Târihte geçmişe doğru sürekli ilerlemek, belli bir süre sonra sizi arkeolojiye muhtaç hâle getirir. Klasik tâbirle konuşalım; ilk çağ öncesi geriye doğru mâden devri, taş devri daha da geriye gidersek karanlık devir diye nitelendiriliyor. Yâni toplasak insanoğlu yaşamının ancak son beş bin yıllık devrini, insanoğlunun bütün bir ömrü için çok kısa bir dönemini bilebiliyoruz. Ondan öncesi? Ondan öncesi karanlık devir. Peki ya gerçekten karanlık mı? İnsanoğlu bu dönem öncesinde akılsız mıydı? Bir şeyler başaramayacak durumda mıydı? Kısacası ne yapıyordu? Elbette insanoğlu yaşıyordu ve hayatta kalmak için mücâdele ediyordu. Fakat bizim için karanlık dönem olması bilinemiyor olmasıydı. Pekâlâ, şunu soralım: Tanımadığımız, bilmediğimiz ve hayâtımıza tesir etmemiş birisine yaşamış ya da yaşamamış diyebilir miyiz?

Konumuzu uzatmadan bağlayalım; bilmediğimizi ve tanımadığımızı yaşamış kabul etmek bize olan tesiriyle alakalıdır. Bizler insanoğlunun karanlık devirlerinde yaptığı faâliyetlerden öyle ya da böyle etkilendik ve bugün olduğumuz noktadayız. Lâkin onları tanıyamayışımızın temel sebebi olarak bilgi ve bilginin yıllara dayanmasını sağlayan yazının olmamasını gösterebiliriz. Gerçekten de insanoğlu yazının icâdı ile hâfızasını aktarabilir olmuştur. Bana göre yazının icâdı, insanoğlunu amneziden kurtarmış ve devamlı bir hâfıza geçişini, kopmalar olsa dahi aktarılabilmesini sağlamıştır. Kopmalar olsa dahi dememin sebebi; bir sonraki nesle geçmese dahi yüz nesil sonraya, bin nesil sonraya, o hâfızanın yazı yolu ile geçebiliyor olmasıdır. Ötüken bozkırlarında unutulmaya yüz tutmuş Bengü taşların asırlar sonra tekrar keşfedilmesini ve bugün dahi bizlerde şuur uyandırmasını örnek gösterebiliriz. Sonuç olarak da yazının keşfine, dünyânın en önemli keşiflerinin birincisi diyebiliriz.

Konumuzu başka bir mecrâya saptırmadan başka açılardan da yaklaşmayı uygun görüyorum. Yazının önemini ve hâfıza geçişindeki rolünü anladığımıza göre şu soruyu sormayı faydalı buluyorum. Yazı olmadan hâfıza aktarımı zayıf ya da eksik mi olur? Eğer bu soruya evet dersek, milletlerin en önemli unsurları olan kültürleri küçümsemiş oluruz. İnsanı insan yapan ve diğer canlılardan ayıran önemli unsurların başında, tecrübelerini kuşaktan kuşağa aktarabilmesi gelmektedir. İnsanoğlu bu geçişi başarabildiği andan îtibâren tecrübelerini biriktirebilmiş, bu tecrübelerinden kültür oluşturabilmiş ve medeniyet inşâ etmiştir. Edebiyatımızda, mûsikîmizde, estetiğimizde, sosyal münâsebetlerimizde kısacası her türlü millî ve içtimâî yapımızda o tanımadığımız, bilmediğimiz insanların etkilerini görmekteyiz. Bu durum bize, insanoğlunun; evlatları yolu ile kendi neslini devam ettirirken, hâfıza aktarımı yolu ile de bir şuur aktarımını yaptığını gösteriyor. Ben buna ölümsüzlük arzusuna sâhip insanoğlunun geliştirdiği en iyi çözüm diyorum ve bu durumu insanoğlunun ölümsüzlüğü olarak nitelendiriyorum. Yazı bu durumda nesil kopmasına karşı koruyucu olması bakımında önemlidir. Yahudi milletinin ölü bir dil mertebesine gerilemiş İbraniceyi tekrardan yaşayan bir dil hâline getirmesini örnek gösterebiliriz. Ayrıca Avrupa Rönesansı’nın nesil kopukluğuna rağmen öze dönüşü yazı ile mümkün olmuştur. Sanırım merâmımı anlatabilmişimdir.

İnsanın içinde bitmek tükenmek bilmeyen üretme arzusu var. Bunu hep düşünürüm, niye üretmek istiyoruz? Bana göre bu da ölümsüzlük arzumuzla ilgili. Biliyorsunuz; öleceğinin farkında olan tek canlı türü, muhtemelen insan ve en büyük korkularından biri de unutulmak. Eğer unutulursa gerçekten ölmüş olacak, bu da konumuza getireceğimiz diğer bir bakış açısı. Üretiyor çünkü unutulmak istemiyor, üretiyor çünkü ölümsüzlüğü arıyor. Bu üretim ise kişiyi, kültürü tekâmül ettirmeye ve medeniyet var etmeye itiyor; sonrasında kişi, bir yerde, ürettiği esere dönüşüyor. Mimar Sinan bugün Selimiye, Süleymaniye Câmiîleriyle, su kemerleri ve köprülerle; hatta o da yetmez var ettiği mîmârî anlayış ve teknikle yaşamaya devam ediyor. Onu hâlâ unutmadıysak eserlerine her baktığımızda veya konu ne zaman mîmârîden açıldığında hatırlıyorsak; soruyorum size, Mimar Sinan gerçekten ölmüş müdür? Alper Tunga o meşhur “Alper Tunga öldü mü? / Issız acun kaldı mı? / Felek öcünü aldı mı? / İmdi yürek yırtılır.” ağıtından beri ölümsüzdür. Yay çeken bütün kavimleri bir araya toplayan Mete, Anadolu’nun kapılarını bizlere açan Sultan Alparslan, Anadolu’da hâlâ oturabilmemizi sağlayan Mustafa Kemal Atatürk, Alperenleriyle coğrafyaları Türkleştiren Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektâş-ı Velî ve Yunus Emre bu mânâda ölümsüzlüğün sırrına erenlerdendi. Emine Işınsu’nun dediği gibi “hem erenler ölmez efendim, sûret değiştirirler.” Bu cümle nerden bakarsanız bakın, anlatmak istediğim şeyi en iyi ifâde eden cümledir. Milletimizin ölümsüzleri o kadar çoktur ki saymakla bitiremeyiz. Burada da önemli-önemsiz sıralamasından daha çok, bu yazıyı kaleme alırken ilk aklıma gelenleri saymakla yetiniyorum.

Bu noktada bir başka bakış açısı daha gelişiyor ki bu da ölümsüz olmanın hatırlanmakla olan ilişkisi. Fakat bu sefer hatırlayan tarafından bakmak gerekiyor. Dolayısıyla hatırlamadığımız, bilmediğimiz ölümsüzler, bizim için ölümsüz değildir, bizim için yaşıyor diyemeyiz. Bir başka deyişle bizler bizim için bir anlam ifâde edenlerin bize tesirlerini unuttukça, aslında onların elinden ölümsüzlüklerini alıyoruz. Onlar, kimsenin onları hatırlamadığı bilmediği zihinlerde ölümsüzlüğünü kaybediyorlar. Bizler de onları unuttuğumuz ölçüde ölümsüzlükle olan irtibâtımızı kaybediyoruz ve binlerce yıllık hâfızanın tekâmülü yerine ‘an’a sıkışıyoruz.

Türk milliyetçiliği bir taraftan Türk milletinin ebedî bekâsını gâye edinirken, bir taraftan da Türk milletinin ölümsüzlüğünün kaynaklarına inmiş, millî kültüre kaynaklık eden unsurların yaşanması ve yaşatılmasını kendisine vazîfe edinmiştir. Bu yönüyle Türk milliyetçiği, âti ile mâzinin köprüsünü kurmuş, Türk milletinin zaman derinliğini genişleterek, ölümsüzlüğümüzü hatırlatmıştır. Türk milliyetçileri, âdeta Türk milletini amneziden kurtarmak ve ona ölümsüzlüğünü hatırlatmak görevini üstlenmiştir. Bu vesîleyle Türk milletinin ülkülerini nesillere aktararak kendileri de ölümsüzlük şerbetinden içmişlerdir. Cedit Mektepleri ile Türk Dünyâsında eğitim reformu yapan; “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” düstûru ile Turan ülküsünün temellerini atan İsmail Gaspıralı, Türk milliyetçiliğini sistemli bir fikir hâlinde tekâmül ettiren ve Türkiye Cumhuriyeti’nin felsefî ve fikrî temellerini atan Ziya Gökalp, Türk milliyetçiliğini aksiyoner bir hareket hâline getiren Başbuğ Alparslan Türkeş, Türk milliyetçiğinin köşe taşları olması bakımından ölümsüzler safında gönüllerimizde yaşamaktadır.

Bilindiği üzere Türk milliyetçiliği var olduğu günden bugüne yazılı kaynaklarını da var etmiştir. Bengü taşlarda; “Ey Türk titre ve kendine dön!” diyen Bilge Kağan bana göre ilk yayımcı Türk milliyetçisidir. Daha sonrasında Tercüman gazetesiyle İsmail Gaspıralı, Bilge Kağan’dan sanki mîras almış gibi Türk milliyetçiliğini yayımcılık ile başlatmıştır. Ömer Seyfeddin tarafından yayımlanan Genç Kalemler dergisi, Mehmet Emin Yurdakul tarafından neşredilen Türk Yurdu dergisi, Hüseyin Nihal Atsız tarafından neşredilen Orkun, Ötüken, Atsız Mecmua gibi dergiler, Osman Yüksel tarafından neşredilen Serdengeçti dergisi, Emine Işınsu tarafından neşredilen Töre dergisi, İbrahim Metin tarafından neşredilen Devlet gazetesi gibi neşriyatlar, milliyetçi neşriyat târihindeki yayımların başlıcalarıdır.

Türk milliyetçileri bir yandan usta-çırak ilişkisi ile kendinden sonraki kuşaklara hâfızasını aktarıyorken, bir yandan da her geçen gün tekâmül ettirdikleri fikirlerini neşriyatlar yolu ile koruma altına alıyorlardı. Milliyetçi aydınlar neşriyatlarını yayımlarken fikri de korumaya aldıklarının farkındalar mıydı? Bilmiyorum fakat koruduğu hakikattir. Ne yazık ki bu silsile, 1980 darbesi ile sekteye uğramış, memlekette fikir hürriyeti kalmadığı gibi usta çırak ilişkisi ve milliyetçi neşriyat ciddi bir darbe almıştır. İskender Öksüz Hocamızın tâbiriyle silsile kopmuştur.

Yeni Ufuk dergisi, yayımlanmaya başladığı 2014 yılından bugüne bu silsileyi yeniden inşâ etmek maksadıyla; elinize aldığınız yüzüncü sayısına kadar her sayısında milliyetçi fikir insanlarının geçmiş târihte yayımladığı yazılarını okuyucuları ile buluşturduğu gibi, genç fikir insanlarının yetişmesi yönünde bir okul olmuştur.

Yeni Ufuk dergisinin bu yazımıza konu olarak yaptığı hizmetler aşağıdaki gibidir: İlk olarak yazımızın başında da belirttiğimiz üzere, yazıyı kullanması sebebi ile bilginin ve hâfızanın nesil kopmaları olsa dahi aktarılabilir olmasını sağlamaktır. İkinci olarak, Türk milletinin kültür kaynaklarına inerek bunları tekrar hatırlanır yapmak ve geçmişle kültür köprüleri inşâ etmektir. Üçüncüsü; gençlerimizin üretme arzusuna destek olarak, fikir üretmelerini ve ölümsüzler safında yerlerini almalarını sağlamaktır. Dördüncüsü; ölümsüzler safında yerlerini almış nice büyüğümüzü tekrar hatırlatarak ölümsüzlüklerini pekiştirmektir. Beşincisi; bu hâfıza aktarımı yolu ile mâzi ve âti arasında köprü kurmak ve insanımızı âna sıkışmaktan kurtarmaktır. Altıncısı; Türk gençlerini, Türk milliyetçiliği müktesebatıyla buluşturmak ve milliyetçi hâfızayı tekrardan birbirine bağlamak, başka değişle Türk milliyetçilerini amneziden kurtarmaktır. Son olarak da milliyetçi aydınlarımızı Türk gençlerine tanıtarak, onların ölümsüzlüğüne katkıda bulunmaktır.

Yeni Ufuk dergisinin hizmetleri bu yedi madde ile sınırlı değildir. Lâkin biz yazı konumuz sebebiyle derginin bu katkılarını belirtmeyi ve bu sınırda kalmayı faydalı gördük. Eminim diğer arkadaşlarım ve büyüklerim Yeni Ufuk dergisini başka açılardan da değerlendirmişlerdir.

Bu günlerde yüzüncü sayımızı beklemenin gururunu yaşıyorum. Dergi ile ilk tanıştığım günler geliyor aklıma… “İnşâllah yüzüncü sayıları da görürüz.” dualarını hatırlıyorum. Belki kendi serüvenimi ve hissettiklerimi yazıma aktaramadım lâkin sâdece kendi serüvenimi anlatmakla yetinmek istemedim. Yeni Ufuk dergisinin târihî olarak üstlendiği vazife, farkında olalım ya da olmayalım beni daha çok heyecanlandırıyor. Bence yukarıda tespit ettiğim her madde Yeni Ufuk dergisinin yerine getirdiği hizmetlerdir ve bu hizmetler tarihteki yerini alacaktır. Bu şuura sahip olarak dergimizi okumanın ve bu şuurla aksiyonumuzu devam ettirmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu sebepledir ki; Yeni Ufuk dergisinde yazarlığa adım atmak bizler için her dâim şerefle taşıyacağımız bir nişâne olacak.

Rabbim bizlerin yetişmesinde çok büyük katkıları olan İmtiyaz Sahibimiz Nuri Serbest ağabeyimden, Sorumlu Yazı işleri Müdürümüz Berkan Sözer ağabeyimden, Mütevellî Heyeti Başkanımız Uğur Baş ağabeyimden, bu derginin çıkmasında bizlere ilham veren ve bizden hiç bir noktada desteklerini esirgemeyen Bayram Kiriş ağabeyimden, yazarlığa adım atmamda şahsî olarak çok desteği olan yazılarımı yayımlanmadan önce sabırla tahlil ve tenkit eden Ali Büber ağabeyimden, Dergimizin hâli hazırda Genel Yayın Yönetmenliğini icrâ eden Hasan Okyay kardeşimden, değerli editörümüz Ali Kerem Akdağ kardeşimden, Yeni Ufuk dergisine yaptığı kapak tasarımları ile yıllardır emek veren Ferhat Genç kardeşimden, dergimizin tashihi, yayımlanması, dağıtımı ve sosyal medyasında emekleri geçen ismini sayamadığım sayısız Yeni Ufuk dergisi emektarından, bizlerden yıllardır desteklerini esirgemeyen ve bize her dâim güvenen mütevellî heyetinden, son olarak her yeni sayımızı hevesle bekleyen ve ilk günkü heyecânımızla bu yolda yürümemizi sağlayan siz değerli Yeni Ufuk dergisi okuyucularından râzı olsun.

Bize yüzüncü sayımızı görmeyi nasip eden rabbimize hamdolsun. Dergimizin biz görmesek de yalnız yüzüncü sayılarını değil yüzüncü yıllarını görmesi özlem ve duası ile…

Yazımı Dilaver Cebeci’nin konumuza da uygun şu sözleriyle bitirmek istiyorum.

Önce Allah sonra genlerim şâhit,

Sevgimi üç bin yıl sonra doğacak torunuma yolluyorum.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.