Kıymetli kardeşlerim,

Bu yazımda elinizde tutuğunuz dergiyi var eden zihniyeti, bu derginin doğum hikâyesini ve amacını anlatmaya çalışacağım.

Müsaadenizle önce, kendi var oluş sürecimi en kısa hâliyle anlatmak zorundayım. Zîra bir Türk milliyetçisi olarak bu dergiyle yapmak istediklerimizin arka planında Ülkücü Hareket içinde yaşadığımız tecrübe dolu günlerin olduğuna kimse îtiraz edememeli.

Ben, Uğur Baş. Üç hilal ve bozkurtla tanışmam çok küçük yaşlarımda oldu. Babam 1970’li yıllarda Ülkü Ocaklarıyla tanışmış bir Türk milliyetçisi idi ve onda kalan fikirden yoksun bütün hissiyat sanki mîras gibi gönlüme düşmüştü. Evin duvarlarındaki Türk bayrakları, babamın motosikletinin üzerindeki üç hilal ve bozkurt; hissiyâtıma yön vereceği, gün gelip fikirle buluşacağım istikameti işâret ediyordu sanki nitekim de öyle oldu.

Ülkü Ocaklarıyla, ortaokulda tanıştım. Okulumuzun yanında bulunan Mehmet Akif Ersoy Lisesindeki Ülkücü ağabeylerimiz bulmuştu beni. Nasıl mı? Ben de bilmiyorum. Belki de bendeki o aşkı, sevgiyi hissetmişlerdi veya ben, “ben ülkücüyüm” diyen birinin ardından gitmeyi bekliyordum. Ocaktaki o yıllarım, çocukluk dönemim idi. Çay dahi dağıtmadan oturup eğlendiğimiz, ağabeylerimizin “gel aslan, parçası otur bakalım” deyip çay ikram ettiği yıllardı.

Çok geçmeden liseli delikanlı oldum. Lisenin ilk haftalarında Gökhan adında (o dönemde elindeki gitarı ile Batı özentili bir tip gibi görünürdü gözüme) bir arkadaş “Uğur, sen Ülkücüsün değil mi? Ben okul reisini buldum, gel seni tanıştırayım” dedi ve ilk ay okul reisiyle tanışıp ocağa artık lise teşkîlâtı ile gitmeye başladım. Şimdi düşünüyorum da ne kadar sistemsiz bir mücâdele varmış. Yanındaki ortaokuldan ve aynı zamanda aynı ocağa giden bir çocuk liseye geçiyor ama lisede reis değiştiği için hâfıza sıfırlanmış, çocuğu tanıyıp bulup teşkîlâtına alamıyor. Neyse, bu konuyu uzatmayalım. Lisede gayretli bir teşkîlâtçı idim ve reis olmam çok zaman almadı. Sosyal faâliyetler reis yardımcılığı, sosyal faâliyet reisliği; oradan disiplin kuruluna, sonra da okul başkan yardımcılığına atandım. Teşkîlâtta asla görevlerimi aksatmadan yerine getirdim ve en sonunda lise reisliğine geldim. Akşam evde ayna karşısında yaptığım seminer hazırlıkları ile bir gün sonra, benden belki de bir yaş küçük teşkîlâtıma artık Türk milliyetçiliği dâvâsını anlatıyordum. Belki de ben öyle sandım.

Ardından nasip oldu ve Afyon Kocatepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazandım. E tabiî çok geçmedi; ilk ay ocağa gidip kendimi tanıtıp teşkîlâta katıldım ve altı ay sonra edebiyat bölümünün reisi olarak reislik macerama kaldığı yerden devam ettim.

Sonrasında fakülte ikinci başkanı ve fakülte reisliği, ardından üniversite ikinci başkanlığı ve üniversite reisliği ile üniversite teşkîlâtının her kademesinde görev yaptım. Çok sıkıntılı yıllardı; yokluk, sefâlet içinde dâvâya hizmet etmek için elimizden geleni yaptık. Ve gün geldi bölüm (6 yıl sonra) bitti.

Denizli’ye geldiğimde artık Ülkücü bir öğretmendim. Ocak yönetimine dâhil olup o güne kadar yapmadığım bir görevi yerine getirmeliydim ve bu sebeple eğitim masası başkanı oldum. Artık ocak yönetiminde, teşkîlâtın her kademesinde görev yapmış tecrûbeli biri olarak eksik ve yanlışları gidermeliydim. Öyle de oldu veya ben öyle olduğunu sandım. Teşkîlâtta son görevim ise ocak başkan yardımcılığı idi ve 2013’te askerlik sebebi ile görevden ayrılarak ocaktaki teşkîlâtçılık sürecimi tamamladım.

Ocağa ilk girdiğimde aldığım emri yerine getirmiştim. “Adam adamı olma; dâvâ adamı ol.” Üst makamda görev yapan nice reislerim değişse de 15 yıl (yaklaşık) kesintisiz görevden sonra artık asker olacağım için teşkîlâta veda etmek zorunda kalmıştım.

Dedim ya 2013’te askere gittim diye. İşte o, içimdeki büyük sorgulamaların başladığı dönemdir. Daha öncede çok sorgulamışsam da teşkîlâtçılık yaparken ister istemez vakit ve yoğunlaşma sorunu yaşardım. Askerde çokça vaktim oldu. Biz kimiz? Ne yapmaya çalışıyoruz? Dâvâ dediğimiz şey ne? Ne kadar okudum? Türk milliyetçiliği dâvâsına göre mi yaşıyorum? Soru, soru, soru…

Askerden dönüşüm büyük bir yıkım oldu. Geri geldiğimde artık emek emek büyüttüğüm teşkîlâtlar yoktu. Nice gayretlerle kurduğumuz “Ülkü Evleri” (ki projenin fikir babasıyımdır) kapatılmış, öğretmenler teşkîlâtı dağılmış, daha nice işler ya aksamış ya da sonlandırılmıştı. Bunları bir cümlede okumak size kolay ama çocukluğunu ve gençliğini yaşayamadan emek emek uğraşarak yaptığın hizmetlerin yok olmasıyla karşılaşmak bende büyük bir travmaya dönüştü. Halbuki bunu çok görmüştüm; bir reis gider yenisi gelir, düzen değişir, her şey değişir ama ben hep görevde olduğumdan benim birimlerimde başıma ilk kez geliyordu.

O gün anladım ki “bir kurumun kurumsal olmayışı” nelere sebep oluyordu. Bunalımla berâber ilk kez evimdeydim, hiçbir şey yapmıyor, yapamıyordum. Enerjisi ve inancı aslâ azalmayan ve hep teşkîlâtın başında hızla koşan Uğur Baş gitmiş; evde bunalım hâlinde düşünen, üzülen, kahrolan, hatta kızgın bir Uğur Baş gelmişti.

O günlerde, Denizli Ocakta birlikte görev yaptığımız, hatta öğretmenliğini yaparak üniversite kazanmasına vesîle olduğum öğrencim Berkan Sözer yanıma gelip “Mücâdelenin 40 çeşidi var abi! Çık şu evden, hizmete devam edelim!” demesi ile yeniden ayağa kalktım.

Çok değişmişti. Büyümüş, olgunlaşmış; fikirle, ilimle tanışmıştı. Liseli yıllarındaki kavgacı Berkan gitmiş; elinden kitap düşürmeyen, sürekli okuyan ve araştıran biri gelmişti.

Beni Türk Ocaklarına çağırdı. Türk Ocaklarına gittiğimde daha önce eğitim masasında berâber görev yaptığımız Nuri Serbest’in başkan olduğunu gördüm ve Berkan’ın bu değişimine sebep olan Bayram Kiriş ağabeyimizi orada buldum.

Ülkü Ocağında görev yaparken Bayram Kiriş’in gelip eğitim meselelerinde akıl verdiğini hatırlıyorum da ne kötü davranmıştım! Ocakçı rûhu kargadan başka kuş tanımaz. Maalesef onu dinleyememiştim, dinlememiştim. Aklıma geldikçe utanırım.

Kader âdeta bu dörtlüyü bir masaya düşürmüştü. 50’li yaşlarında Bayram Kiriş, 40’lı yaşlarından Nuri Serbest, 30’lu yaşlarında Uğur Baş, 20’li yaşlarında Berkan Sözer. Bu isimleri ne kadar anlatsam az. Belki bir gün, bir başka yazımda, benim gözümden bu üçlüyü okursunuz.

Bayram Kiriş, Nuri Serbest, Berkan Sözer ile sürekli buluşup ne yapacağımızı nasıl yapacağımızı tartışır olmuştuk ama bu sefer farklı müthiş bir birikim ve tecrübe ile düşünüyorduk. Ayrıca şuna emindik: Milliyetçi câmianın her santimetrekaresini ezbere biliyorduk. Yeniden bir heyecanla tekrar dirilmeliydik.

Elimizde sâdece dergimiz vardı: Yeni Ufuk dergisi. Ben askerdeyken çıkmış olan ve ilk birkaç sayısında yardım edemediğim bir dergi… Öncelikle dâvâ dediğimiz Türk milliyetçiliğini, anlamalı ve anlatmalıydık. Neden mi? Birçok sebepten bir tanesini anlatayım: Yıllarca birlikte, ocaklarda görev yaptığımız arkadaşlarımızın iş hayâtına atıldığında artık dâvâya hizmet etmeyi bıraktıklarını gördüm. Her kademede böyle olmuştu. Lisede bine yakın ülkücüden bir avuç adam kalmıştık. Üniversitede de aynısı oldu, yüzlerce arkadaşımızdan çok çok azı kaldı. Bir yerlerde denk geldiğimizde yaşadıklarımızı gençlik anısı olarak bahsettiklerini duymak çok yıkıcı idi. Gençliğinde gözlerindeki îmana şahitlik ettiğim bu arkadaşlarıma ne olmuştu. Cevâbı bulmak kolay olmadı ama anladım. Kalben îman ettiklerini, aklen kabul edememişlerdi ve hayat onları değirmen taşlarının arasında öğütmüştü. Hissiyatta Ülkücü, ticârette kapitalist, îman meselelerinde siyâsî ümmetçi bir tavır sergileyen bu arkadaşlarımızı doğru tanımlamalı, onları doğru anlamalı ve yeni yetişecek Türk milliyetçisi, Ülkücü çocuklarımızı bu hastalıklardan uzak yetiştirmeliydik.

Elimizdeki tek şey olan bu dergiye, o kadar büyük bir vazîfe biçmiştik ki âdeta kurtarıcı görevindeydi. Makâle araştırırken öğrendim ki bu çağda Google’nın bilmediği tek şey Türk milliyetçiliğiymiş. Taranıp internete atılmamış o kadar makâle bulduk ki bu bir yandan büyük bir sevinçti, âdeta sağa sola saçılmış hazînelerimizi toplayıp yeniden okurlarına sunuyorduk, bir yandan büyük bir üzüntü ve kızgınlık duyuyorduk. Bu iş bize mi kalmalıydı?

Derginin ilk sayılarını şehirde dağıttık, başka illere gönderelim diye bir derdimiz yoktu. Ama kısa sürede duyuldu ve başka illere de gitmeye başladı. Artık yeni sloganımız “bir kazana döküp bir yerden yiyelim.” oldu. Dergimiz âdeta herkesi besleyen büyük bir Yesi kazanı gibiydi. Heyecanla bekleniyor, fikirsiz kalmış milliyetçi arkadaşlarımızı besliyordu.

Dergimizde târih, kültür, İslâmiyet ve insan unsurlarını işliyor; asla aktüel bir konuya girmiyorduk. Güncel konular bizi ister istemez siyâsete çeker korkusu, bizi bu alanlardan hep uzak tuttu. Zâten faydasız görüyorduk bu meseleleri. Çünkü dedim ya daha büyük ve âcil çözüm bekleyen sorunlarımız vardı.

Târih bir gençte şuur oluşturmanın en güzel ve en kolay yoluydu. Türk târihini işlemeliydik ama kültür meselesiyle tanışmamız yine bir başka ızdırapla oldu. Uzun yıllar berâber görev yaptığımız arkadaşların görevi bitince eyyamcı veya Batı özentili hayâtın içine düştüklerini gördüm. Dâvâ dediğimiz görev bitince bitmeli miydi? Hayır! Peki görevinden ayrılan bâzı arkadaşlarımız neden Ülkücü yaşantıdan uzaklaşıyordu? Bu sorunun cevâbı bizi kültür meselesine itti. Anladım ki Türk milliyetçiliği dâvâsı aynı zamanda bir millî kültür meselesiydi. Bunu, bugüne kadar bâzılarına öğretememiştik ve hemen kalemi elimize alıp dergide kültür meselesine eğildik. İslâmiyet konusu ise hep eksiğimiz oldu. Yıllarca yanımızda yöremizde milliyetçi olacak çocukları çeşit çeşit sapkın tarîkat ve cemaatlere kaptırdık. Hatta FETÖ terör örgütü; milliyetçi olacak çok çocuğu zehirleyerek yanlarına almıştır. Bunlarla mücâdele etmek için Türk’ün İslâm yorumu dediğimiz Türk Müslümanlığını var eden Hanefî-Mâturîdî-Yesevî ekolü Müslümanlığı, okuyup anlayıp herkese anlatmak zorundaydık. Milliyetçi câmianin neye ihtiyâcı varsa kusursuzca hesap edip ihtiyâcı karşılamak için uğraştık.

Eski dünyânın efendileri denen atarımızın târihini, kültürünü, dînini var ettikleri medeniyetlerini, Türk milletinin kendi mayasıyla yoğurduğu kutsal dâvâmız Türk milliyetçiliğini, Türk milliyetçiliğinin hudut ve muhtevâsını, kökü dışarıda olan zararlı fikirlerle verdiği kavgayı, bu kavgada sembolleşen fikir adamlarını, uygulama planlarını velhâsılı sağa sola saçılmış tüm kıymetlerimizi yeniden ele alıp anlatmak ve bu yazı fırsatı ile bunu tekrar hatırlamak paha biçilemez bir zevkti.

Kurumsal olmamış tüm kurumlarımıza inat, biz çalışmalarımıza devam ediyoruz. Dördümüz de istesek mevcut teşkîlâtlarda devam edebilir, siyâsete girip ikbal peşinde koşabilirdik ama yapmadık. Zâten herkesin yaptığı bu değil miydi? Biz başkanlığa ve reisliğe vedâ ederek kimsenin girmek istemediği, girmediği eğitim ve fikir işlerine girdik. Pek popülerlik getirmez, çok çalışırsın ama kimse görmez. Olsun, görmeyiversin. Bunu isteyen kim ki?

Belki Yeni Ufuk dergisi, milliyetçi fikrin en büyük sorunu hâline gelen fikir adamı eksikliğine de çözüm üretir. Çok uzun zamandır ideolog yetiştiremeyen milliyetçi fikre, burada kalem oynatan genç arkadaşlarımızdan ideolog çıkar mı? Herhalde bunu da başarırsa Türk milliyetçiliği târihinde unutulmazların arasına girecektir. Sevgi saygı esenlikle, Allah’a emânet olun.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.