleti âlemde hak ettiği yeri alsın, çıkmış-çıkarılmış olduğu mecrâına yeniden otursun, târihi misyonunu yeniden icrâ ederek cümle mazluma nefes olsun. Ve bu eser; mücâdele külliyatında yerini alarak, gelecekte hak kavgası verecek olanlara bir nasihatnâme, bir gazavâtnâme, bir fetihnâme olsun. Şimdi gelin hep birlikte bu mukaddimenin sayfalarına bir göz atalım.

Zaman, Zemin ve Şartlar

Her sosyal cereyan, her fikir, her siyasî mücâdele bir ihtiyaçtan ve kendisini doğuran bir zeminden vücûda gelir. Bizler olayların içindeyken bu sebepleri pek idrak edemesek bile yıllar sonra geriye dönüp baktığımızda o günlerin şartlarının o cereyanları doğuruverdiğini somut bir şekilde görürüz. Yeni Ufuk dergisi denilen ve bir dergiden çok fazlasını ifâde etmiş ve etmekte olan bu cereyan da kendisini var eden dönemden ve ortamdan bağımsız anlaşılamaz. Peki, 2010’lu yıllar Türk milliyetçiliği târihi içinde nasıl bir dönemi ifade etmekteydi ve Yeni Ufuk hangi zemin üzerinde yükseldi?

12 Eylül darbesinden sonra büyük yaralar almış ve yaralarını bir türlü sağaltamamış bir hareketin, onar yıllık dilimler hâlinde üç nesillik mağlubiyetinin bütün ağırlığı altında milliyetçiliği kabul etmiş ve ülkücüleşmiş insanlarının, ıstırap içinde çözüm yolları aradıkları hem kendilerini hem de ülkelerinin içinde bulunduğu durumu kavramaya çalıştıkları bir dönemdi o dönem. İhtiyacı olan insanı yetiştirememek, ülkede olup bitenleri tribünden seyretmek, ideolojik anlamda kendini bir türlü doğru tanımlayamamak, geçmişle bugün arasında sebep-sonuç ilişkilerini kuramadığı için kendisine bir gelecek tasavvuru oluşturamamak gibi bir sürü problemlerle boğuşan bir siyâsî çevrenin içinde doğmuştu onlar. Hedeflerinin ne olduğunu tanımlamak, usul-metot konusunda anlaşmak bir yana, varoluş sebeplerini bile tam mânâsıyla yerli yerine oturtamayan bir neslin çocuklarıydılar. En temel kavramlarının bile mânâsını tam olarak anlayamamış, çok basit meseleler üzerinde bile saatlerce tartışmalara giren bir çevrenin ortasında, fikirsizliğin, bilgisizliğin, çâresizliğin ıstıraplarını çok derinden hissettiler.

Onca tutarsızlık bir yana, o yıllar açılım-çözüm süreci yıllarıydı. Türk milletinin egemenlik hakları gözlerinin önünde tartışmaya açılıyor, teröristler muhatap alınarak vatan toprakları üzerinde iğrenç pazarlıklar yapılıyordu. Bir yandan bunlar olurken diğer yandan irâdesini gâvura tahvil etmiş, kelime-î tevhîdini bile tartışmaya açmış bir cemaatin yâni Fetullahçıların elinde inim inim inliyordu uğruna can verilen devlet. “Hâleti nez’e düştüm gel yetiş imdâdıma” derken Türk milleti; çözümün, milletin öz fikri olan Türk milliyetçiliğinde olduğuna zerre kadar şüpheleri yoktu bu gençlerin. Fakat nasıl, neyle, hangi usul ve metotla verilmeliydi bu mücâdele? İşte bir kavak ağacının altında tam iki yıl boyunca okudukları kitaplardan öğrendiklerini, akıllarına düşen fikirleri, duyduklarını, gördüklerini, hislerini ve düşüncelerini tartıştılar bu gençler. Memleketin bildikleri bütün meselelerini, memleketteki bütün cereyanları, geçmişlerini, bugünlerini ve yarınlarını, çay bardaklarının ısıttığı, sigara dumanlarının üzerinde bulutlandığı masalara yatırıp âdeta bir cerrah titizliğiyle ameliyat ettiler. Ufku kararmış-karartılmış bir milletin gençlerine yeni bir ufuk, yeni bir heyecan vermek gerekiyordu. Fakat bu o kadar da kolay bir şey değildi. Türk milliyetçiliğinin yüzlerce meselesi vardı. Peki, hangisinden başlamalıydı? Neyi halletmek lazımdı ki diğer meselelere de derman olsun ve yüzlerce meselenin çözümüne lokomotiflik yapsın. Birbirinden ayrı zaman ve zeminlerde ülkücülük yapmış 4 nesli bir masa etrafında buluşturan bu gençler, bu sorunun cevabını aradılar aylarca.

“Geri Beslenme” ve “İz Tâkibi”

Hiçbir sosyal-siyasî cereyan ve fikir topraktan biten bir mantar gibi bir anda var olmaz. Her fikrin, her dâvânın bir geçmişi, bir arka planı mutlaka vardır. “Nereden geldik? Neden bu haldeyiz? Nereye varacağız?” sorularının cevabını verebilmek için mutlaka o hikâyeyi, onu var eden sebeplerle, kişilerle, olaylarla birlikte bilmek gerekir. Bu da geriye doğru ciddi bir tarama, okuma, tahlil etme faâliyeti demektir. Geri beslenme dediğimiz işte budur. Bu gençlerin varoluşlarını tanımlamada kullandıkları bir numaralı metot geri beslenmedir. Doğru bir biçimde geri beslenme yapmadan, ayaklarını yere sağlam basamayacaklarını düşünen bu gençler, hummâlı bir okuma ve tarama faâliyetine giriştiler. Kütüphânelerin tozlu raflarına terkedilmiş, unutulmuş ne kadar eser varsa raflardan indirildi, titizlikle okundu ve incelendi. Türk milliyetçiliğinin geçmiş müktesebâtına, bugüne kadar gelen fikrî tekâmül noktaları da tespit edilerek hâkim olunmaya çalışıldı. Bu çalışma her geçen gün bu gençlerin özgüvenlerini arttırdı ve Türk milliyetçiliği hareketinin 200 yılı bulan fikir târihindeki tespitler, tahliller, öneriler ve çözümler bir hazîneyi keşfetme duygusu yaratarak onları heyecâna gark etti.

Fakat bu birikim günün sorunlarını tam olarak anlamak ve sebep-sonuç ilişkilerini kurmak bakımından yeterli olmuyordu. O gün yaşanan sonuçları sebepleriyle birlikte tahlil etmek ve yarın neler yaşanabileceğini tahmin etmek gerekiyordu. Zîra bu yapılmadığı takdirde fikrî müktesebâta bütünüyle sâhip olmak bile onları gerçek bir zemine oturtmayacak ve gelecekte karşılaşılacak sorunlarda büyük sürprizlere sebep olarak belki de mücâdeleyi âkim bırakacaktı. Diğer yandan Türk milliyetçiliği târihinin ve Türk siyasî târihinin yazımındaki yetersizlik nedeniyle birçok olay karanlıkta kalmıştı ve gayri millî çevreler tarafından devamlı olarak dezenformasyona tâbi tutuluyordu.

Artık eskisinden daha donanımlı olan bu gençler çözümü bulmakta gecikmedi. ‘İz tâkibi’ yapılacaktı. Türk siyasî târihi ve Türk milliyetçiliği târihi iç içe ve paralel olarak okunacak ve her önemli olay sebep ve sonuçlarıyla birlikte tahlil edilerek bir sonraki önemli olaya etkisi araştırılacak, tespit edilecekti. Böylelikle, bugüne nasıl gelindiği, bugün yaşanan durumların sebepleri zincirleme bir şekilde ortaya çıkarılacak ve bugünün yarına etkisi tahmin edilebilecekti. Bu ‘iz tâkibi’ titizlikle ve hatta yorucu bir tempoda sürdürüldü. Sonuçta soyunulan işin zorluğu daha da belirgin olarak ortaya çıktı. Fakat zorluklar gençleri yıldırmak yerine daha da perçinledi, çalışma performanslarını arttırmalarına sebep oldu. Bu ‘iz tâkibi’ bugün çok daha genişlemiş olan bu kadro tarafından daha da derinlere ve köklere doğru yapılmaya hâlâ devam etmektedir.

Milliyetçiliğin Ne İdüğü?

Tabi ki dezenformasyon sâdece târihte yaşananlar üzerine yapılmıyordu. Milliyetçiliğin ne olduğu üzerine de sayısız dezenformasyon ve yoğun bir bilgi kirliliği vardı. Milliyetçiliğin bir ideoloji olup olmadığından tutun da milliyetçilik ile Türkçülüğün farklı şeyler olduğunun vazedilmesine kadar varan cehâlet dolu tartışmalar almış başını yürümüştü. Bütün bunlar Türk milliyetçiliği fikrini her şeyden önce ne idüğü belli olmayan, muğlak bir fikir hâline getiriyordu. Tabi ki ne idüğü belirsiz olan bir fikre insanların iknâ olması mümkün olmadığı gibi, o fikrin milletin problemlerine çözüm üretmesi de imkânsız hâle gelmiş olacaktır. Hatta öyle bir noktaya gelindi ki milliyetçi sayısı kadar milliyetçilik târifi türemiş, herkes kendi hezeyanlarını ve hesâbı verilmemiş târiflerini kamuoyuna vazetmekteydi. Halbuki yapılan geri beslenme göstermişti ki; Türk milliyetçiliği hiç de gösterilmeye çalışıldığı gibi muğlak bir fikir değil, yüz yılı aşan bir süreden bu tarafa teorisyenleri ve fikir insanları tarafından gâyet sarih bir şekilde ortaya konmuş, gâyesi, metodu ve beslenme kaynakları belli olan bir fikir sistemi idi. Bunun net bir şekilde ortaya konması ve en azından derdi üzüm yemek olanlar tarafından gâyet iyi bir şekilde kavranması gerekiyordu. Bunun için milliyetçiliğin ne idüğü meselesi kısa da olsa temel bir mesele olarak bu gençlerin gündeminde olmuştur.

Fikrî Alt Yapı

Yukarıdaki satırlarda bahsettiğimiz problem başta olmak üzere Türk milliyetçiliği hareketinin fertlerinde ciddi bir alt yapı problemi olduğunun tespitini yapmak zor olmamıştır. O yıllarda maalesef milliyetçiler, okuyarak öğrenme noktasında bile ciddi sıkıntı içindeydiler. Temelde bir tercih meselesi olmakla birlikte aynı zamanda toplum önünde bir aydın olma irâdesi demek olan milliyetçilik kimliğinin, böyle bir meselesi olması gerçekten utanç verici bir durumdur.

Diğer yandan fikrî alt yapı ile ilgili tek problem bu değildi. Bu gençler bu sancıları çekerken bir taraftan da anlı şanlı akademik unvanlar taşıyan, hatta bazıları kendi alanlarında kendini ispat etmiş pek çok milliyetçi aydının da mesele milliyetçilik ve onun iddiaları üzerine geldiğinde fikir alt yapısından ne kadar mahrum olduklarını gördüler ve dumura uğradılar. Akademik ve sivil birçok milliyetçi aydın milliyetçiliğin en temel meselelerinden bile maalesef habersizdiler ve bu durum çeşitli meseleleri tahlil ederken ve birtakım çözümler vazederken açıkça ortaya çıkıyordu. En önemlisi ise bu vaziyet kendilerini örnek alan milliyetçi gençler açısından ürkütücü bir durumdu.

“Türk Milliyetçiliği Öğrenilecek Bir Şeydir!”

Bütün bu tanımlama ve alt yapı sorunları ontolojik bir karakter taşıyor ve ‘gömleğin ilk düğmesini yanlış düğümlemek’ kabilinden büyük bir keşmekeşe yol açıyordu. Diğer yandan milliyetçiliğin yakın târihi, fikirsiz eylemin ne denli bir serseriliğe yol açtığını ve millî kimliğe sahip her Türk’te bulunan millî hissiyâtın, millî bir fikriyatla beslenmediği takdirde ortaya çıkacak olan icrâatların faydasızlığını gözler önüne seriyordu.

Bu soruna cevap, Türk milliyetçiliğinin yaşayan son teorisyeni olan Prof. İskender Öksüz’den geldi; “Türk milliyetçiliği öğrenilecek bir şeydir!” Kavağın altında oturan gençlerin kulaklarında yankılanan bu tespit birçok şeyin kapısını aralamıştır. Evet, Tük milliyetçiliği öğrenilecek bir şeydir ve eğer milliyetçilik kimliğinizi sistemli bir fikir alt yapısı yerine; semboller, şiirler, marşlar, sloganlar üzerine binâ ederseniz, varacağınız yer Türk milleti açısından çok da bir şey ifâde etmeyecektir. O zaman milliyetçilik mutlaka öğrenilmeli ve öğretilmeliydi. Fakat nasıl? İşte bu soru kavak ağacının yaprakları tekrar tekrar sararıp yeşerene kadar bu gençlerin gündemlerini hep meşgul etti…

‘En Önemli Mesele’ ve ‘Lokomotif Çözüm’

Türk milliyetçiliği bir fikir sistemidir. Bir fikrin sistemli olması demek o fikrin gâye, metot, uygulama planları vs. noktalarından uyumlu ve tutarlı bir yapı ihtivâ etmesi ve mensuplarına bir ölçü kazandırması anlamını taşır. Fikir sistemlerinin mensupları bir meseleyle karşılaştıklarında “Bizim fikir adamlarımız bu konuda ne düşünüyor acaba?” demek yerine sistem dâhilinde düşünerek uygun olanın ne olduğuna kendileri karar verebilirler ve anlık problemlere anlık çözümler getirebilirler. Fikir sistemlerinin gücü de buradan kaynaklanır. Diğer taraftan fikir sistemleri, adı üstünde sistemli fikirler vazettiklerinden, konularını oluşturan cemiyet birimiyle ilgili yüzlerce meseleye görüş beyan ederken tutarlı ve uyumlu olmak zorundadırlar. Ayrıca her fikir sistemi bir kültür çevresinde doğar ve bir felsefesi vardır. Beslendiği kaynaklar o cemiyet birimini var eden kaynaklardır.

Öyleyse bu fikir sisteminin öğretimi de sistemli olmalı ve kendisine bir takım usûl ve metotlar bulmalıydı. Kısaca, öğretimin sistemli ve insan karakterinde kalıcı değişiklikler yapanına eğitim diyoruz. Eski Türkçeyle ifade edecek olursak ‘terbiye’. Öyleyse Türk milliyetçiliği tam mânâsıyla bir eğitim metoduyla öğrenilmeli ve Türk milliyetçiliği hareketi kendi ihtiyâcı olan insanı bu yolla yetiştirmeliydi.

İşte en önemli mesele tespit edilmişti; ‘ihtiyaç duyulan insanı yetiştirememek’ ve çözüm belliydi; ‘eğitim’. Hem diğer onlarca meseleyi halledecek, onları çözüme kavuşturacak olan da yetişmiş insan gücü değil miydi? Yetişmiş insan olmadan milletin meseleleri nasıl çözüme kavuşacak, eksikler nasıl tamamlanacak, mücâdele nasıl verilecekti? Her şey yetişmiş insan gücüne bağlıydı ve bu konu usta çırak ilişkilerine, ferdî merak duygularına, kısacası rastgeleliğe terk edilemeyecek kadar mühim bir meseleydi. Çözüm eğitimdeydi. Bu çözüm lokomotif olacak ve diğer meselelerin çözümlerini de peşinden otomatik olarak getirecekti. O zaman, mutlaka millî hassasiyetleri olan gençliği ülkü ve fikirler etrafında toplayarak bir eğitim seferberliği başlatılmalıydı.

Gençler kolları sıvadılar ve hummâlı bir çalışma başladı. Henüz soyundukları işin ne kadar meşakkatli ve yorucu bir iş olduğunun farkında değildiler. Bu başlangıç, artık onların hayatlarını şekillendirecek ve hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktı…

Sistem-Ciddiyet-Kararlılık

Eğitim inşâ etmek ve insan yetiştirmekle, hayâtının herhangi bir döneminde meşgul olmuş olanlar bilir; bu iş dünyanın en zor işlerinden birisidir. İnsan yetiştirmenin zorluğu bir yana, sıfırdan bir eğitim programı var etmenin zorlukları daha da çetindir. İşin içine girdikçe detaylar kendini gösterir, mesele dallandıkça dallanır. Hele yapmak istediğiniz şey bir milletin kaderine söz söyleyecek milliyetçiler yetiştirmekse her detay başlı başına bir dağ gibi görünür gözünüze. Hele ki bu konuda yapılmış son sistemli örnek sizden tam 35 sene önce icrâ edilmişse ne kadar sıkıntılı bir durumda olduğunuzu hızlıca kavrayıverirsiniz. Fakat gençler kararlıdır. “Bu çocuklar yetişecek! Ya bir mektepte, ya bir ağacın gölgesinde!”

Eğitim meselesi gençlerin neredeyse tek gündem maddesi hâline dönüşmüştü. Sabah akşam inşâ edilecek eğitim ve onun onlarca detay konuları görüşülüyor, çoğu zaman toplantılar bir sonraki güne sarkıyordu. Eğitimin gâyesi, hedef kitlesi, yöntemleri, nerede nasıl yapılacağı, konularının ne olması gerektiği başlıca gündem maddeleriydi. Her madde kendi içinde birçok dala ayrılıyor ve her biri üzerinde uzun uzun araştırma, tefekkür ve tartışmalar oluyordu. En önemli gündem maddesi ise şüphesiz şuydu; 21. yüzyılda yetişmiş bir Türk milliyetçisi hangi özelliklere sâhip olmalı ve neleri iyi bilmeliydi?

Bu soruya cevap verebilmek ve geçmiş örnekleri görebilmek amacıyla yollara düştü gençler. Türkiye’yi il il dolaşarak 68 kuşağından 78 kuşağına kadar, hatta onlarında ağabeyleri olan, Ülkücü Hareket’in sahâbeleri sayılabilecek isimlere kadar herkesin kapısını tek tek çalmaya başladılar. Nerede eğitime dâir bir kaynak, nerede bir eğitimci duydularsa orada bittiler hemen. Kimi kapılardan kovuldular, kimi muhatapları kapıları çalınmadan bu dünyadan göçtü. Ama onlar aramaya devam ettiler. Türk milliyetçiliği târihinde eğitime dâir yazılıp çizilmiş ne varsa satır satır okudular. Hatta 12 Eylül iddianamesine konu olmuş eğitim programlarını bile bulup çıkardılar, tozlu ve utanç dolu sayfaların arasından. Bu arayış aradan geçen dokuz yıla rağmen hâlâ devam etmektedir. Çünkü eğitimcilik bunu gerektirir.

Zamanla uygulanacak programın mâhiyeti şekillenmeye başlamıştı. Önce Türk milliyetçiliğinin beslenme kaynakları öğretilecek, milletin evladının milletini tanıması sağlanarak başlanacaktı işe. Daha sonra Türk milliyetçiliğinin felsefesiyle birlikte sistemli fikir yapısı, değindiği ve çözüm ürettiği müspet ya da menfî bütün üst başlıklar ve kavramlar öğretilecek, daha sonra da 100 yılı aşan târihî tecrübesi içerisinde milletin geleceği için ürettiği çözümlere, yâni uygulama planlarına girilecekti. Bu konular sistemli bir akış içerisine oturtulacak, seminerler yoluyla talebelere aktarılacaktı. Bir yandan yine bu konularda belirlenmiş kitaplar okutulacak, diğer yandan kitaplara girmemiş ama pek çok meselenin çözümünde hayatî öneme sâhip mâkaleler tespit edilerek bunların okumaları yapılacaktı. Bu konularda geçmişte üretilmiş çeşitli belgesellerden de faydalanmayı ihmal etmediler.

Bütün bu çalışmalar hemen her gün saatlerce yapılıyor, her konu ayrı ayrı düşünülerek hiçbir detay atlanmamaya çalışılıyordu. Bu konuların bütün detaylarını yazmaya kalksam bu mecmuanın bütün sayfaları yetmez maalesef. Çözümlenmesi gereken en önemli konulardan biri ise şuydu; bu eğitim kimlere verilecek, yâni eğitimin hedef kitlesi kim olacaktı?

Gelecek<>Gençlik

Gençlik toplumun en dinamik ve önemli kesimidir. Özgür düşüncenin ve insan aklının varlığında, yeni bir davranışın gelişmesi ve yükselmesinde, toplumun temel gücü, enerjisi ve ümit kaynağıdır. Gençlik, siyasî hedefleri, kalkınmayı ve refahı gerçekleştirici, yükseltici ve ilerleticidir. Gençliğin, milletin geleceğini temsil etmesi bakımından son derece hayâti önemi vardır. Bir milletin geleceğini, gençliğinin genel durumundan yola çıkarak tahmin ve tespit etmek mümkündür. Gençlik, milletin geleceğini parlak ve aydınlık yapabileceği gibi, o milletin geleceğini felâketlerle dolu bir âkıbete de sürükleyebilir.

Bütün bu gerçeklerden hareket edilerek hedef kitle gençlik olarak belirlendi. Zaten dört nesil ülkücülük yapmış kimseleri aynı masada buluşturmuş olsa da bu ekibin de motor gücünü gençler oluşturuyordu. Yatırım gençlere yapılmalıydı. Özellikle de üniversite gençliğine. Çünkü üniversite gençliği böyle zor ve meşakkatli bir eğitimi alabilmek için zaman, zihin ve heyecan bakımından en müsâit kitle olarak temâyüz ediyordu. Hem eğitim bir karakter inşâsı, ülkücülük de bir karakter terbiyesi değil miydi? O yüzden, 18-24 yaş bandındaki karakter inşâsı sürecindeki gençler yetiştirilmeliydi.

Peki, kimler eğitim almak üzere dâvet edilmeliydi? İşte tam orada Cemil Meriç yetişti imdâda. Platonun mağaradakiler alegorisi cevabı veriyordu aslında; Platon’un Devlet isimli eserinin yedinci kitabında Sokrates tarafından anlatılan Platon’un mağara alegorisinde; bir mağaraya zincirlenmiş üç insandan bahsedilir. Bu insanlar yalnızca mağara duvarını ve birbirlerini görebilirler. Doğuştan beri bu halde olan üç insan, duvarda mağaranın girişinden yansıyan gölgeleri ve yankı yapan sesleri duymaktadırlar. Yâni gerçeklik, onlar için sadece gölgeler ve yankı seslerdir. Derken bu insanlardan biri zincirini kırmayı başarır ve kendini mağaradan dışarı atar. Yoğun ışık yüzünden geçici körlük yaşadıktan sonra gözü alışınca, aslında gördükleri şeylerin yalnızca birer gölgeden ve duydukları seslerin yalnızca yankılardan ibâret olmadığını anlar. Bir akarsu kenarına gidince sudaki yansımasını ve gölgesini görmesi ise her şeyi anlamasını sağlar. Büyük bir hevesle mağaraya dönüp bu durumu arkadaşlarına anlattığı zaman onlar tarafından deli olmakla suçlanır. Onları kurtarmak istediğini söylediğinde zincirli olan arkadaşları onun gibi delirmek istemediklerini söyleyerek mağarada kalmayı sürdürürler. Hatta zincirlerinden kurtulmuş olana saldırmayı bile denerler. Ne kadar anlatırsa anlatsın zincire vurulmuş arkadaşları bu durumu anlayamaz ve hayatlarını orada sürdürmeye devam ederler.

Sonuç belliydi, ‘mağaradakilerle’ uğraşılmayacak, bizzat sîne-i millete ve o milletin millî davayı omuzlamaya azimli evlatlarına ulaşılacaktı. Peki, bu eğitim nerede ve nasıl bir ortamda yapılmalıydı?

Bataklıkta Gül Biter mi?

Eğitimin muhtevâsının ne olduğu kadar nerede ve nasıl bir ortamda gerçekleştirildiği de önemlidir. Eğer bulunduğunuz yerde insan yetiştirmeye uygun bir atmosferi var edemezseniz bir şeyler hep eksik kalacaktır ve o eksikler zaman geçtikçe büyüyerek yüzünüze çarpacaktır. Nasıl bir ağaç bile uygun bir iklimde, uygun bir toprağa dikilmez, yeteri kadar güneş ve su alamazsa kurur ve yetişmez ise, insan da aldığı eğitimin muhtevâsına uygun bir ortamda yetişmezse sonuç hüsran olur. Eğitim her türlü şâibeli muhitten uzak tutulmalıdır. Sağlıklı ve steril bir ortamda gerçekleşmeyen bir eğitim faâliyetinin başarı şansı yoktur. Başarılı bir eğitim faâliyeti ancak en önemli konunun eğitim olduğu ve asla ikinci plana düşmediği bir kurumda gerçekleşebilirdi. O yüzden bu eğitim var olan kurum ve muhitlerde hakkıyla yapılamazdı.

Çözüm kısa sürede kendisini dayattı. O zaman eğitimin bizzat kendisi bir kurum olmak zorundaydı. Bir mektep kurulmalı, bu mektepte eğitimden daha önemli hiçbir konu asla olmamalı ve Türk milliyetçilerinin yetişeceği iklim, doku ve atmosfer burada sağlanmalıydı. Peki, bu mektebin adı ne olacaktı? Öyle bir isim olmalıydı ki sâdece varlığıyla gâyeyi haykırmalıydı muhatabına. Kısa süre içinde isim de bulundu. Türk diline Türkçülüğün babası tarafından kazandırılmış, patenti Türk milliyetçilerine âit olan bir kelime… Ziya Gökalp’in fikir kökünden türettiği ‘Mefkûre’ kelimesi bütün hikâyeyi tek başına anlatıyordu. Okulun adı Mefkûre Mektebi oldu. Ne de yakışmıştı bu seferberliğin meyvesine bu isim. Artık mekteplilerin devri başlayacaktı, mefkûrecilerin sözleri yankılanacaktı her yerde…

Derdi Olanların Kaderi: ‘Yayıncılık’

Bütün bu anlattıklarım olup biterken gençleri başka bir heyecan sarmıştı ki, o heyecânı ne siz sorun ne ben anlatayım. Altında oturdukları kavağın tatlı yelleri esiyordu başlarında. Başlayan eğitim seferberliğinin, uzun sohbet ve tartışma ortamlarında yapılan tespitlerin, pişirilen fikirlerin, ulaşılan neticelerin daha geniş bir kesime anlatılması gerekiyordu. Bunun için bir mecrâya ihtiyaç vardı. Bu mecrâ her zamanki gibi hür tefekkürün kalesi olacak bir dergi olabilirdi ancak. Türk milliyetçiliği fikrinin, dünden ve bugünden yazılıp anlatılacağı bir eğitim ve kültür dergisi çıkarılmalıydı mutlaka.

Bu dergide; geçmişte Türk milliyetçiliğine damgasını vurmuş birtakım makâlelerle, bugünün genç milliyetçilerinin yazıları buluşmalıydı arkalı önlü sayfalarda. Bugünün tecrübeli milliyetçileri de yazıp çizmeliydi şüphesiz. Nesiller sayfalarda adı gibi mecmûu olmalıydı âdeta. En önemlisi de bu dergide yazısı ilk kez bir mevkûtede yayınlanacak gencecik yazarlar yetişmeliydi. O dergide idealistlerini boğan düzene inat, idealizm fışkırmalıydı satırlardan. Kurtulmalıydı kelimeler bütün kirlerinden. Çünkü kelimelerin hedefi idrâkler, şuurlar ve vicdanlar olmalıydı o satırlarda. Hayırsız ağızlarda pervâsızca, terbiyesizce kirlenmiş-kirletilmiş kelimeler, vicdanlara ve idrâklere çarptıkça temizlenmeliydi. Cehâletin tabutuna, Allah’ın emriyle bir çivi de bu gençler çakmalıydı artık.

Bu azimle başladı çalışmalar. Ekipte daha önce herhangi bir yayıncılık faâliyetinde bulunmuş tek bir kişi bile bulunmamasına rağmen inanıyorlardı başaracaklarına. Dergi çıkarmaya karar verildiğinde ceplerinde bir top A4 kâğıdı alacak kadar bile parası olmayan gençler, Allah büyüktür deyip sıvadılar kolları. Peki, adı ne olacaktı bu derginin? Başbuğ yetişti imdâda bu sefer de. Ufku kararmışlara ‘Yeni bir Ufuk’ olsun diye ‘Yeni Ufuk’ koydular adını. Ah o ilk sayı yok mu o ilk sayı… Kapağı şehâdetin nurdan yüzüyle kaplanmış ‘Ak bir Yıldız’a benzeyen o ilk sayı… Tâze mürekkep kokusu yüzlerine vurduğunda ne de çok sevinmişlerdi o gün. Matbaadan yeni çıkmış sayfaların ısıttığı yüreklerini şubat soğuğu bile üşütememişti. Ellerini yüreklerine koyup şükrederken Allah’a o ânı yaşattığı için, yüreklerinin bütün temizliğiyle dua etmişlerdi “Allah’ım 100. sayısını da görmeyi nasip et!” diye. Hem O Allah dememiş miydi yüce Kur’an’ında “Kullarım sana Ben’den sorarlarsa, Ben yakınım. Dua edenin, dua ettiğinde duasına karşılık veririm. Onlar da Bana karşılık versinler ve Bana inansınlar ki, böylece bir çıkış yolu bulmuş olurlar. (Bakara 186)” diye. İşte elinizde tuttuğunuz bu mevkûte o gençlerin kabul edilmiş duâsıdır.

Yeni Ufuk dergisi kahvelerde, berber dükkânlarında, umûma açık yerlerde kendine okuyucu ararken bir anda ünü yayılıverdi memleketin dört bir yanına. Arka arkaya telefonlar, mesajlar almaya başladı gençler her taraftan. İnsanlar Yeni Ufuk’u merak ediyor ve temin etmek istiyorlardı. Şaşkındı ve gururluydu gençler. Bir yandan taleplere karşılık vermeye çalışırken, bir yandan ilk günden beri ücretsiz dağıtmaya ahd ettikleri derginin masrafını nasıl karşılayacaklarını düşünüyorlardı kara kara. Bu konudaki hikâyeler ayrı bir yazının konusunu teşkil edecek kadar uzun ve enteresandır. O yüzden burada anlatamıyorum. Fakat Allah büyüktü ya, bu da hallolurdu şüphesiz.

Yıllar yılları kovaladı, sayılar da sayıları… Yeni Ufuk bir çadır oldu bu gençlere âdeta; altına sığınacakları… Havuz oldu âdeta… Yüreklerinde, akıllarında taşıdıkları âb-ı hayâtı o havuza döküp oradan hep birlikte içtiler yıllarca. Ses oldu onlara Yeni Ufuk. Okuyanlara ise nefes… Neler yaşanmadı ki o derginin çatısı altında. Anılar, hikâyeler, olaylar birbirini kovaladı. Stres de vardı, zorluklar da… Tâ ki Yeni Ufuk dergisinin 4. yıldönümü kutlamasına kadar…

O gece dâvetliler arasında bulunan Türk milliyetçiliği davasının yaşayan son teorisyeni, aksakallı koca bir Türk olan Prof. İskender Öksüz kürsüye çıkıp da “Yeni Ufuk Töre’dir, Millî Devlet’te Devlet. Bugün bu misyonu bu gençler yüklenmişlerdir!” deyince, yürekleri yerinden fırladı gençlerin âdeta. Onlar için bundan daha büyük bir ödülü Allah yaratmamıştı daha. Çünkü onlar biliyorlardı ki ‘Töre’ olmak; okul olmak, ekol olmak demekti. Gelecek ülkücü bir nesli mayalamak demekti. Ve yaşayan en büyük ‘Koca’ takmıştı bu madalyayı onların boyunlarına. İnanmayacaksınız belki ama ölseler bile gam olmazdı artık onlara. Ama ölmeyecekler, yaşayacaklardı Türk milleti için. Yaşayacak ve yaşatacaklardı ebediyen Türk milletini. Gelecek büyük zaferlerin müjdesi gibiydi bu takdir onlar için.

‘Millî Devlet’ demişken ondan da bahsetmek gerekir kanaatindeyim. Türk milliyetçiliği dâvâsının kaybolmaya yüz tutmuş, mânâsı silikleşmiş bir rüyâsıdır o. O rüya yeniden görülsün, mânâ tekrar yerini bulsun diye bin bir zorluk ve meşakkatle çıkarılan Millî Devlet gazetesidir kastettiğimiz. Yeni Ufuk dergisinin dört yıla yaklaşan tecrübesinin ve birikiminin, yüreklere ferahlık veren bir meyvesidir Millî Devlet. Bu gençler yayıncılık hayatında edindikleri tecrübeleri bir ürüne daha dönüştürmek istediler ve ana akım medya tarafından vurgulanmayan fakat milletimiz açısından önemli olayları gündeme getirmek, bütün Türk Dünyâsında asgarî müşterekler etrafında birleşen şuurlu kitleler oluşturabilmek, etrafında yayıncılık alanında tecrübe kazanmış ülkücüler yetiştirmek, insanımızı politik tercihlerin üstünde millî bir ülkü etrafında mutâbık hâle getirmek, kalabalıklar içinde yalnızlaşmış insanımızı yeniden millî ve kültürel ilişkiler ortamına çekebilmek, millî şuurun daima güçlü ve uyanık olması için çalışmak, milliyetçi câmia içerisinde yara almış olan güven ortamının tekrar tesis edilmesine katkıda bulunmak, politik görüşleri ne olursa olsun milliyetçi aydınları ‘Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’ zemîninde bir araya getirmek, sunî gündemlerin dışında kalarak Türk milliyetçilerinin gerçek gündeminin belirlenmesine katkıda bulunmak, Türk milletine kendi öz değerlerini hatırlatmak, Türk milletine yönelen tehdit ve tehlikelere karşı açık sinir uçlarına sâhip olmak ve bu tehditlerle mücâdele etmek, Türk milletine zararlı olabilecek fikir ve cereyanlarla mücâdele etmek, Türk milletinin bekâsı ile ilgili konularda millî tavır ortaya koymak, Türk milletinin meselelerinin sorumluluğunu taşımak ve çözüm yollarının arayışı içinde olmak, Türk milliyetçiliği dâvâsına yapılan ideolojik taarruzları göğüslemek, Türk milliyetçiliği dâvâsının muhtevâsını doğru bir şekilde okuyucuya aktarmak, Türk milliyetçiliği mücâdelesine hedeflerine ulaşmada hız kazandırmak, ülkemizde yaşanan önemli hâdiseleri Türk milliyetçiliğinin bakış açısıyla yorumlamak maksadıyla Millî Devlet gazetesini haftalık bir yayın organı olarak çıkarmaya başladılar.

Millî Devlet o güne kadar görülmemiş bir yazar kadrosunu bünyesinde topladı ve çıktığı ilk günden îtibâren milliyetçi câmianın gündeminde hep var oldu. Çıkardıkları 20 sayfalık hacimli ve muhtevâlı sayılarıyla, 120 hafta boyunca milliyetçi aydınların imbikten süzülmüş gibi fikir ve kanaatlerini, gazete kâğıdının bereketli kokusuyla birlikte okuyucularına ulaştırdı Millî Devlet. Şimdilerde dijital mecrâlarda hizmetini ve önemini sürdürüyor…

Tabiî bu iş buralarda kalmayacaktır. ‘Töre’li ve ‘Devlet’li nice yayınlar hazırlanmayı beklemektedir. Çünkü bu gençlerin ‘Mesele’si bitmeden yayıncılığı da bitmeyecektir. Eee ne demiştik; dertli olanların kaderidir yayıncılık.

Günlük Politika Bataklığı

Gazetecilik yeni bir kapı aralamıştı gençlere. Ülkenin ve Türk Dünyâsının bütün meselelerini yakından tâkip ediyor, bunlarla ilgili özel haberler üretiyor, mülâkatlar yapıyor, yazılar yazdırıyorlardı. O günlerde milliyetçi câmiada ise siyâsî gündem epey çalkantılıydı. Yeni bir parti kurulmuş, sabah akşam kurulan yeni partiyle ilgili tartışmalar yaşanıyordu. Bu durum gençleri de etkiliyor, günlük politika onları hızla içine çekmek istiyordu. Kısa sürede zaten bildikleri bir gerçeği tekrar hatırladılar. “Günlük politika, içine girildiği takdirde kendisinden başka hiçbir şey için zaman bırakmayan bir bataklıktır.” Bu faydasız faâliyetten ısrarla uzak durmak gerekiyordu. Zîra günlük politikanın gündem olduğu bir muhitte eğitim faâliyeti yürütmek mümkün değildi. Gençler karar verdiler. Onlar günlük politikadan uzak duracak ve eğitim alan kardeşlerini bu bataklığa sürüklemeyeceklerdi.

“Silsile Koptu!”

Gençlerin ilk günlerden îtibâren tespit ettikleri bir yarası daha vardı Türk milliyetçiliği hareketinin. 20. yüzyılın ilk yıllarından îtibâren Türk milliyetçisi nesiller hep bir arada olmuşlar, bilgi ve tecrübelerini bir sonraki nesle aktarmışlardı. Bu durum büyük bir hafızanın genç nesillerde birikmesine sebep olmuş, kesintisiz bir şekilde aktarılan tecrübe tekâmülü ve başarıyı getirmişti. Fakat 12 Eylül darbesinden sonra birçok şey gibi bu durum da yara almıştı. Silsile kopmuştu! Bunun sonucunda hafızasızlık ve tecrübesizlik baş göstermiş, geçmişte yaşananları bilmeyen nesiller köklerinden kopuk bir şekilde mücâdele etmeye çalışmışlardı. Her şeyden önce bu durum yüz yılı aşan bir tecrübe ve hafızayı inkâr etmek olurdu ki bunu yapmak akıl işi değildi.

O yüzden gençler bu meseleyi de halletmek için kolları sıvadılar ve işe koyuldular. Kopan zincirin halkaları tekrar birbirine bağlanacak, 50 yıl önce ülkücülük yapanlar ile bugün bu mücâdeleyi vermeye karar verenler bir araya getirilecekti. Daha önce bahsettiğimiz gibi Yeni Ufuk dergisi sayfalarında nesilleri bir araya getirmeyi başarmıştı. Ama yetmezdi. Başka vesîleler yaratmak lazımdı. İkinci vesîleyi de Yeni Ufuk dergisi yarattı.

İlk yıldan itibaren Yeni Ufuk dergisinin yıl dönümlerinde kutlama programları düzenlemeye başladılar. Bu programlara her yıl, önceki nesillerin aydın ve tecrübeli Ülkücülerinden gazeteci, yazar, akademisyen, teşkîlâtçı ağabeylerini dâvet ediyorlar. Ertesi günde paneller düzenleyerek onları gençlerle bir araya getiriyorlardı. Fakat bununla da yetinmediler. Yine ilk yıldan îtibâren Mefkûre Mektebi bünyesinde yaz kampları düzenleyerek nesiller arası iletişimi ve tecrübe aktarımını daha da kuvvetlendirdiler. Kamplarda yurdun her yanından gelen Mefkûre Mektebi talebeleri toplanıyor, 5 gün boyunca gece gündüz 4-5 nesil önce mücâdele eden, bedeller ödeyen ağabeylerini büyük bir dikkatle ve şevkle dinliyorlardı. Sorular havada uçuşuyor, cevaplar yerli yerine oturtuluyordu. Hele ki geceleri dedeleri yaştaki ülkücü büyükleriyle marşlar, türküler söylemek gençler için hiç unutulmayacak anılar demekti.

Ülkücü Hareketin kuruluş kodlarını bilmek onlar için çok önemliydi. Bu hareket niye var olmuş, nasıl bir zeminde, hangi ihtiyaçtan ortaya çıkmıştı? Bunları iyi bilmek, 21. yüzyılda yapılacak mücâdelenin de kodlarını doğru belirleyebilmek açısından çok önemliydi. Onlar bunu başardılar. Kopan zincirin halkalarını birbirine bağlayıp, 100 yıllık bir hâfızayı ve tecrübeyi bugünün gençleriyle buluşturdular. Hâlâ o gençler bu minvaldeki hiçbir fırsatı kaçırmadan değerlendirmektedirler. Bu onların mücâdeleye hazırlık sürecindeki en büyük başarılarıdır.

‘Ana Akım Türk Milliyetçiliği’

Bir yandan kendilerini yetiştiren, birbirlerinin hem öğrencisi hem de öğretmeni olmaya azmeden gençler diğer yandan da milliyetçi çevrelerde olup bitenleri tâkip ediyorlardı. O yıllarda câmiada bir hastalık daha baş göstermişti. Geçmişte Türk milliyetçiliği fikrine hizmet etmiş, bu dâvâ için mücâdele edip bedeller ödemiş fikir insanlarını birbirinden ayrıştırmak, koparmak, hatta içlerinden bazılarını aforoz etmek… Eline her kalem alan ya bir milliyetçi fikir insanına hakâret ediyor ya da onları milliyetçi olmamakla suçluyordu. Giyotinler çalışıyor, özeleştiri adı altında milliyetçi fikir târihi engizisyonlarda yargılanıyordu. Bu durum tabi kendi anti tezini yaratıyor, bâzıları da koskoca Türk milliyetçiliği fikrini bâzı isimlerden ibâret görerek fanatik hatta holiganik bir tarzda milliyetçilik yapacaklarını düşünüyorlardı.

Tabi bu durum onları derhal harekete geçirdi. Onlar geri beslenmelerine uygun olarak Türk milliyetçiliği fikrini ilk yıllarından bugüne kadar bir bütün olarak ele alıyor. Fikrin bu günlere gelişini bir tekâmül hâlinde izlemeyi uygun buluyorlardı. Fikrî farklılıklar elbette olacaktı. Bunlar o dâvânın bereketiydi. Geçmişte bazı hatâlı tespit ve yorumlar yapılmışsa bunlar o mütefekkirin yüzlerce isâbetli düşüncesine gölge düşüremezdi. Türk milliyetçiliği fikir târihine olduğu gibi sâhip çıkılmalı, geçmişin önemli insanları incitilmemeliydi. Onlar kararlarını vermişlerdi, ‘ana akım Türk milliyetçiliği’ne sâhip çıkacaklar, bu bereketli târihin her noktasından istifâde etmeye çalışacaklardı.

Bunu yapmak elbette geçmişte üretilmiş eserleri kutsal metinler hâline getirerek onlara skolastik bir bakışla yaklaşmayı gerektirmiyordu. Eleştiri ve sorgulama, kavramanın ilk yoluydu. Bunu biliyor ve en acımasız şekilde uygulamaktan çekinmiyorlardı. Ama ifrat ve tefritten uzak durmak ve yapılmış bir hizmetin hakkını vermek gerekirdi. Bunun için de ana akım Türk milliyetçiliği hem eğitimlerde hem yayın faâliyetlerinde onların en büyük düsturları oldu.

1969 Adana Kongresi ve Bugün Düşündürdükleri

O yıllarda tartışılan meselelerden biri de Türk milliyetçiliği târihinde Ülkücü Hareket’in yeri ve aksiyoner Türk milliyetçiliği metodunun doğru olup olmadığıydı. Pek çok sözde ‘entelektüel’ muhitte “Türkeş’in 69’da yaptığı hatâ…” diye başlayan konuşmalar moda olmuştu. Bu sözde entelektüeller “Alparslan Türkeş’in Türk milliyetçiliğini siyasallaştırarak halka indirdiğini, bu ‘kasabalılar’ tarafından milliyetçiliğin mecrâsından saptırıldığını, 12 Eylül öncesindeki mücâdele döneminde sola karşı abartılı tepki verildiğini, milliyetçiliğin tamâmen siyâset dışına çıkarak 1965 öncesindeki gibi hükümetlere tavsiye niteliğinde düşünceler üretmesi gerektiğini, milliyetçiliğin entelektüel bir faâliyet olarak şömine başlarında fikir fetişizmi şeklinde yapılması gerektiğini savunuyorlardı. Hem milliyetçilik somut politika üretebilecek bir fikir de değildi. Zaten buna gerek de yoktu.”

Anadolu’da bir atasözü vardır. “Çingene’ye beylik vermişler ilk babasını kesmiş.” diye. Türk milliyetçiliği fikriyle tanışma sebebi Ülkücü Hareket olan ve neredeyse hepsi Anadolu kasabalarının, köylerinin çocukları olan bu sözde entelektüeller kabuğunu beğenmeme hastalığına gark olmuşlardı.

Halbuki cumhuriyetin îlânından sonra 1965 yılındaki CKMP sürecine kadar Türk milliyetçileri neredeyse hiçbir varlık gösterememişler, göstermeye çalıştıkları şanlı 1944 direnişinde ise Türk siyâsî târihinin en utanç verici sonucuyla karşılaşmışlardı. Türk Ocakları kapatılmış, Türk Milliyetçiler Derneği kapatılmış, dergileri arka arkaya kapatılmış, teşkîlâtlanmalarına asla izin verilmemiş, halka hitap etme imkânını dahi neredeyse hiç bulamamışlardı.

1965 yılından sonra başlayan aksiyoner süreçte ise milliyetçilik, sâhibi olan Türk milletiyle buluşturulmuş, onun problemlerine bizzat çözüm üretir hâle gelmiştir. Türk milliyetçileri teşkîlâtlanmış, sivil toplum alanında milletinin tamâmını kuşatan kurumlarını var etmiştir. ‘Millî Doktrin 9 Işık’ hazırlanmış, ekonomiden siyâsete, sosyal güvenlikten eğitim meselelerine kadar geniş çaptaki çözüm önerilerini halkın önüne koymuştur. Bununla da kalınmamış, neredeyse toplumun tamâmını kuşatan kurumlar arka arkaya açılmaya başlanmış ve sivil toplumun her alanında milliyetçilik temsil edilir hâle gelmiştir. Bu hareketin getirdiği bereketle birlikte milliyetçi aydınlar kolları sıvamış, Türk milletinin dertlerine çâre aramış ve o güne kadar üretilen eserlerin kat be kat fazlasını o dönemde üretmişlerdir. Türk milliyetçiliği bu sâyede icrâat safhasına geçmiş, yaşadığı acılar bir yana birçok kazanım elde etmiştir.

1969 Adana Kongresi Türk milliyetçiliği târihinde icrâat safhasına geçişin en sembolik dönüm noktalarından biridir. Millî Devlet ideali orada somutlaşmış ve Türkiye’ye îlân edilmiştir. Ülkücü Hareket’in mücâdele esasları îlân edilmiş ve milliyetçilik bir devlet inşâ etme ideali hâline gelmiştir.

“Bu kazanımlardan ve icrâat safhasından geri adım atılamaz!” diyen gençler aksiyoner Türk milliyetçiliği metodunu benimsemişler, 1969 Adana Kongresi’nde ortaya konulan esaslara olan bağlılıklarını her fırsatta îlân etmişlerdir. Türk milletinin hayâtına dokunmayacak, somut çözümler üretmeyen, durağan bir milliyetçiliği kabul etmeyen bu gençler, şömine başında yapılan milliyetçiliği milliyetçilikten saymamışlardır. “Milletin işine yaramayan milliyetçilik olamaz!” diye haykırmışlar ve “Tomurcuk derdinde olmayan ağaç odundur!” diyerek tartışmalara son noktayı koymuşlardır.

Millî Olmadan Milliyetçi Olmak

Başlık sizlere epeyce tuhaf gelmiş olabilir. Fakat bu başlığı gâyet bilinçli bir şekilde kullanıyorum. Çünkü çağımızda Türk milliyetçisi olduğunu îlân eden sözde aydınların en önemli hastalığı maalesef budur.

Millî olmak ne demektir? İzin verirseniz önce oradan başlayalım. ‘Millî’ kelime anlamı olarak milletle ilgili, millete özgü demektir. Yâni millete âit değerleri benimsemek ve millî kültürü yaşamak anlamına gelir. Millî olmak; düşünürken millî düşünmek, yaşarken millî yaşamak, kısacası Türk gibi olmak ve Türk gibi yaşamak demektir. Türk milletinin millî fikri ve dâvâsı da Türk milliyetçiliği fikridir. Çünkü Türk milliyetçiliği; Türk milletinin târihinden, kültüründen ve inançlarından beslenir. Çözümler üretirken de bunlara ve millî şartlara uygun çözümler üretir. Takdir edersiniz ki böyle bir fikir sistemine mensup olanların bu saydıklarımıza aykırı düşünmesi ve aykırı çözüm teklifleri getirmesi kadar absürt bir durum düşünülemez. Fakat maalesef durum tam olarak böyle olmuştur. Türk milletine yabancı ideolojilerden alınma fikirleri milliyetçilik maskesi altında yutturmaya çalışmaktan tutun da Türk milletinin değerlerini ret ve inkâra kadar işi götüren sahte kurtarıcılar türemiştir. Millî olmadan milliyetçi olmaya kalkmak işte tam olarak budur. Bu kişiler bir an önce beğenmedikleri milletin milliyetçiliğini yapmaktan vazgeçmeli ve gerçek dâvâlarını kamuoyuna açıklayıp rahat rahat mücâdelelerini sürdürmelidirler.

Önceki başlıklarda sıraladığımız pek çok sorunun sebebi de burada yatmaktadır. Türkiye’de Türk milliyetçiliği, beslenme kaynaklarından koparılmak istenmekte ve emperyalist odakların rahatsız olmayacakları ehlileştirilmiş bir milliyetçilik var edilmek istenmektedir. İşte bu gençler yapılmak isteneni görmüş ve Türk milletinin organik aydınları olmaya yemin etmişlerdir.

“Türk Milliyetçiliği Haddi Zâtında Bir Millî Kültür Dâvâsıdır!”

Yukarıdaki satırlarda bahsettiğim meselelerden de hareketle şu millî kültür meselesine de bir parantez açmak gereği hissediyorum. Bu yazının konusu millî kültürün şümûllü bir anlatımı olmadığı için bu konudaki detaylara giremeyeceğim.

Başlıktan da anlaşıldığı gibi bu gençler Türk milliyetçiliğinin temelinde bizzat millî kültürün yattığına inanmaktadırlar. Aslında Türkiye’de müttehit, mütecânis, umûmi, ileri ve millî bir kültür var olmadıkça, ekonomik kalkınmadan eğitime, adâletten siyasî çıkmazlara, toplum psikolojisinden demokrasiye kadar hiçbir meselenin halledilemeyeceğini Türk milliyetçileri çok eskiden beri söylemişlerdir. Fakat günümüzde millî kültür meselesi Türk milliyetçilerinin gündeminden düşmüş, diğer birçok temel kavramda olduğu gibi ‘kültür’ kavramının da anlamı âdeta silikleşmiştir.

Eğer bir gün bu gençleri ziyâret ederseniz, onların sohbet meclislerinde kültürün gerek kavram olarak, gerek somut unsurları üzerinden bol bol konuşulduğunu görürsünüz. Hatta hayatlarına biraz daha yakından bakacak olursanız millî kültürün onların hayatlarında en canlı hâliyle yaşadığını da müşâhede edersiniz. Çünkü millî kültür bir milletin şahsiyetidir. Nasıl ki şahsiyetsiz bir insan hayatta hiçbir konuda başarılı olamaz ve saygıyı hak etmezse, milletlerde millî kültürlerini yitirdikçe ve yeniden yeniden üretmeyi başaramadıkça şahsiyetsizleşirler. Şahsiyetsizleştikçe de başarısız olur ve dünyâda gördükleri saygıyı kaybederler. Ayrıca Türk milliyetçiliği fikriyâtı da inşâ edilirken işe önce târihten başlanmış, millî ve ilmî bir tarih üretimi yapıldıktan sonra uzunca bir süre millî kültür meselesi üzerinde durulmuş, fikir bu iki kolonun üzerine binâ edilmiştir. O yüzden bu gençlerin mümeyyiz vasıflarından birisi de millî kültür meselesini bütün yönleriyle birlikte gündemlerinde tutmaları ve onu hayatlarının tam ortasına koymalarıdır. ‘Millî olarak milliyetçilik yapmak’ da buradan başlar. O yüzden tekrar söylüyoruz “Türk Milliyetçiliği haddi zâtında bir millî kültür dâvâsıdır!”

Kitabın Giriş Bölümünde Neler Olacak?

Hep birlikte bu hikâyenin mukaddimesine bir göz atıp geçtik. Kitabın giriş kısmındaki sayfalara satırlar döşenmeye başladı. Peki, bu kitabın giriş kısmında neler okuyacağız. Onu şimdiden kestirmek biraz zor olur. Neler olacağını hep birlikte yaşayıp göreceğiz. Fakat önsözden anlaşıldığı kadarıyla bir şeyler tahmin etmek mümkün olabilir.

Öncelikle hikâyenin başında bir kavağın gölgesini dolduramayan bu gençler şimdilerde ulu kayınların altına sığmaz oldular. Ötüken ormanlarını dolduracakları günler de uzak değildir.

Büyüyorlar. Büyüdükçe stres ve sorumluluklar artacaktır. Büyümek hantallaştırır. Onlar şişmanlamadan büyümenin yollarını bularak hantallaşmayacaklar.

Ülkücülüğün bir gençlik anısı hâline geldiği bu günlerde onlar sürdürülebilir ülkücülüğün yollarını bulacak ve onu bir hayat tarzı hâlinde yaşayacaklar.

İmkânsızlıklar onları yollarından hiç alıkoyamadı. Onlar ilk günkü gibi “Îman varsa imkân da vardır!” diyecekler ve yollarına devam edecekler.

Onları tanımayanlar fedâkârlık, diğerkâmlık gibi hasletlerin çok eski zamanlarda kaldığını zannediyor. Onlar ise kimselerin görmediği yerde fedâkârlık destanlarını yazmaya devam edecekler.

Onları bugünlere samîmiyetleri getirdi. Anadolu’nun en alâkasız ve bilinmeyen bir şehrini bile samîmiyetleri sâyesinde Türk milliyetçiliğinin câzibe merkezi hâline getirmeyi başardılar. Onu hiç kaybetmeyecekler. Gözlerine bakanların yine hep içleri ısınmaya devam edecek.

Organize olanların donanımsız, donanımlı olanların ise kopuk ve yalnız oldukları bir çevrede, onlar hem donanımlı hem de organize nasıl olunur herkese gösterecekler.

Millî olanların eğitimsiz, eğitimli olanların ise kozmopolit olduğu bir ülkede onlar yetiştirdikleri organik aydınlarla hem millî hem de eğitimli olunabileceğinin ispâtı olacaklar.

Aydınlarının yüz yıl önceki örneklerinden hiç örnek almadan konfor çukurunun içine yuvarlandığı bir ortamda, onlar konfordan uzak duracak, dâimâ diri ve mücâdeleye hazır olacaklar. Hiçbir unvan onların ayaklarını yerden kesmeyecek. Yeryüzünde böbürlenerek yürümeyecekler (Bkz. İsra 37).

Türk milliyetçilerinin her şeyi siyâsete tahvil ettikleri ve tamâmen siyaset odaklı yaşadıkları bir devirde onlar “hizmetin 72 çeşidi vardır” deyip, siyâsetin dışında kaldığı için ihmal edilen sâhalarda kendilerini hep gösterecekler.

Türk beyleri târihte olduğu gibi birbirlerini kemiredursun. Onların gözleri hep bugünün Bizans’ında olacak.

Milliyetçi çevrelerde imama kızıp abdest bozmanın moda hâline geldiği şu günlerde onlar ne sekülerleşecekler ne de din istismarcılığına soyunacaklar. 100 yıllık istikameti bozmadan fikrin nâmusunu hep koruyacaklar.

Giriş bölümündeki hikâyeyi, hep birlikte, merakla bekliyor olacağız. 200. sayıda girişin sayfalarına göz atıp gelişme bölümünü tahmin edinceye kadar hoşçakalın.

Son olarak bu gençlerin teknesini fedâkârlıkla yontup, hamurunu samîmiyetle yoğuran; Hoca Ahmed Yesevî’den Gaspıralı İsmail Bey’e, Mürşid Ziya Gökalp’ten Başbuğ Alparslan Türkeş’e kadar cümle alperenlere bin selâm olsun!

Yüce Allah bu gençlerin âkıbetlerini hayr eylesin. Yâr ve yardımcısı olsun…

Bilgi Notu: “Peki sen kimsin kardeşim? Bu hikâyeyi nereden biliyorsun?” dediğinizi duyar gibiyim. Ben bu gençlerin altında oturdukları kavak ağacıyım. Ne biliyorsam onlardan öğrendim. Ne duyduysam size anlattım. Eğer tabiat düşmanı bir belediye gelip beni köklemezse tekrar görüşürüz. Ha, bu arada derginin kapağında da gördüğünüz üzere ben aslında çınar ağacıyım. Fakat bunlar bana ısrarla kavak diyor. Ben de kabullendim artık ne yapayım. 🙂

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.