Öncelikle Yeni Ufuk dergisini 100. sayıya ulaştıran, bizlere bu mutluluğu yaşatan, emeği geçen herkesi kutluyorum.
İnsan duygu ve heyecanlarını ifâde etmekte her dâim zorluk çeker. Mesela âşık olduğunuz bir kişinin güzelliğini anlatmaya çalışacak olsanız, hangi kelimeler sizlere kâfi gelecektir? Muhtemelen hiç. Çünkü bu bir duygu durumudur. Milliyetçi neşriyat içerisinde, çizgisinden sapmadan yayın yapan ve 100. sayıya ulaşmayı başarabilen bir derginin bende uyandırdığı his ve heyecanları da burada tam anlamıyla ifâde edebilmem tabiî olarak mümkün değildir. Ancak ben de en azından belki bu yazı vesîlesiyle meselenin bir yönü üzerinde durmak istiyorum.
Kül Tigin âbidesinde Bilge Kağan, “zamanı Tanrı yaşar, kişioğlu hep ölmek için türemiş” der. İnsan bu gibi sözler üzerinde düşündüğünde kendisini; “ben kimim, ne yapıyorum, insan ne için yaşar, ne için yaratıldım?” gibi varoluşsal sorularla karşı karşıya bulur. Bu sorular üzerinde düşünmek duygusal olarak bir sükûnet hâli meydana getirmekle birlikte düşüncelerinde bir hareketlenme görülür. Bu hareketlenme kısa bir bir müddet etkisini devam ettirir. Fakat soruların üzerinde durulur, çeşitli okumalar yapılabilirse bu düşünme faâliyeti devam eder. Artık bu düşünceler, Necip Fazıl’ın deyimiyle “beyne saplanmış zehirli bir kıymık” gibi insanı sürekli olarak rahatsız eder ve insan tam olarak tatmin oluncaya; yâni, en azından düşüncelerini sağlam bir temele oturtana kadar bu faâliyeti devam ettirir.
Bu noktada insanda beliren bir konu da zemin arayışıdır. Bundan kastım ferdin nasıl bir topluluğa âit olduğu ve fert toplum ilişkileridir. Dolayısıyla bu soru fertte o an beliren ve ilk defa cevâbı bulunmaya çalışılan bir soru değildir. Târihten bu yana bu tip sorulara cevap arayışının devam ettiği görülür. Bu sorulara; çeşitli fikir adamları, dinler, fikir sistemleri birbirinden farklı cevaplar vermiştir. Bir fikir sistemi olarak milliyetçilik ise bu soruya ferdin, millet denilen topluluğa âit olduğu şeklinde cevap vermektedir. Bu fikir sistemine göre, insanın mutlu ve huzurlu olabilmesi, şahsiyet kazanabilmesine; şahsiyet kazanabilmesi de bir millete mensup olduğunun şuurunda olmasına bağlıdır. Zâten insanın şahsiyetli olabilmesinin başka bir yolu da yoktur. Zîra Ziya Gökalp’e göre “insan millîleşebildiği yâni millî kültürün mümessili olabildiği kadar şahsiyetlidir.”
İnsanlar daha ziyâde belli bir yaş aralığında kendisini; bildiklerini, inandıklarını veya hâlihazırda var olan fikirlerini sorgular halde bulur. Bu sorgulamaların sonucunda insan kendini ifâde etme ihtiyâcı hisseder ve kendisiyle belli müştereklere sâhip olmakla birlikte farklı yorumların da konuşulabildiği bir muhit arar. Çünkü fert ancak bu muhit içerisinde kendisini rahat hissedeceği gibi fikirlerini çekinmeden ifâde edebileceğini de bilir. Dolayısıyla bu muhit; Türk milliyetçileri için, doğal olarak, Türk milliyetçilerinden oluşacaktır. Bu tip muhitler; milliyetçi bir ferdi, toplum içinde yalnız bırakmamakla birlikte aynı zamanda onun şahsiyetini de besleyecektir.
Fikirler insanları harekete geçirmekle birlikte aynı zamanda onlara sorumluluk yükler. Her milletin milliyetçilik anlayışı farklı olmakla birlikte, Türk milliyetçiliği için bu sorumluluk alanı bütün cihânı kapsar. Bununla ilgili olarak çok fazla tartışılacak veya tartışmaya açık bir husus yoktur. İsteyen Türk milletinin efsâne ve destanlarından başlamak üzere, günümüze kadar olan tecrübesine bakarak da bu gerçeği açıkça görebilir. Bu sorumluk alanı, tabiî ki öncelikle Türk milletinin, akabinde İslâm âleminin ve nihâyetinde insanlığın sorunlarıyla ilgili soruları berâberinde getirmekte; Türk milliyetçileri de doğal olarak bu sorularla hemhal olup bu sorunlara çözüm önerileri üretmeye çalışmaktadır. Ancak bütün bu konulara çözüm bulabilmek mümkün değilse de bir Türk milliyetçisi, bu sorunların yalnızca milliyetçiler tarafından çözülebileceğine inanır. Bu noktada aklıma Pir Sultan’ın;
Derdim çoktur hangisine yanayım,
Yine tâzelendi yürek yaresi,
Ben bu derde kande dermen bulayım,
Meğer dost elinden ola çâresi.
dizeleri gelmektedir.
Türk milliyetçiliği; târihi, bir milletler mücâdelesi olarak görür. Bu öyle bir yarıştır ki M. Necati Sepetçioğlu’nun dediği gibi “pistin başlangıcı târihin karanlıklarında bitişi ise kıyâmetle olacaktır.” Dolayısıyla bu mücâdeleden gâlip çıkabilmek için öncelikle bir hayal kurmak gerekecektir. Ancak sâdece hayal kurmak tabiî ki yeterli olmayacak, bunun yanında somut adımlar da atılması gerekecektir.
Hz. Peygamber (S.A.V.) de bir hadisinde “yarın kıyâmetin kopacağını bilseniz bile elinizdeki fidanı dikiniz” buyurmuştur. Bizler maalesef madde odaklı düşünmeye alışık olduğumuz için burada bahsedilen fidandan ağaçların yetişmekte olan tâze hâllerini anlıyoruz. Halbuki biraz bakışımızı genişletebilirsek bir medeniyetin şifresi olabilecek bu hadiste geçen fidandan; sevgi, fikir gibi soyut kavramları da anlayabiliriz. Asr Sûresi de insanların hüsranda olduklarını ancak sâlih amel işleyenlerin yâni hiçbir menfaat gözetmeden insanların faydasına işler yapanların müstesna olduklarını bildirmektedir. Dolayısıyla bu yolda atılabilecek en küçük bir adım dahi büyük önem arz edecektir.
Yeni Ufuk dergisi de bir kavak ağacı altında yukarıda bahsedilen muhîti oluşturabilmiş kimselerin; fikir teatileriyle, milliyetçi yayın hayâtında yerini almakla bu somut adımlardan birini atmıştır. Kavak ağacı, Türk mitolojisinde bayrak ve bağımsızlığın sembolüdür, ayrıca hayat ağacı olarak da karşımıza çıkar. Bir benzetme yapmak istersek bu ağacın köklerini târih, gövdesini milliyetçilik, dallarını ise çeşitli yayınlar, kurum ve kuruluşlar oluşturur. İşte bu dallardan bir tânesi de Yeni Ufuk dergisidir. Milli Devlet gazetesi ve Mefkûre Mektebi gibi filizler, bu dalın sağlıklı bir şekilde köklerinden beslenebildiğini, gövdesiyle bağının kopmadığının göstergesidir.
Cemil Meriç dergiler için, “hür tefekkürün kaleleridir” der. Akademik dergilerde bir soğukluk görülmekle birlikte amatör olarak yayıncılık yapan dergilerde bir sıcaklık sezilir. Dolayısıyla daha samimidir. İnsanlar düşündüklerini özgürce ifâde ederler. Yeni Ufuk dergisi de amatör olarak yayın hayâtına başlamış ve bu günlere gelmiştir. İçinde dil, târih, ekonomi, sanat, edebiyat vs. gibi birçok alanda amatör yazılar yayınlanmış ancak her sayısında milliyetçi hareketin âbide şahsiyetlerinin ufuk açıcı yazılarını yayınlamaya dikkat göstermiştir. Yâni aslında Yeni Ufuk dergisinin yaptığı, kavak ağacının altında yapılan fikir teatilerinin daha geniş çapta, daha geniş bir kitleyle yapılması hâdisesi olarak okunabilir.
Rastgele bir araya gelmiş insanlar devletin nüfus unsurunu oluşturmazlar. Bu insanların nüfus unsuru oluşturabilmesi için belli değerleri paylaşmaları gerekmektedir. Milletlerin, târihî misyonlarını gerçekleştirebilmesi de bu değerlerin inşâ edilebilmesine bağlıdır. Türk milletinin misyonunu Ziya Gökalp “ahlâkın en yüksek faziletlerini fiiliyât sahasına çıkarmak, mümkün görülmeyen fedâkârlıkların ve kahramanlıkların mümkün olduğunu ispat etmektir.” şeklinde tanımlar. Yayıncılık hayâtı bu değerlerin inşâsı için çok önemli bir görev îfa eder. Umarız ki Yeni Ufuk dergisi gibi milliyetçi neşriyatların sayıları artar ve bu neşriyatlar geniş kitlelere ulaşır.
Bu vesîleyle Yeni Ufuk dergisinin 100. sayısını kutluyor ve nice 100. sayılara ulaşmasını Allah’tan niyaz ediyorum.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.