Yıllar önce babam bir hâtırâtını anlatmıştı. Köyde büyümüş tüm çocuklar gibi günlük işlerde ziyâdesiyle âilesine yardım etmiş, çalışmış. Köy hayâtında da mâlumunuz işi yapacak olana tevellüdü sorulmaz. İş var ise birinin yapması lâzım gelir. Babama da bu zihniyet ile dağdan odun getirme vazîfesi verilmiş. Lâkin babam henüz yedi yahut sekiz yaşında çelimsiz, kara kuru bir oğlan çocuğuymuş. Mecbur, katmış iki eşeği ardına, düşmüş dağ yoluna. Kendisinin getirmesi için evvelden hazırlanmış odunları eşeklere sarmaya başlamış. Elbette o yaşta bir çocuğun kuvveti ve becerisi ile yükleme işinde pek de başarılı olamamış. Semerin bir yanı diğerine göre daha ağır yüklenmiş ya da yükün bir kısmı diğerine göre daha gevşek sarılmış. Öyle ya da böyle kesilmiş odunları iki eşeğe pay edip kendi küçük katarı ile köyün yolunu tutmuş. Yolda yükün dengesizliğinden semerleri bir yana yatan eşekler bu halden rahatsız olup şikâyetlerini yürümemekte inat ederek yahut yeri göğü inleterek belli etmişler. Memnuniyetsizlik ne boyutta olursa olsun, yükün boşaltılıp tekrar usûlüne göre sarılması için ne kâfi tâkat ne de kâbiliyet varmış. Babam da çocuk aklı ile bir hal çâresini bulmuş. Semerin ağır tarafının çökmesine mâni olmak ve dengeyi sağlamak maksadıyla karşı taraftaki küfenin içine taşlar koymuş. Bu çâre evvelce işe yarasa da bir süre sonra taşların olduğu taraf ağır basmaya başlamış. Babam ise bir çocuktan beklenecek olanı yapmış ve bu sefer de diğer küfeye taş doldurmuş. Bu oyun kaç kez oynandı bilinmiyor. Babam kan ter içinde evin avlusundan girebildiğinde zavallı hayvanların solukları kesilmiş, dizleri titremiş, hizmetlerinin karşılığını eziyet olarak görmenin üzüntüsü yüzlerine yansımış hâlde küfeleri tepeleme taş doluymuş.
Dinlediğimde kendimi kimin yerine koyacağımı; kime kızıp kime üzüleceğimi, gülüp geçmenin mi oturup ağlamanın mı doğru olduğunu bilemediğim bu hikâye üzerine sonraları çok tefekkür ettim. Bu benim hatta belki de bizim hikâyemizdi!
***
Bugün nazar edenler için bizler, Yeni Ufuk âilesi olarak özellikle yoğun tartışılan millî meselelerde fikir beyan ederken esastaki müşterekliğimiz ile biliniriz. Hakîkatte de bu böyledir. Kat’iyetle tâviz vermediğimiz hususlar o kadar benzerdir ki kimisi bizi hâfız veyâhut softa sanabilir. Zîra çoğu zaman ifâdelerimizdeki kelimelerin sâdece yeri değişmektedir. Üslûp olarak bu denli berâber oluşumuz, dünden bugüne gerçekleşmiş bir bahis değildir. Eşrâfımızın teşekkülünde her biri ayrı kıymette pek çok yaşanmışlığın izlerini bulmak mümkündür. Her birimiz farklı tecrübelerden geçerek geldiğimiz bu muhitte heybemizde ne varsa, eksiksiz ve sakınmasız getirdik, ortaya döktük. Allah heybesi genişlerden râzı olsun ki çoğumuzun gönlüne ferahlık getiren, ufkumuzu ve dimağımızı açanlar da şüphesiz onlar oldular.
“Yol odur ki doğru vara, göz odur ki Hakk’ı göre” demiş bizim Yunus, ne de güzel demiş. Peki, yol nedir, doğru nedir? Nasıl revan olunur, menzile nasıl varılır? Kıymet yolda mıdır, yolcuda mı, yoksa menzilde midir? Yoksa hiçbirinde değil de yola düşürende midir? Muhakkak bunların tefekkürü gerekir. Aksi takdirde yoldan çıkmak işten bile sayılmaz. Biz de muhîtimize intikalimizde bir yol tutup geldik. Diyemeyiz ki her birimiz kardaki kurt sürüsü gibi birbirinin ayak izini tâkip edegeldi. Aksine her birimiz dört bucağı dolandık, başkaca tabiatlar, başkaca muhitler gördük. Hayâ ile baş çevirdiğimiz, hayret ile sükût ettiğimiz vâkıâlara tanık olduk. Türk milletinin kendi evlatlarından başka muhâfızının olamayacağına dâir îmanımız, her dâim müşterekti lâkin milletimizin her mânâda güçlendirilip geliştirilmesi için ne yapılması gerektiği hususunda farklı tefekkürlerimiz vardı. Hatta bunların bir kısmı, faraziyelerden müteşekkildi. Çünkü biz bilmiyorduk, en azından kendi hikâyemdeki ben bilmiyordum.
Türk milliyetçisi bir âileye sâhip olmanın müthiş nîmetleri ile büyüdüm. Evimizde meselelere her dâim, millî bir nazarla yaklaşılırdı. Âile terbiyemiz, kılık kıyâfet alışkanlıklarımız, harcama usûlümüz ve diğer pek çok şey hep millî kültür üzerine inşâ edilmişti. Bu minvalde kendi milliyetçiliğimi âilemden başlayan bir süreç olarak değerlendiririm. Nazarî ve amelî olarak âilede gördüklerimizin tatbîkine gayret ederek başlanmış bir süreçtir bu. Terbiyem millete mugayir iş yapmama mâni olmaktaydı lâkin millete faydalı olmak bilmeyi; bilmek okumayı ve öğrenmeyi gerektiriyordu. Memleketin vasatı düşünüldüğünde bir hayli iyi sayılabilecek bir kütüphânemiz de vardı. Bu sâyede hayâtımın her döneminde az çok okuma alışkanlığı olan bir insan oldum. “Okumaktan murat ne, kişi Hak’kı bilmektir. Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru ekmektir” diyen Yûnus’u yanıltmadı okurluğum. Terkip ve tefekkürle taçlandıramadığım gibi pek çoğu da maksatlı değildi.
Milliyetçi çevrelerin içerisine girip cemiyetçilik ile iştigâlim elbette ki gecikmedi. Lise yıllarım biraz haraketliydi. Üniversite yıllarımın ise daha siyâsî teveccühleri vardı. Ankara, iklimiyle zihnime gâlip gelmeyi başarmıştı. Meseleleri siyâset gözlüğü ile okuyup mânâya büründürme alışkanlığı hâsıl olmuştu. Kimi zaman fikrisâbit ile vâkıâyı tahlil edip tez zamanda çözüm buluveriyordum. Pek çok ahbabımızla mutâbık kaldığımız hal yolu belliydi: milliyetçi bir iktidar. Milletin bekâsı için milliyetçi iktidar fikri çok uzun yıllar yegâne ve mutlak çözüm olarak zihnimi ve kudretimi istismar etmişti. Siyâsî mücâdelenin kendisi değil, tek çözüm olarak târif ve teşvik edilmesi zaman geçtikçe beni rahatsız etmeye başlamıştı. Memleketin günlük konuları, okulumuzun[1] genel havası, “çözüm süreci” yıllarının[2] yıpratıcılığı ve belki de en çok siyâsî mücâdeleyi yürüten milliyetçilerin durumu beni giderek mevzûdan uzaklaştırır hâle gelmişti. “Siyaset meydanında, galebe eden, bakan ol; siyaset kendi olmuş, girmiş meydân içinde” deyip geziniyor; dağların uzaktan daha büyük olduğuna kâni oluyordum. İçinde bulunduğum çevrelerde anlaşılmaz, aykırı, inatçı hatta nispeten muhalif bulunmaya başlamıştım. En azından ben kendimi bu çevreler ile mücâdeleyi yürütmeye niyetli bulmuyordum. “Zulüm câhil işiymiş, nâdan olmayan Hakk’tan korkar, zulümden sakınırmış.” Yıllarca cehâletle kendi nefsime zulmettiğimi, ne yapılacağını bildiğini iddia edenlerin yanında nece zamanımı hîbe ettiğimi düşünür olmuştum. Belki tavını bekleyen çelik gibi gerildik, ısındık, dövüldük, sertleştik diye kendimi avutmaya; milletime duyduğum sevgi ile mücâdele istekliliğimi diri tutmaya gayret ediyordum. Şimdiden dönüp bakınca iyi anlıyorum ki bu şahısların bir başlarına yenilmeden, yıkılmadan, yok olmadan yürütebileceği bir mücâdele değildi.
Hüsnüniyet ile revan olduğum yolda bir şeylerin yanlış olduğunu idrak etmiştim. Ben odun sarmaya tâlip olmuş, hânemizin faydası için bu işin yapılması gerektiğine inanmış bir çocuktum. Ama odun nasıl yüklenir, nasıl sarılır, katar hangi yoldan nasıl gelir bilmiyordum. Bir küfemi muhtelif dertlerle doldurmuştum. Dengeyi sağlamak için de diğer küfeye bulduğum her bilgiyi, her usûlü yüklemekten geri kalmamıştım. Zihnim meseleler ve hal yollarının keşmekeşi içinde savrulurken ruhum da ıstıraba gark olmaktaydı. Vesvese yüksek sesle kendini belle eder olmuştu; ben yola revan olmuş canhıraş çırpınırken kimler ne yapmaktaydı? Milliyetçi câmianın geçmişini, 1980 İhtilâli sonrasında evinin köşesinde oturup suskunlaşan Ülkücülerin hallerini biliyor olmak, mükerrer bir hikâyenin asrî bir figüranı gibi hissetmem için kâfi gelmişti. Yalnızlıktan mustarip olmaya pek yakındım.
Yorulmuş ve yıpranmıştım. Birkaç günlük kısa bir ziyâret için sılama geldim. Bu gelişimin hayâtımın seyrini değiştirecek tesâdüflere gebe olabileceğini hiç bilmiyordum. Bir sohbet masası ve etrâfındakiler bilinmedik bir zamandan beri özlemini duyduğum sözleri konuşuyorlardı. Câmi avlusundaki bir ağacın altında milliyetçilik tefekkür ediliyordu. Masanın gediklileri vardı, bir de ben gibi gelen gidenleri. Ev sâhibinin kimler olduğunu bugün muhîtimize âşinâ olanlar pek yakînen bilmektedir. Kıymetli büyüğümüz ve yol başçımız Bayram ağabeyim ile kardeşimden özge kardeşim Berkan meclisin ilk ve en kıymetli sâkinleriydiler. Bu masadaki üç ya da dört günlük iştirâkim benim en kıymetli ikballerimdendir. Yalnız değildim ve olmayacaktım. Ayaklarımı sürüyerek geri dönmüştüm ama gönlüm ve aklımda yeniden kuvvet vardı.
Kısa süre içinde halkanın genişlediğini ve pek çok eski tanıdığın da bu meclise iştirak ettiğini duyar olmuştum. Sohbetin konusu derinleşiyor, dimağlar açılıyor, kanaatler belirginleşiyordu. Ne yapılmalı sorusu her geçen gün daha da ayyuka çıkıyordu. Bu mayalanma dönemine iştirak edememiş olmak benim için her zaman bir keder bahsi olacaktır. Uzaktan uzağa tâkip ediyor, kısa süreli ziyaretlerimde de gelişmeleri takip etmeye çalışıyordum. Nuri Başkan ile Türk Ocaklarında geçen zamanda maalesef hep Ankara’daydım. Tam da bu zamanda müthiş bir hikâyenin ilk cümleleri yazılmıştı. “Yeni Ufuk Dergisi…”
Bilmek ve öğrenmenin gerekliliği, bilmeyerek yaptıklarımızın ne denli insicamsız olduğunu her dâim konuşuyorduk. Evvelâ fikri bilmek, öğrenmek, idrak etmek sonra bu fikirle amel etmek gerekiyordu. Bu öğrenme ve öğretme mesûliyeti sonralarında ‘Mefkûre Mektebi’ gibi bir başka müthiş hikâyeye kapı aralayacaktı. Derginin ilk sayısını elime aldığım andaki hislerim yaz günündeki yağmurun tesiriyle aynıydı. Dergi zihinlerimizin açlığına ekmek gibi, aş gibiydi. Bir avuç inanmış insan belki de kendilerinin dahi beklemedikleri sonuçları yaratacak bir işe başlamıştı. Milliyetçi hareket kaldığı yerden sistematik düşünmeye ve fikri öğrenmeye devam ediyordu. Bu nesiller arasındaki kopuk yılları tamam edebilecek, cemiyet hayâtı içinde savrulup giden Ülkücüleri “bir” kılabilecek bir hamleydi.
Mücâdele zemine oturuyor, halka genişliyor, ilgi artıyordu. Uğur Hoca’nın iştirâki ile Denizli ahâlisinden tanıdığımız isimlerin Yeni Ufuk için elini taşın altına sokmakta gayretlendiğini duyuyorduk. “Olmaz bu işler” diyenler ile “ne güzel olur hadi yapalım” diyenlerin ve hatta Ankara’da bazı çevrelerin ortak gündemi dergi olmuştu. İmkânlar kısıtlı, tecrübe yetersiz olabilirdi ama istek ve îman tüm bunlara galebe çalıyordu. Uzak yakın şehirlerden talepler doğmaya, memleket sathında Yeni Ufuk okuyucuları türemeye başlamıştı. Temsilciler ‘tek ücreti okumak’ olan bir yayını tüm aç milliyetçilerin iştahlı zihinlerine servis ediyordu. Hareketin önde gelen fikir ve eylem insanlarının ortaya konulan ürünü ve emeği takdir etmesiyle dergi, milliyetçi muhitlerde îtibârını arttırıyordu. Menfaat, istikbâl kaygısı, ikbal umudu olmaksızın yapılan bu işlerin menfur kimselerce pek çok defâ yoklandığını da söylemek gerekir. Her menfaatperest teklif, her onursuz pâye, her aşağılık taltif hak ettiği cevâbı alarak geri döndü.
Yeni Ufuk dergisi bir meydan kurmuştu ve îlan ediyordu: “Gelin, işte meydan. Hepimiz heybemizde olanı dökelim, berâber pişirip berâber yiyelim, cümlemizin açlığı gitsin. ‘Türk milleti için ne fayda işlerim?’ diyenlerin aklındaki sorulara bir nebze cevap bulalım!” Kısacası bu çağrı “Her kim merdâne gelsin meydâne, kalmasın cana kimde hüner var.” nidâsıydı ve herkesi mert olup elini taşın altına koymaya dâvet ediyordu. Milliyetçiliğin; siyâsî mecrâda peşkeş çekilmesine, fikir namusundan âzâde tiplerce üç kuruşluk masalarına mevzu edilmesine, üniversite ahâlisinin kibir ve keyfiyetine teslim edilmesine, Türk milletinin öz çocuklarının tekelinden sökülüp alınmasına; dinsiz, inançsız ve ahlâksız bırakılmasına karşı çıkmaya dâvet ediyordu. Bu dâvet bugün binlerce icâbet ile taçlanmıştır. Milliyetçi câmia Yeni Ufuk’un kıymetini ve mânâsını bilmektedir. Pek sık kullandığım bir misalle 100. sayısını görmekle bahtiyar olduğum Yeni Ufuk’un ve eşrâfının benim için kıymetini ifâde ederek bitirmek isterim. Eğer ki Türk milliyetçiliğini bu denli idrak etmiş, yaşantısına intikâl ettirmiş; öğrenme ve öğretmeyi ihtisas alanı tâyin etmiş böyle şâmil bir yapı ile yirmili yaşlarımın hemen başında tanışma imkânı karşılığında bir bedel istenseydi, Ömer Seyfeddin’in ‘Diyet’ eserindeki Koca Ali gibi kendi sağ elimi sol elimle kesip atmakta bir sâniye tereddüt göstermezdim.
[1] Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
[2] Mesele YouTube kanalında Çözüm Süreci başlıklı videoyu tavsiye ederim. Yaşananlar hakkında bir fikir verecektir.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.