Nemelâzımcılığın kelime anlamı Türk Dil Kurumuna göre; “gerekli şeylerle ilgilenmekten kaçınma durumu, bir şeyi umursamama durumu ve neme gerekçilik” olarak ifâde edilir. Toplumdaki tezâhürüne baktığımızda nemelâzımcılığı “bana ne, beni ilgilendirmez, bana bir gerekliliği yok” şeklinde de ifâde edebiliriz.
Bu kavram ile ilk karşılaştığınızda mutlaka zihninizde bir şeyler canlanmıştır. Hatta “Bana ne kardeşim!” demeden üzerine düşünürseniz, yaşantınızın bâzı dönemlerinde bu gaflete kapıldığınızı göreceksiniz. Dilinizle “Bana ne?” dememiş olsanız bile bu, davranışlarınıza yansıyabilir. Sonrasında göreceğiniz şey bunun kısa vâdede bir zarârı olmadığı gibi farkına bile varılmayan bir durum olduğudur.
Bunun yanında “neme gerekliliğin” büyük yıkıcı etki yarattığı düzeyleri de vardır; gözle görülür, tehlike arz eder ve daha çok sayıdadır. Bu duruma örnek olacak olaylardan haberdar olup ders çıkarmak için yönümüzü târihe çevirmeliyiz. Târihte Türkler, bu günlere kadar milletinin bekâsını nasıl sağlamışlar? Seciyemizde bu kavramın yeri var mıydı?[1] Bahsini ettiğimiz nemelâzımcılığın meziyetlerine(!) sâhip olsalardı acaba bunu başarabilirler miydi?
Uykusu bizden kısa sürmüş olan “Sonsuza Uyanan Taşlar” dan, Kül Tigin Anıtı’nda bunun cevâbını buluyoruz: “Kül Tigin ak atına binip dokuz eri mızrakladı, gerilemedi, anam hatun, üvey analarım, ablalarım, gelinlerim, şah kızlarım, bunca yaşayanlar kul olacaktı, ölü bir yurtta ayak altında yatıp kalacaktınız, Kül Tigin olmasa hepiniz ölecektiniz!” Anlıyoruz ki binlerce yıl öncesinde bile varlık yokluk tehdidi altındaymışız. Peki onlar nasıl çalıştılar? Düşman çevrelerinde ocak gibiydi, onlar içinde ateş, öylece oturdular mı? Türk Bilge Kağan yine aynı anıtın doğu yüzüne kazıttığı cümlelerde Türk çocuğuna sesleniyor: “Babamızın, amcamızın düzene sokmak için uğraştığı milletimizin adı sanı yok olmasın diye Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile iki beğ olarak öle yite çırpındık. Millet ateşte yanmasın suda boğulmasın diye çırpındım.” Şimdi kendimize şunu soralım; milleti bugünlere kadar yaşatabilmek için gece uyumayıp gündüz oturmayan ataların torunları ne yapmaktadır? Hiç uyandırılmayacağını düşünmenin keyfi içinde derin bir uykudadır…
“Hatta biz olmasak daha rahat uyuyacaklarını sandıkları ve bize düşman kesildikleri bile olmaktadır. Yine de başuçlarında davul çalmaktan vazgeçmeyeceğiz!”[2] Yönümüzü târihe çevirip anlatmaya devam edeceğiz; Bilge Kağan’ın seslenişinin üzerinden asırlar geçti. Türk milleti Sultan Alparslan adında bir yiğidin ardında Anadolu’ya geldi. Burayı yurt edinmek için düşman kanı döktü, şehit verdi. Milletini daha iyi yaşatmak, cihan hâkimiyeti mefkûresini yerine getirmek için çalıştı. Alperenler ile nice gönüller fethetti ve büyük cihan imparatorluklarından birini inşâ etti. Aradan yıllar geçti, yazıya bahis olan nemelâzımcı aydın ve halk nüfûsu çoğalmaya başladı. İhtişamlı ağaçların özünü yiye yiye çürütüp sonunda yıkılmasına neden olan ağaç kurtları gibi koskoca imparatorluğu yemeye başladılar. Ağacın en ihtişamlı zamânını yaşadığı dönemde padişah olan Kanunî Sultan Süleyman’a bu tehlikenin geleceği önceden bildiriliyor:
“Sultan Süleyman, Yahyâ Efendi’nin büyük sırlara vâkıf, geleceği gören biri olduğunu, bu yüzden ona bir mektup yazdığını söyler: ‘Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğullarının âkıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?’ Yahyâ Efendi bu mektuba kısa bir cevap verir: ‘Nemelâzım be Sultanım…’ Kanunî böyle ciddi bir mektuba böylesine basit bir cümle ile cevap veren Yahyâ Efendi’ye bir anlam veremez. Bu cevâbın ne anlama geldiğini, daha açık bir ifâdeyle ona neden baştan savma bir cevap verdiğini sormak için yanına gider. Yahyâ Efendi sözünün bir umursamazlık olmadığını açıklar: ‘Eğer bir devlette zulüm yayılsa, haksızlıklar ayyuka çıksa; bu zulmü, haksızlığı işitenler de nemelâzım, deyip uzaklaşsalar; sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese; işin aslını bilenler bu gerçeği söylemeyip sussa, gizlese; fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin feryâdı göklere çıksa; bunu da taşlardan başkası işitmese… İşte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazînesi boşalır, halkın îtimat ve hürmeti sarsılır. Âsâyiş ve emniyete vesîle olan itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir.”
Ağaç kurtlarının târifi yapılalı yıllar olmuş. Fakat kıssa unutulduğu için yıllar sonra bile okunduğunda insanı utandırır hâle gelmiş. Ömer Seyfettin işte o tehlikeli durumun gerçekleştiği dönemlerde yaşamış olan asker, öğretmen, şair ve yazardır. Bir Ermenî gencin gözlemleri ve hâtıraları üzerine kurguladığı eserinde dönemin toplumsal yapısını gözler önüne seriyor. Eserin 11 Haziran 1909 târihli yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum:
Ermenî genç bir Türk ile konuştuğunu ve bu konuşmanın endişelerini giderdiğini belirterek kendisine söyleneni şu şekilde aktarıyor; “İttihat ve Terakki’den şüpheniz pek boştur. Pantürkizm, Panislamizm filan Avrupa hayalperverlerinin iftirâsıdır çünkü hisleriyle muhakeme ediyorlar. Bize dâir hiç tetkikat (araştırma) yapmadan hiçbir Türk’ün aklından geçmeyen ‘Pantürkizm’ hayallerini uyduruyorlar. Vatanımız, yaşadığımız memleketimize kim Türkiye der? Yalnız Avrupalılarla Avrupa gazeteleri. Tanzimat maarifi meydanda. Hiçbir mektep kitabında hiçbir coğrafya kitabında Türkiye diye bir memleket ismine rast gelmeyeceksiniz. (…) Kendi târihlerinizi tabiî bilirsiniz. Bir de bizim mekteplerimizde okuttuğumuz târihlere bakınız. Bir Türk kelimesi bulamayacaksınız. Bundan başka bizim târihlerimiz bilhassa Türklük aleyhinde tertip olunmuştur. Hülagü, Timurlenk gibi dünyânın en büyük cihangirleri sırf Türk oldukları için küfürlerle lanetlerle târihlerimizde yad edilir. Sonra Sezar, İskender, Napolyon hakkında târihlerimiz ihtiramda (saygıda) kusur göstermezler. Bizim şairlerden ne yenisi ne eskisi Türklüğe dâir bir kelime yazamadıkları gibi kendi milliyetlerinden bahis îcâp edince Etrak-ı bi-idrak (akılsız Türk) demişlerdir.”
Görüldüğü üzere özümüzü çürüten bu illet öyle bir illettir ki görüneni görünmez, bilineni bilinmez, duyulanı duyulmaz edip insana üç maymunu oynatarak kendisini unutturur hâle getirmiş. “Üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen günümüzde tablo farklı mıdır?” sorusu zihnimde belirdikten sonra mensubu olduğum üniversitenin öğrencilerini düşünüyorum. Bir şeyler için koşturuyorlar; en iyisini ben giyeyim, en iyisini ben yiyeyim, en çok zamânı kendi zevkim için harcayayım, benim işim hallolsun, ben mutlu olayım, ben, ben, ben… Meydana gelen zulümlerden, adâletsizliklerden, düzensizliklerden eşzamanlı olarak şikâyet ediyorlar. Bunları düzeltmeye çalışmak rahatlarını bozacağı için “nemelâzım” diyerek uzaklaşıyorlar ve benlik davalarına hizmete yılmadan devam ediyorlar.
Bu esnada aklıma Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) “Zulme sessiz kalan zulmü yapan gibidir.” hadisi şerifi geliyor. Siz de o zâlimlerden misiniz? Öyleyse size zulmedildiğinde başkalarının da sizin için “bana ne?” diyeceğini unutmadan uykunuza devam ediniz…
Özümüzden yetişen yazarlarımız, şairlerimiz; Türk milletini uyandırmak için ona birçok kez, her dönemde seslenmiştir. Ne yazık ki aziz Türk milleti her dönemde bu gaflete düşmüştür. Ulu bilgeler, hanlar, hakanlar, şairler her dönemden Türk’e ‘Uyan!’ çağrısı yapmışlardır. Kıymetli şairlerimizden Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’na kulak verelim;
(…)
Bak ne der Oğuz Han, Alparslan, Tuğrul:
Ey Bozkurtlar soyu! Yerinden doğrul!
Silkin!… Öz mâyanla yeniden yoğrul!
İnsanlığı nûra kavuştur yine
Uyan ey!… Kendine dönmeyi dene.
Acunda ne varsa kurudan, yaştan
Al Dede Korkut’tan, Hacı Bektaş’tan
Malazgirt ufkuna doğ yeni baştan…
Dilerim Tanrı’dan bu devran döne,
Uyan ey Türk!… Uyan! Uyumak nene?
Hâli içler acısı olan toplumu hikâyelerinde ve şiirlerinde yansıtan Ömer Seyfettin de bu çağrıyı yapmıştır;
Artık uyan, keyif zamânı değildir,
İçtiklerin bâde değil, hep zehir,
Kuvvetlenip Garbı korkut ve sindir,
Gâlip gel de sonra, ‘Türk’üm!’ de öğün!..
İhtişamlı bir cihan imparatorluğunun mîrasçısı olarak biz artık uykuda, üç maymun oynarken gaflet bulutları arasında ölmek değil, ‘Türk’üm!’ deyip övünmek istiyoruz. Bu yüzden öyle bir uyanacağız ki düşmanlarımız bizi gözlerimizden tanıyacak. Çünkü o gözlerde yıldırımlar çaktıran Kürşad’ı, Malazgirt ufuklarındaki Alparslan’ı, İstanbul surlarının cihangiri Sultan Fatih’i, gök bakışlı Atatürk’ü görecekler.
Bu renkleri bozarmış, kokuşmuş boyalarla çizilmekte olan tablo ne kadar çirkin görünüyorsa da Türk milletinin geleceği hakkında karamsarca tahminlerde bulunmak o kadar cahilce olur. Çünkü yetmiş ile yüz yıl arasında yaşadığı görülmüş olan insanoğlunun ömründeki kas ağrısı, baş ağrısı gibi tabiî beden rahatsızlıkları nasıl ölüm alâmeti sayılmıyorsa; Târihi insanlık târihi ile başlayan, başını ve sonunu henüz tâyin edemediğimiz bu koca zaman diliminde yaşamış ve hâlâ yaşamını sürdürmekte olan Türk milletinin de içinde bulunduğu gaflete, dalkavuk nüfûsuna, dönemin nemelâzımcı temsilcilerine, iğreti hevesler peşinde koşan gençlerine bakarak ona bir son biçmek akılsızlık olacaktır. Çünkü her dönemde bize yön tâyin eden bir kutup yıldızı gibi öncekinden daha canlı parıldayan Türk milliyetçisi gençler vardır ve Ömer Seyfettin şimdi de o kıymetli gençlere seslenmektedir: “Ey bugün eski devirden kalma mekteplerin dar dershanelerindeki kuru sıralar üzerinde geleceği kazanmak için çalışan gençler! sizi bekleyen vazifeler pek ağırdır. Siz bütün dünyâca siyâsî ve içtimâî mevcudiyeti silinmek istenen bir milleti kurtaracaksınız.”
Yükümüz ağır fakat biz de Türk’üz…Târih, üzerinden yıllar geçtikten sonra nemelâzımcı dalkavukları yazmıştır fakat dimağlarda yer edinen özü çürümüş ağacı yeniden yeşerten Mustafa Kemaller olmuştur. Bizler Türk gençleri olarak târihin bu kısmına tâlibiz. Tanrı Türk’e yâr olsun!
[1] Yavuz, Erçin. Neme lâzım. Yeni Ufuk. Ocak 2022. Sayı 90
[2] Erdem, Galip. Türk kimdir? Türklük nedir?. İstanbul. sf 15 – 16
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.