Çoktan beri yollarını gözlerim

Gönlümün ziyâsı dost, safâ geldin.

Bizim hikâyemiz yeni başlamadı. Bizim adımız, hayattaki en büyük zulmün de en büyük hakkın da mesûlü insanoğlunun yaratıldığı günden beri meydanda okunur. Allah, âyette “Muhakkak ki Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Fakat onlar, onu yüklenmekten kaçındılar ve onun sorumluluğundan korktular. Sonunda onu insan yüklendi…” diye haber verdiğinden beri dağlar, taşlar, gökler ve yeryüzü bizim hikâyemizi anlatır.

Bizim hikâyemiz yeni başlamadı. Ulu Kayının gövdesinde parlayan ışık yumağı, bizim yâni Türk’ün yaratılışını müjdeledi. Sonra gökten gelen şefkatli, yumuşak bir ses ninni söyler gibi türkümüzü okudu. O ses kulağımızda yankılanmaya devam ederken sonsuz bozkırın bir ucundan diğer ucuna at koşturduk. Göğü çadırımız, güneşi bayrağımız bilip gittiğimiz her yere Türk’ün felsefesini taşıdık. Ayak bastığımız kurak topraklar yeşerdi, susuz nehirler çağladı. Kurduğumuz büyük devletlerin arkasında, o kadife sesin büyüsü vardı. Bize hep kendimizi, aslımızı ve gâyemizi hatırlatıyordu: “Çin milletinin tatlı sözüne, yumuşak ipeğine, kadınına aldanma. Ötüken’i terk etme. Üstten gök çökmezse, alttan yer delinmezse, Türk milleti, senin ilini ve töreni kim bozabilir, kim yok edebilir? Türk milleti silkin ve kendine dön.” Türk milleti, büyüklüğünün baş döndüren büyüsü içinde günlerini geçirirken bir felâket oldu ve o ses sustu. Biz de anladık ki Tanrı kutunu Türk’ün üzerinden çekti. Türk, artık hür değildi ve istiklâlini kaybetmek bütün ölümlerden binlerce defa daha acıydı. Her dilde şu sözler vardı: “Yurdu olan millet idim yurdum nerede şimdi? Kağanlı millet idim kağanım nerede şimdi?” Ve biz bütün umutlar bittiği anda Türk milletine yeniden bizim türkümüzü söylesin diye Tanrı Dağları’ndan bir elçi gönderdik, adına Kür Şad dedik. Çin’in içinde kaybolmuş, yok olmuş her Türk’e tek tek bizi anlattı. Türk’ün mesut olacağı tek tutsaklığı, hürriyet ateşini bir daha sönmemek üzere yeniden yaktı.

Bizim hikâyemiz yeni başlamadı. Sultan Alparslan ile Anadolu’yu Türk’e vatan yapan yiğitlerin içinde biz de vardık. Ötüken’in bozkırından esen rüzgârla önce merhametimizin fısıltısı yayıldı. Ardından atlarımızın nal sesi işitildi. Ani’ye ayak basan alplerin gönlünde kor olup dilinden kopan “Allah Allah” nîdâsı, Diyâr-ı Rum’un bir ucundan diğer ucuna Türk’ün adâletini müjdelerken biz oradaydık. Esen rüzgârda sallanan ağaçların şükrünü, bülbüllerin mutluluk şarkısı ötüşünü işittik. Bütün yaratılanlar, Türk’ün gelişini coşkuyla kutladı. Şâhit olduk ve îman ettik: Türk, her diyarda beklenendi, geldiği için Tanrı’ya şükür edilendi.

Bizim hikâyemiz yeni başlamadı. Hoca Ahmet Yesevi, Türk milletinin hamurunu bizim türkümüz ile mayaladı. Bu maya öyle tuttu ki insanoğlunu eşref-i mahlûkat yapan bütün hasletler Türk’ün rûhu ile vücûdunda hayat buldu. Türk, kahramanlık demekti. Türk, cesâret demekti. Türk, diğergâmlık demekti. Türk, gönül demekti. Türk, fedâkârlık demekti. Türk, dürüstlük demekti. Türk, adâlet demekti. Türk, hakîkatin yegâne bayraktarı demekti. Biz buna böylece îman ettik; îmanımız ile Yesi’den Uyvar’a yola çıktık. Anamızı, kardeşimizi, yârimizi, toprağımızı geride bırakıp yorgunluk nedir bilmeden, ömrümüzün bir nefesini bile boşa harcamadan geçtiği yerdeki bütün mazlumlara cennet, zâlimlere cehennem olsun diye Türk medeniyetinin taşlarını döşedik. Biz, hikâyemizi kimi zaman Pir-i Türkistan’ın hikmetleri ile kimi zaman Sarı Saltuk’un tahta kılıcı ile anlattık. Oğuz Kağan’dan, Tonyukuk’tan, Dede Korkut’tan adâlet, saadet, akıl ve kanaat üzere dinlediklerimiz kimi zaman Hacı Bektaş’ın dilinde sevgi, kimi zaman Ahi Evran’ın elinde alplik oldu dalga dalga cihâna yayıldı.

Bizim hikâyemiz yeni başlamadı. Başbuğ Alparslan Türkeş, içerideki ve dışarıdaki nice hâine, gâfile rağmen Türk milletinin var oluş destânını yeniden yazarken yanında biz vardık. İl il, köy köy, sokak sokak gezip göz göze geldiğimiz her insanın gönlüne dokunduk. Dilimizde soylu türkümüz ile bütün millete hatta bütün dünyâya o çok eski hikâyemizi anlattık. Nerede bir mazlum varsa ona umut ışığı olduk. Milletin derdine çâre olsun diye sunulan Türk’ün vicdânından doğmayan hiçbir yolu kabul etmedik. Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından olsun diye “üçüncü yolu” yâni kendi yolumuzu çizdik. Bu yolu tâkip edecek Türk evlâdı kendisi ile gurur duysun diye destânımızın her satırına, haklı dâvâmızdan bir nişan bıraktık. Bizim hikâyemiz sâdece Anadolu’ya dâir de değildi. Türk milletinin eski sınırı olan Türkistan’dan Balkanlar’a seslendik, nerede bir Türk varsa bizimdir dedik. Kilometrelerce ötede Kırım’da, Kerkük’te, Bakü’de, Saraybosna’da kopan bir acı feryâdın peşine düştük. Gözümüzden kanlı yaşlar akarken bir gün geri geleceğiz tesellisiyle terk etmek zorunda kaldığımız diyârda, üşüyen sâhipsiz mezarlar olduğunu işittikçe kahrolduk. Türk milletinin yaşadığı felâketlerin acısını silinmemek üzere gönlümüze kazıdık lâkin mücâdele etmekten bir sâniye bile vazgeçmedik. Çünkü biz, her ölümden sonra dirilişi mukadder, mayasında ölmezlik olan erenler zincirinin son halkası idik.

Bizim hikâyemiz yalnızca geçmiş zamanın değil, şimdinin ve yarının hikâyesidir. Aynı zamanda, duyulan bir özleyişin, bitmeyen bir arayışın hikâyesidir. Bu satırları yazmama vesîle olan neyi özlediğini bilmeyen ama ezelden beri özleyen, kimi aradığını bilmeden devamlı arayan bir gönlün yolculuğudur. Sanki Tanrı buyruğuna berâber baş eğdiğimiz bir ses, bana bilmeden peşine düştüğüm yolu bildirdi, beni özlediğime kavuşturdu. “Senin hikâyen bugünden ibâret değil.” diyerek bana asıl hikâyemi anlattı. O ses ki kökünden kopmuş belki de hiç kök salamamış incecik, güçsüz fidana toprak oldu, ışık oldu, su oldu, kök oldu ve ondan, gökyüzüne uzanan dallarıyla bütün cihâna gölge olan bir hayat ağacı yeşertti. İşte bizim hikâyemiz, “Aradığın sensin, özlediğin Türk’tür” diyen o sesin hikâyesidir. Târihin unutulmaya yüz tutmuş eski sayfaları içinden çıkıp Türk’ün kadim türküsünü kulağıma okuyan büyülü sesin, sâdece gönlüme değil mevcûdiyetimin bütün zerresine işlediği Türk’ün hikâyesidir. Bana, her sâniye fıtratından daha da sapan bu dünya üzerinde yaşama gücü ve kudreti veren hikâyedir. Güçlü olan haklıdır parolasını düstur edinmiş şu kahrolası düzenin içinde ezilen, sömürülen her çocuğun tek bir damla gözyaşı için bütün dünyâyı yakacak, zamâne Yezidlerine kılıç vuracak cesâreti veren hikâyedir. Sebepsiz yere kesilen ağacın, dalından koparılan bir çiçeğin vebâlini bile bana ne demeden omuzlarımda hissettirecek felsefeyi aslında Türk’ün felsefesini, gâyesini bir nakkaş edâsıyla yormadan, korkutmadan, sevdirerek zihnime işleyen o usta ellerin hikâyesidir. Türk cihân hâkimiyeti mefkûresi denilen emânetten haber veren sonra da ona sâhip çıkmayı öğreten; aşksız kalmış gönülleri sevdâya yetiren, insanın yoluna yoldaş olup ağır yüklerini götüren dostların hikâyesidir. Maddeyi, mânâyı, canı, cânânı millet yolunda, Hak yolunda, hakîkat yolunda, Allah yolunda îsar eden serdengeçtilerin hikâyesidir. Sözün kısası, bizim hikâyemiz Yeni Ufuk’un hikâyesi; Yeni Ufuk’un hikâyesi ise sâdece otuz iki sayfalık matbûun değil Türk’ün, insanlığın, adâletin ve Hakk’ın hesap günü gelene kadar sürecek olan hikâyesidir.

Gelip şu yanımda oturan mısın?

Serimi sevdâya yetiren misin?

Ağır yüklerimi götüren misin?

Gönlümü ziyâsı dost safâ geldin.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.