Öncelikle ilk yazımı, dergimizin 100. sayısında yazıyor olmak benim için çok değerli. Ne yazmam gerektiği konusunda uzun uzadıya düşündüm. Sizlerin de bildiği gibi herkesin hayâtını değiştiren insanlar ve olaylar vardır. Geçmişi biraz irdelediğimde derginin oluşum serüveniyle benim hayâtımın kırılma noktalarının aynı süreç içerisinde ilerlediğini fark ettim. Böylelikle benim hayâtımı değiştiren, beni ben yapan kişilerden ve önemli anlardan bahsetmeye karar verdim.

Lise yıllarımda, milliyetçi-ülkücü grupların içerisinde uzun süreler bulundum ve aktif görevler aldım. Târihleri çok detaylı hatırlamamakla birlikte 2010 yılında yer aldığım bir milliyetçi-ülkücü grup içerisinde bir kişiyle karşılaştım. Birçok insanla muhatap olmama rağmen bu kişi; 40-50 yaşlarında, uzun boylu, hitâbeti düzgün, çok kibar biri olarak çevremdeki insanlardan ayrılıyordu. Kendi kendime bu durumu sorgulamaya başladım. Özellikle o dönemde zamânımızın büyük bir kısmını berâber geçirdiğimiz insanlar 15-25 yaş aralığındaydı. Daha ileri yaştaki insanlar ne bizle ilgilenir ne de yaptığımız şeyleri tasvip ederdi. Bu durumu ebeveynlerimden biliyordum. Çünkü onlar; fikirlerin, ideolojilerin zarar getireceğini ve bir gruba dâhil olmanın başımıza dert açacağını söylüyorlardı. Şaşkın olmakla berâber bu kişinin kim olduğunu, bizden ne istediğini ve neden bizim yanımıza geldiğini de merak etmeye başladım. Tabiat boşluk kabul etmeyeceğinden hemen bu gizemli durum çeşitli hikâyelerle doldurulmaya çalışıldı. Örneğin; bu adam bir ajandı, bizi kontrole gelmişti ve hatta mensubu olduğumuz kurumu ele geçirmeye çalışıyordu. Tüm bu söylentiler, bu kişiyle alâkalı merâkımı arttırıyordu.

Günlerden bir gün, bir câminin avlusundaki çay ocağında bu gizemli kişiyle karşılaştık. Oturduk, çay içtik. Bu gizemli kişi, bizlere çok kibar davranıyor ve o zamanlar adını bile duymadığımız ama şu an âbide şahsiyet olarak kabul ettiğimiz zatlardan söz ediyordu. “Arvasi rahmetlinin kitaplarını okudunuz mu, Dündar Taşer Bey’i tanıyor musunuz?“ diye sorular soruyordu. Bir yandan neden bunları sorduğunu idrak edemediğim için ona kızıyor bir yandan da anlattığı şeylerden keyif alıyor ve davranışlarından etkileniyordum. Hazırlamış olduğu kitap listesini bizlere dağıtırken, o listenin ne kadar değerli olduğunun farkında bile değildik. Ve tabi onun da… Bizden farklı olana karşı önyargılı yaklaşan grubumuzdaki arkadaşlarımın baskısı ve onun bilinmezliklerden dolayı bu kişiden 1-2 sene uzaklaştım. Üniversite sınavına çalışıp kazandığım süreç içerisinde ise bu kişinin 1980 öncesi mücâdele eden çok kıymetli bir ülkücü ağabeyimiz olduğunu öğrendim ve onun hayâtı ile ilgili bilgiler bana hayâtımın ilk kırılma noktasını yaşattı.

***

2013 yılında üniversite için Konya’ya gittiğimde, oradaki milliyetçi-ülkücü grupların Denizli’de içinde bulunduğum gruptan farklı olduğunu gördüm. Zâten ben lise yıllarımda slogan atarak, yürüyüşlere katılarak vazîfemi tamamlamış, vermem gereken hizmeti vermişim gibi düşünüyordum. Bu nedenle de o grupların içinde yer almak istemedim. 2014 yılının Şubat ayında Denizli’de bulunduğum bir gün Berkan Sözer ağabeyimle karşılaştım. Onunla tanışmamız, aynı milliyetçi grup içinde yer aldığımız lise yıllarımıza dayanıyordu. Oradayken de bize bir şeyler öğretmeye, aşılamaya çalışan biriydi. Ancak benim için değeri bu kadarla sınırlı değildi. Belki de en önemli yaşlarımız olan o dönemlerimde kendime örnek aldığım bir büyüğüm, bana desteğini hiçbir zaman esirgemeyen ağabeyimdi. Şu an birçok kişiye örnek teşkil eden Berkan ağabeyim, benim için çok önceden beri hayâtımdaki en önemli rol modeldi.

Bana bir dergi çıkardıklarından ve bâzı kitapları okuduklarından bahsetti. Ancak o zamanlar benim için dergi kavramı, içinde bulunduğumuz milliyetçi gruba yakın olan insanlara satarak para kazandığımız ticârî bir araçtı. Dergiyi açıp okumadan, sadece ticâret için kullanırdık. Berkan ağabeyim derginin ücretsiz dağıtılacağını söyleyince, içimde en ufak bir kıvılcım dahi yanmadı hatta isyan bile ettim. Çünkü o zamanlar gördüğüm kadarıyla milliyetçilik-ülkücülük kavramları şehirden şehre, insandan insana değişiyordu. Kimsenin ücretsiz dahi olsa dergi alıp okuyacağına inanmadım. Ama Berkan ağabeyim inanmıştı bir kere. Zorla elime 2-3 dergi sıkıştırdı, sıkı sıkı okumamı tembih etti. Sanıyorum birilerine verip geçmiş, okumamıştım bile. O dergi Yeni Ufuk dergisinin ilk sayısıydı ve yıllar sonra ona ulaşabilmek için çok çaba sarf edecektim.

Bana bir dergi çıkardıklarından ve bâzı kitapları okuduklarından bahsetti. Ancak o zamanlar benim için dergi kavramı, içinde bulunduğumuz milliyetçi gruba yakın olan insanlara satarak para kazandığımız ticârî bir araçtı. Dergiyi açıp okumadan, sadece ticâret için kullanırdık. Berkan ağabeyim derginin ücretsiz dağıtılacağını söyleyince, içimde en ufak bir kıvılcım dahi yanmadı hatta isyan bile ettim. Çünkü o zamanlar gördüğüm kadarıyla milliyetçilik-ülkücülük kavramları şehirden şehre, insandan insana değişiyordu. Kimsenin ücretsiz dahi olsa dergi alıp okuyacağına inanmadım. Ama Berkan ağabeyim inanmıştı bir kere. Zorla elime 2-3 dergi sıkıştırdı, sıkı sıkı okumamı tembih etti. Sanıyorum birilerine verip geçmiş, okumamıştım bile. O dergi Yeni Ufuk dergisinin ilk sayısıydı ve yıllar sonra ona ulaşabilmek için çok çaba sarf edecektim.

Benim yine Denizli’de bulunduğum bir başka gün, Berkan ağabeyim beni telefonla arayarak yanına çağırdı. İçinde Ankara’dan arkadaşların da bulunduğu yaklaşık 10 kişiydik. Sözünü ettiğim ağabeyimizin de orada olduğunu fark ettim. Her ne kadar onunla ilgili bâzı gerçek bilgileri öğrenmiş olsam da sohbet edip vakit geçirmediğimiz için hâlâ aklıma yatmayan şeyler vardı. Orada; derginin içeriği, “Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi” eğitimleri ile ilgili konuşuluyor ve sırayla herkes fikrini beyan ediyordu. Sıra bana geldiğindeyse; benim bir dergiden yola çıkma fikrine olan inançsızlığım karşısında bu ağabeyimizin benim aksime bu konuya olan inancı ve hevesi, beni lise yıllarıma götürdü. Aslında bu yola çıkılması için, lise yıllarımızda bize kitap listeleri dağıtarak ışık tutmaya çalışmış olmasını fark ettim. O an ağabeyimize döndüm ve “Ağabey sen 1980 öncesi mücâdele ederek, işkencelere maruz kalarak yeteri kadar bedel ödemedin mi? Artık hayâtını yaşa, keyfine bak. Gecenin bu saatinde sıcak yuvanda âilenle olacağına burada, bizim aramızda ne işin var?” diye sorma gafletinde bulundum. Ağabeyimiz biraz düşünceli biraz da kızgın bir ifadeyle bana şunları söyledi; “Neden buradayım biliyor musun? Evet, ben dediklerini yaptım, mücâdele ettim, bedel ödedim. Sonrasında senin gibi düşünerek on sene işime gücüme baktım. Daha sonra ise gelip gördüğüm manzara içler acısıydı. Mücâdelesini verdiğim, bedelini ödediğim Türk milliyetçiliği ülküsünden eser kalmamıştı. İşte ben, o on yılın vebâlini ödüyorum.”

O an kafamda şimşekler çaktı. Karşımdaki, gerçek ülkücülük yapmanın en zor olduğu dönemlerde bu yüce dâvâya hizmet ederek, ıztıraplar çekerek, hayâtını ikinci plana atarak geçirdiği yıllara rağmen, uzak kaldığını düşündüğü zamanları kendine dert edinen biriydi. O saatte orada bizlerle olmasının nedeni; gelecek nesiller ülkümüzü anlamaz, okumaz, bilmez diye duyduğu endişeydi. Büyük ve yüce Türk milletinin geleceğini düşünerek kendini sorumlu hissediyor, yaptıklarını anlatarak değil kendince yapamadıklarının vebâliyle orada oturuyordu. Bu ülkücü ağabeyimiz bana bir kere daha kırılma noktası yaşatmıştı.

***

Dergimiz yayın hayâtını sâdece Denizli içerisinde devam ettiriyordu. O esnada ben 2014 yılında, üniversite için bir seneliğine Ankara’da bulunuyordum. Konya’da olduğu gibi burada da gördüğüm farklılıklardan dolayı milliyetçi-ülkücü gruplarda bulunmak istemedim.

Bizler tesâdüflere inanmayız, nasip olur bize bir şeyler. İşte benim bu çatı altında sizlerle buluşmama vesîle olan diğer bir olay şu şekilde gerçekleşti; bir sene için geldiğim ve çoğu kimsenin de burada olduğumu bilmediği koca Ankara’nın meşhur Tandoğan Meydanı’nda yürürken biri seslendi bana ‘Erol!’ diye. Şaşkınlıkla döndüm bir baktım ki bir araç, içerisindekilerden birisi de Berkan Sözer ağabeyim. Ankara’ya gidenler bilir, o meydandan arabayla geçip tanıdığınız birine denk gelmek neredeyse imkânsızdır. Tamâmen tevafuk olarak gerçekleşen bu olayın etkisindeyken yanlarına gittim. “Bâzı büyüklerimizi ziyâret edeceğiz, sen de gel!” dedi bana.

Maalesef o zamanlar, yanına gideceğimiz büyüklerimizi tanımıyordum. Onlarla geçirdiğim o dakikaların ne denli değerli olduğunu bilemiyordum tabi. İlk olarak (Allah gani gani rahmet eylesin) Sadi Somuncuoğlu Beyefendinin yanına gittik. Berkan ağabeyim dergiyi takdim etti ve 1980 öncesinde bir Ülkücünün nasıl yetiştirildiğini, ona nelerin anlatıldığını, hangi konuların öğretildiğini sordu. Aslında bu benim de ıztırabını çektiğim bir konuydu. Örneğin, o dönemlerde nasıl oluyordu da Denizli’deki bir ülkücü Erzurum’daki bir diğer ülkücüyle aynı dili konuşuyor, aynı şeylere îman ediyordu. Sadi Bey o zamanlarda yapılan eğitimlerden ve belli başlı beslendikleri kaynaklardan bahsettikçe afallıyordum. Çünkü içinde bulunduğum milliyetçi-ülkücü gruplarda söz ettiği kaynakların hiçbirini okumamış hatta görmemiştim bile. “Biz Türk milliyetçisi isek karşımızdaki insanların ve onların bahsettiği kişilerin ideolojileri ne, nasıl bu kadar farklı olabiliriz?” diye düşünmeye başladım.

İkinci adresimiz; rahmetli Emine Işınsu Hanımefendi ve İskender Öksüz Hocamızın evleri oldu. Orada, “Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi” kitabının yazılış süreciyle ilgili sorular soruldu. Artık lise yıllarımda zihnimde attığım bazı temellerin doğruluğunu yanlışlığını sorgulamaya, kırılma noktalarımı düşünmeye, dergimizle ilgili düşüncelerimi oturtmaya başlıyordum.

Ziyâretine gittiğimiz bir diğer büyüğümüz Himmet Kayhan ağabeyimiz oldu. O da o dönemlerin efsâne bakanı Gün Sazak Beyefendiyi anlattı. Eğitimci grupların olduğundan, bölge bölge Türk milliyetçiliği eğitimlerinin verildiğinden söz etti. İşte o zaman daha iyi idrak etmeye başladım. Eski dönemlerde Türkiye’nin iki ayrı ucunda bile olsa ülkücülerin nasıl aynı şekilde düşünüp, aynı şekilde hareket ettikleri ortadaydı. En baştan beri bahsi geçen ülkücü ağabeyimiz de yanımızdaydı ve ziyâretlerimiz esnasında adı geçen tüm şahsiyetleri lise yıllarımızda bize neden anlattığını şimdi daha iyi anlıyordum. O güne kadar yaptığım Türk milliyetçiliğinin hissiyattan pek öteye geçemediğini fark ettim. Artık zihnim aydınlanmıştı. Yaşadığım en etkili kırılma noktasını yaşamıştım. Taşlar yerine oturmuş şekilde oradan ayrılırken artık hissî olduğu kadar fikrî anlamda da hazırdım.

***

Berkan Sözer ağabeyim, sistematik bir eğitime tâbi olmanın Türk milliyetçiliğindeki yeri ve önemini çok iyi biliyordu. Bu nedenle de Mefkûre Mektebi eğitimleri başladı. ‘Onlar birbirinin öğrencisi ve öğretmenidirler’ düstûruyla, başta Denizli olmak üzere birkaç ilimizde yola çıkıldı. Üniversite hayatıma devam ettiğim Konya’da, mektebimizin temellerini atmaya başladım. Artık bol bol kitap okuyor, seminerler düzenliyor, dergimizi tanıtıyor, insanlara temas etmeye çalışıyordum. Şükürler olsun ki, insan inandığı ülkünün ne olduğunu bildiği zaman ne yapacağı konusunda zerre şüphesiz hareket edebiliyor. Öğrenme hiçbir zaman bitmez, ömür boyu devam eden bir süreçtir. Eğitimleri tamamlayıp, o büyük şahsiyetlerin kitaplarını da okuduktan sonra, tüm o insanların ömürleri boyunca ne için mücâdele ettiklerini, o değerli ülkücü ağabeyimizin neyin vebâlini ödediğini çok daha iyi anlıyordum.

İsminden bahsetmediğim lise yıllarımızda bizim inandığımız ülküyü öğrenmemizi ve benim hayatımı değiştiren o orta yaşlı ağabeyimizi merak ettiğinizi sanıyorum. Eğer Denizli Yeni Ufuk Kitabevi’ne yolunuz düşerse muhakkak onun kim olduğunu fark edeceksiniz. Allah onu başımızdan eksik etmesin.

Dünya üzerinde bu topraklarda, bu coğrafyada hayâta gelmemiz hem büyük bir şükür sebebi hem de elimizi taşın altına koymamızı gerektiren bir durum. Atalarımızı göz önünde bulundurursak anlarız ki aslında her Türk gencinin içinde uyuyan bir kurt vardır. Ne kadar derin uykuda olduğu önemli değildir. Önemli olan onu uyandırmak ve harekete geçirmektir. İşte o zaman biz Türk gençliğinin önünde kimse duramaz.

Dergimize, mektebimize mensup tüm ülküdaşlarım;

İster ilk günlerden beri burada bulunuyor olun ister aramıza yeni katılmış olun, hepiniz hayâtınızdan fedâkârlıklar yaparak; vatanımız, milletimiz için, geleceğimiz için büyük emekler verdiniz, vermeye de devam ediyorsunuz. Hakkınız çok büyük, helal ediniz. Zaman geçtikçe dünya pek iyiye gitmese ve insanlar değişiyor olsa da bizler bu çatı altında Türk gençliğinin kendine olan inancını ve umudunu temsil ederek var oluyoruz. Belki 1980 öncesi gerçek anlamda canını ortaya koyan kıymetli büyüklerimizin yanında, bizim bugün yaptıklarımız çok daha kolaydır. Ancak bizler, o dönemlerdeki ağabeylerimizin verdikleri emekler ve mücâdeleler boşa gitmesin diye buradayız. Kendi çıkarları için değil, hem geçmişteki büyüklerimiz, atalarımız için hem de gelecek nesillerimiz için kendini sorumlu hisseden Türk gençleriyiz.

İnşallah bizler de Başbuğumuz Alparslan Türkeş, Dündar Taşer, Gün Sazak, Sadi Somuncuoğlu, Galip Erdem ve daha nice âbide şahsiyetlerimizin yolundan sapmadan gidebilir ve bir nebze bile olsa onlara benzeyebiliriz. Hepsi kabirlerinde rahat uyusun, onların evlatları olan bizler ne onları ne de onların fikirlerini unutacağız…

Tanrı Türk’ü korusun ve yüceltsin!

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.