Türk târihinin son 500 yılında Rusya ile münâsebetler tâyin edici rol oynar. Özellikle eski Altınordu havzasından başlamak üzere Türk milleti 1552’den sonra Rusya’ya karşı gerileme ve seri kayıplar sürecine girdi. On sekizinci yüzyıldan îtibâren de Osmanlı coğrafyasında bu geri çekiliş net olarak görülmeye başladı. Bu uzun süren kötü gidişin, SSCB’nin 1991’de çökmesiyle değişme işaretleri verdiği söylenebilir. Bu durumun sunduğu imkânları belirlemek için daha kuvvetli bir ifâde kullanmak da mümkündür: Türklüğün “bahtının açıldığı” yeni bir târih sürecine girilmiştir. Yeni Türk devletlerinin dünya siyâset meydanına dâhil olması, uzun asırların zincirinden boşalma duygusuyla bir heyecan uyandırdı. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk topraklarının siyâseten olmasa da bir şekilde birleşeceği, 21. yüzyılın “Türk Asrı” olacağı devlet adamlarınca sıkça ve her platformda beyan edilir oldu. Cemil Meriç; fertlerin biyografisi olduğu gibi, milletlerin de biyografisi olduğunu söyler. Bu sebepledir ki zaman ve mekân içerisinde ontolojik bir gerçekliğe ulaşan Türk milleti, İbni Haldun’un ifâdesiyle “milletler târihinin cevheri” olmuştur. Gerilemeye/yıkılmaya yüz tuttuğu anda bir cevher o milleti yeni devleti ile buluşturmuştur. O günler belki de bu cevherin huzmeleriydi.

Bu 30 yıl aşkın zaman içerisinde ortaya çıkan devletlerin bağımsızlıkları büyük ölçüde pekişti ve bürokrasileri de belli bir devlet hâfızası oluşturmaya başladı. 1990’lı yılların başında dünyâda bu konular üstüne yazıp çizen kişilerin genel kanaati; yeni yönetimlerin uzun süre ayakta kalamayacağı, bölgede çok sayıda etnik çatışma ve ülkelerarası çatışmaların gerçekleşeceği, Rusya’nın aktif müdâhalesinin yaşanacağı bir istikbal öngörüsü oluşturuyordu. Bu menfî senaryonun büyük ölçüde gerçekleşmediği, tam aksine bölgedeki ülkelerinin ekonomik ve siyâsî anlamda güçlenmesine mâtuf mühim gelişmelerin yaşandığı söylenebilir. Ne var ki bugün hâlâ daha geleceğe tam olarak güvenle bakamadığımız bir durumla karşı karşıyayız.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Türk halkları arasında temaslar, toplantılar ve iş birlikleri belli periyotlarda ikili anlaşmazlıklar ile sekteye uğrasa da belli ölçüde kuruldu. Bağımsızlığın ilk yıllarında yeni devletlerin inşâ sürecinde kimlik ve dolayısıyla târih meselesi önemli bir yer tuttu. Târih anlayışı, bir halkın kendini nasıl adlandırdığından başlayıp târihini hangi gözle inceleyeceğine, hangi kültürel havzadan besleneceğine ve nasıl bir tasavvur ile yol yürüyeceğine kadar birçok konuyu içeren geniş bir alandır. Bu sebeple Türk cumhuriyetlerinde târih anlayışının hangi aşamalardan geçtiğini tetkik etmek, devlet yapılanmasının, devlet kurumsallaşmasının ve halk bütünlüğünün sağlanmasının da nerede olduğunu görmek açısından önemlidir.

Türk cumhuriyetlerinin gelişimi dikkate alınarak bu yazıda müşterek târihe ulaşma yönündeki gayretleri tetkik edeceğiz. Bunu yaparken öncelikle bağımsızlığın ilk kazanıldığı zamandaki ahvâli ve ideolojik yapılanmayı hatırlamak gerekir. Dolayısıyla ilk yazımızda Sovyet devrindeki târih anlayışı üzerinde durulacak ve târih anlayışını büyük ölçüde etkileyen bir mevzu olan kimlik ve onun tahrîbâtı konusu ele alınacaktır. Sovyet milliyetler politikasının nasıl bir miras bıraktığına da bu kısımda biraz değinilecek fakat sonraki yazıda bu politika detaylı işlenecektir.

Sovyet Dönemi Târihçiliği

Sovyetler Birliği, Marksist-Leninist ideoloji temelinde kurulmuş bir devletti. Marksizm millet varlığını reddediyor ve dünya târihini milletler târihi ve mücâdelesi değil, sınıflar târihi ve mücâdelesi olarak izah ediyordu. Sovyetler Birliği, Marksizm’in bu temel yaklaşımıyla bir proletarya diktatörlüğü olarak kurulmuştu. Marksizm’in milleti reddeden teori ve yaklaşımı, Sovyetler Birliği’nde değişime uğradı ve Rus milletini temel alan bir yaklaşım gelişti. Böylece Sovyetler Birliği’nde Marksist ‘sınıf temelli’ târih anlayışıyla Rus merkezli târih anlayışının harmanlandığı bir yaklaşım ortaya çıktı.

Marksist anlayış, târihî gelişimi şablonlaştırmıştı. Târihte her toplumun aynı merhalelerden geçtiğini iddia ediyordu. Bu anlayışa göre bütün toplumların bir ilkel komünal devirleri vardı. Bundan sonra köleci toplum, sonra da feodal toplum aşamasına geçiliyordu. Feodal toplumdan sonra gelen aşama kapitalizmdi. Bu merhalede burjuva devleti oluşuyordu. Marks, târihi bu şekilde açıklarken geleceği de komünizm olarak öngörüyordu. Yâni Marksist târih anlayışı aynı zamanda bir gelecek planlamasını da içeriyordu. Buna göre kapitalizmden sonra proletarya diktatörlüğü kurulacak ve komünist toplumun alt aşamasına ulaşılacaktı. Bu aşama sosyalizm oluyordu. Bundan sonra da gelişmenin son aşaması olan sınıfsız komünist topluma geçilecekti. Marks’a göre bu aşamada devlet ortadan kalkacaktı.[1]

Sovyetler Birliği ise kurulduğundan îtibâren millet gerçeğini kabul etmek zorunda kaldı. Fakat bu gerçeği Rus milletini merkeze alarak yorumladı. Marks milliyetçiliği “sosyal şovenizm” şeklinde açıklarken Lenin bunu farklılaştırdı. Marks, toplumu ezen ve ezilen sınıflardan oluşan bir yapı olarak görüyordu. Bu kâğıt üzerinde hoş görünüyordu. Fakat Marksizm, Rusya’ya hâkim olunca, kâğıt üzerindeki hoşluk yetmedi. Gerçek dünyâda da geçerli bir şeyler söylemek gerekiyordu ve gerçek dünyâda mücâdele, sınıflar değil, milletler ve onların devletleri arasındaydı. İşte Lenin, dâhiyane bir U dönüşü ile sömüren-sömürülen sınıf çelişkisini “temel çelişki” adıyla ikinci plana itip sömüren-sömürülen millet çelişkisini başköşeye oturttu. Yâni Lenin, ezen ve ezilen sınıflar gibi ezen ve ezilen toplumların da olduğu bakışını getirdi.[2]

Sovyetler Birliği yıkılışa kadar ana politikalarını bu çerçeveye oturttu. Ezen ve ezilen toplum karşıtlığında Sovyetler Birliği’ne göre Avrupa ve Amerika ezen toplumdu. Sovyetler Birliği ise ezilen toplumların gür sesi ve temsilcisiydi. Aslında bu ideolojiyle berâber Rus şovenizmi perdeleniyordu. Hâlbuki Sovyetler Birliği uygulamalarında Kazakistan’da yaratılan sûnî açlık, Kırım ve Kafkaslardan yapılan halk sürgünleri, Slav kültürü dışındaki kültürlerin gerici olarak damgalanması, târih yaklaşımında Rus târihinin merkeze alınması gibi olgular göze çarpar. Bu yaklaşım ve uygulamalar dikkate alındığında, aslında Sovyetler Birliği’nin Rus olmayan halkları ezilen toplumlar sınıfında kategorize etmeliydi. Hâlbuki Sovyetler Birliği ideolojisinde bu durum teori ve pratik arasında tenâkuz oluşturuyordu.

Rus kültürü ve milletinin Sovyetler Birliği’nde imtiyazlı olduğu, dağılma aşamasında da müşahede edildi. Her ne kadar Sovyet anayasasında ülke, 15 sosyalist cumhuriyetin gönüllü birlikteliği olarak tavsif edilmiş olsa da gerçekte bunlardan biri olan Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nin (RSFSC) diğerleri üzerinde bir hâkimiyeti ve konumu vardı. Nitekim Sovyetler Birliği’nin dağılmasında son nokta RSFSC’nin başı Yeltsin’in buna karar vermesiyle kondu. Yeltsin döneminde Rusya’nın iç ve dış politikasında yaşanan zikzaklar bu krizin bir yansımasıdır.[3] Bundan önce 1986 Jeltoksan olayları, 1990 Kara Yanvar (Ocak) olayları veya Baltık ülkelerindeki hareketler, Sovyetler Birliği’nin dağılmasındaki mühim gelişmelerdi. Yeltsin’in birlikten vazgeçmesi de süreci nihayete erdirdi. Buna misal olarak Moskova, Azerbaycan’da bağımsızlık hareketi henüz başlamadan önce Azerbaycan’ı istediği şekilde idâre etmek için kurguladığı “Dağlık Karabağ Muhtar/Özerk Vilayeti” adlı saatli bombayı devreye soktu. Karabağ problemi, ilk başından îtibâren bağımsızlık ve egemenliği tehdit altında tutan ve ülkede durumu belirleyen esas âmil oldu. 1980’lerin son yıllarında Azerbaycan Türkleri, Ermeni saldırganlığına karşı Moskova’nın tedbir almasını beklediler. Fakat Moskova’nın kararları, Azerbaycan’ın haklarını korumadı. Bunun üzerine Azerbaycan’da 1989’un sonundan îtibâren büyük çaplı nümâyişler yapıldı. Günlerce süren mitinglerde merkezî hükümetin haksız kararları protesto edildi. Bu protestoların netîcesinde Azerbaycan halkı, Sovyet anayasasının verdiği ayrılma hakkını kullanmak için referandum talep etti. Merkezin buna tepkisi sert oldu ve 19-20 Ocak 1990 gecesi Sovyet tankları Bakü’ye girerek katliam yaptı. Oysaki Sovyet anayasasının 72. maddesi Sovyetler Birliği’nin parçası olan on beş sosyalist cumhuriyete istedikleri takdirde birlikten ayrılma hakkını tanıyordu. Azerbaycan’ın talebi bu maddenin yürürlüğe konmasıydı ancak cevâbı katliamla verildi. Bu olaydan yaklaşık bir buçuk yıl sonra ise Sovyetler Birliği’nde darbe teşebbüsü oldu. Bu darbe girişimini savuşturmada RSFSC’nin başındaki Boris Yeltsin mühim rollerden birini oynadı. Boris Yeltsin, bu başarısıyla büyük bir prestij ve güç kazandı. Bu güçle Yeltsin, RSFSC’yi Sovyetler Birliği’nden ayırdı ve SSCB altı ay içinde dağıldı.

Bu gelişmeler ve daha yer veremediğimiz nice olaylar Sovyetler Birliği’nin aslında Rus merkezli ve Rus milliyetçiliğine hizmet eden bir Rus imparatorluğu olduğunu gösterir. Târih anlayışı da buna uygun bir şekilde tasarlanmıştı. Burada okul kitaplarından birkaç örnek ile Sovyet devrinin târihe bakış açısını anlatmak gerekir.

Târih yazımı ve eğitimde güdülen temel gâye yerel inanış ve kültürlerini zayıf bırakıldığı, onların yerine Rus motiflerin hâkim olduğu bir modeli oluşturabilmektir. Buna uygun olarak bütün ülkelerin millî târihlerin üstü örtülmüştür. Doğal olarak millî kişilikler de öne çıkarılmamıştır. Sözgelimi Kazakistan târihinin önemli bağımsızlık önderlerinden Mustafa Çokay’a, 12 ciltlik “Kazak-Sovyet Ansiklopedisi’nde” bir madde bile ayrılmamıştır. Aksine “Kazak SSC Târihi” adlı kitapta Çokay hakkında; İngiliz emperyalistlerinin direktifiyle çalışan bir ‘halk düşmanı’ şeklinde bahsedilmektedir. Genel olarak ise “toplulukların kendi millî târihleri yerine cumhuriyetleri ile sınırlı kalmak kaydıyla bölgesel târihlerinin yazımılmasına” izin verildi. Başka bir ifâde ile artık Tatar, Kazak, Özbek, Azeri(!) Türklerinin kendi millî târihleri yerine kendi adlarına tesis edilen cumhuriyetlerin (bölgenin) târihi, tâ târih öncesi dönemlerden îtibâren kaleme alınıyordu. Bu yapılırken de değişik Türk topluluklarının aynı soydan geldikleri belirtilmeyerek, yakınlıkları vurgulanmıyor, o bölgede kurulan bir Türk devletinin diğer Türklerle ilişkisi bahsedilmemeye gayret ediliyordu.”[4]

Kruşçev’in başa geçmesinden sonra, 30 Ocak 1954 târihinde Taşkent’te; Türkistan ve Kazakistan târihinin tetkiki için yapılan toplantıda, târihçilerden daha önce kendi târihleri hakkında yazdıkları eserleri yok edip Sovyet görüşüne göre yeniden kaleme almaları istenmiştir. Şubat 1956’da Sovyetler Birliği İlimler Akademisinin Târih Enstitüsü tarafından düzenlenen konferansında, Rus olmayan milletlerin Çar ordularına karşı mukavemeti, irtica ve geriliğin medeniyete karşı isyânı şeklinde tanımlanmıştır. Moskova’nın direktifi ile KPMK 1. Sekreteri Raşidov, târihçilere yazdıkları kitaplarda Komünist Partinin önemini, Rus milletinin Türklerin kardeşi olduğunu, Panislamizm, Pantürkizm, Ceditçilik gibi ihtilal aleyhtarı akımların irticâî mahiyetini belirtmelerini tavsiye etmiştir. 1955 yılında Sovyetler Birliği İlimler Akademisi tarafından T.N. Kari Niyazov’un yazdığı Sovyet Özbekistan’ın Kültür Târihinin Taslakları (Oçerki İstorii Kulturı Sovetskago Uzbekistana) isimli kitap yayınlanmıştır. Bu kitapta, Türkistan Türklerinin kültür mîrâsı müellif tarafından gâyet dar bir çerçeve içerisine alınmış ve mübalağalı bir tarzda tasvir edilmiştir. Fergani, Musa Harezmi, Muhammed Farabi, Ebu Reyhan Biruni, İbni Sina, Uluğbeğ, Alişir Nevai, Sultan Babür ve Türkistan’ın ilim, kültür ve aynı zamanda kendi devirlerinin memnuniyetsizliğini uyandıran insanlar olarak tasvir edilmişlerdir. İlmî faaliyetleri ile tüm dünyâyı aydınlatan âlimlerin bu şekilde tanıtılmasındaki tek amaç, Türk gençliğinin millî kimliğinden, şanlı geçmişinden habersiz bir şekilde yaşamalarını sağlamaktadır. Kozmopolit ve sosyalist bir kimlik dışında millî kimliğe izin vermeyen Sovyet yönetimi altında, okullarda Türk gençlerine kendi târihi yerine Rus târihini, Marks ve Lenin’in fikirlerini öğretiyorlardı.[5]

Okul kitaplarında Türkistan’ın Rus hâkimiyetine girmesinin “ilerici” özelliğine münhasıran değinildiği de görülür. Bölgenin Rusya’ya ilhâkının Türkistan halkı için “ilerici” bir olgu olduğu belirtilir. Bu anlayışa göre Rus hâkimiyeti sâyesinde bölgeyi talan eden “feodal” çekişmeler sonsuza kadar durmuş, kölelik ilgâ edilmişti. Rusya, Müslüman din adamları ve “feodal” beylerin etkisini kırmak için toprak reformu yapmış ve bunların mallarının bâzılarını çiftçilere dağıtmıştı. Böylece Türkistan halkı sanki Rus hâkimiyetinin tesis edilmesiyle ancak toprak sâhibi olabilmiş algısı yaratılıyordu. Mesela 1552’de Rusların Kazan’ı ele geçirmesi ilerici bir hareket olarak tanımlanıyordu. Engels’in sözleri kullanılarak Rusların, Türk illerini işgali meşrulaştırılıyordu. 1552 öncesindeki Türk hâkimiyetlerinin hepsi ise gerici, köleci veya baskıcı olarak nitelendiriliyordu. Sovyet devrinde Kazakistan’daki târih yazıcılığı: “Mitler ve Gerçekler” adlı kitapta Sovyet târih yazıcılığının genel karakterini gösteren şu cümle oldukça isâbetlidir: “Sovyetler Birliği’nde târih yazıcılığında üretilmiş veya türetilmiş târih olgusuna sıkça rastlanır. Sovyet târih yazıcılığında bilhassa Türk cumhuriyetleri târihine dâir, bunların arasında Kazak târihine dâir üretilmiş ve hatta toplum hâfızasına yerleştirilmiş mitler oldukça çoktur. Sosyalizmden önce Kazak toplumunda eğitim ve aydınların olmadığına, neşriyatın olmadığına, cahil Kazak kitlelerin bütün olumlu gelişmeleri Sovyetler sayesinde sağladığına dâir söylemler geliştirilmiştir ve yaygınlaştırılmıştır.’’ (Cedit hareketi bile başlı başına bu ifâdeleri yalanlar niteliktedir.)

Sovyet Milliyetler Siyâseti

1917’de Çarlık yıkıldığında Türkler, mukim oldukları bölgelerde kendi hükümetlerini kurdular ve kimisi tam bağımsız kimisi de otonom hükümet yollarını aradılar. Bu şekilde Kırım Halk Cumhuriyeti ve İdil-Ural devletleri kuruldu. Kazak ve Kırgızlarda Alaş hareketi mihmandarlığında Alaş Orda hükümeti îlan edildi. Maveraünnehir bölgesinde bir yandan Buhara ve Harezm Halk Cumhuriyetleri kurulurken diğer yandan ortak hareket için Türkistan Geçici Meclisi teşkil edildi. Bu meclise Alaş Orda hükümeti de dâhil oldu.[6]

Lenin Bolşevik devrim gerçekleştiğinde, Rus olmayan halkların bu durumlarını tespit ederek onların desteğini kazanmak üzere bir beyanname yayımladı. Beyannamede bu halkların adları da sayılarak bunlara, kendi kaderlerini tâyin etme çağrısı yapılıyordu. Rusya Müslümanlarının inanç, gelenek, millî ve kültürel kurumlar bakımından serbest ve dokunulmazlık içinde oldukları belirtilmiş ve ihtilâli desteklemeleri istenilmişti. Yâni bir nevi bütün bu hareketlerin tanınacağını vâdediyordu. Bunun üzerine gerçekten de beklediği gibi Rus olmayan halkların desteğini kazandı. Bolşevikler bu beyannâme ile aynı zamanda halkların kendi mukadderatlarını tâyin edebilme, hatta Rusya’dan ayrılıp müstakil devlet kurabilme haklarını da tanımıştı. Bolşevikler için bu destek önemliydi, çünkü Rusya Bolşeviklerle Bolşevik karşıtları arasında bir iç savaşa düşmüştü. Bu arada Güney Kafkasya’da Azerbaycan Cumhuriyeti îlan edilerek tam bağımsızlık yoluna gitti.

Bolşevikler, Rus olmayan halklardan aldıkları destekle Rus iç savaşında muarızlarını yenilgiye uğrattılar. Bu halklar daha Bolşevik devrim öncesinde kendi hükümetlerini kurma yoluna gittiği için, Bolşevikler yeni kurdukları düzende Rus olmayanlara çeşitli hak ve özgürlükler tanımak mecburiyetinde kaldılar. Bunu yaparken Azerbaycan’da ve Türkistan’da çeşitli kongreler topladılar. Türkistan’da toplanan kongrede bölgedeki milliyetleri resmî olarak belirlediler ve bölgenin adını da Türkistan’dan Orta Asya’ya çevirdiler. Azerbaycan’da ise halkın kendini adlandırmada kullandığı “Türk” yerine “Azeri” kelimesini resmî kimlik olarak tanıdılar. Böylece bölgede büyük bir nüfûsu birleştiren “Türk” kimliğini unutturmaya çalıştılar.

Amerikalı Strateji Uzmanı, târih ve jeopolitik doktoru, CIA ajanı Paul Bernard Henze ise “1930 yıllarında birçok Türkistanlı şair, tiyatro yazarları, gazeteciler büyük katliam esnasında yok edildiler. Eserleri de ortadan kaldırıldı ve okunması yasaklandı. Eskiden basılmış olan milyonlarca cildin ortadan kaldırılması lâzımdı. Stalin’in idâresi altında yaşayan Türklerin alfabelerini değiştirmesi bu işi kolaylaştırdı. Türklerin varlığını, millî şuurunu, kimliğini de inkâr etme yoluna saptılar. Rus sınırları içinde ‘Türk’üm’ diyebilmek büyük suç sayıldı. Türk sözü ağza alınmaz oldu” diyor.

Bu akıl almaz insanlık dışı baskılar yıllarca böyle sürüp gitti. Azerbaycan Türklerinin liderlerinden Ebulfez Elçibey de tam bu noktaya parmak basıyor: “Ruslar bize Azeri derdi. Türk’üz diyeni küçük gördüler. Sen Türk değilsin, Hazarlısın dediler. Çok acı ama o dönemde Türklük duygusu bizim içimizde kaldı.”

Sovyet öncesi millî devlet veya hükümetlerin kurulmasında mihmandarlık eden aydınlar Stalin dönemindeki baskılarla yok edildi. “Büyük temizlik” adı verilen, toplu sürgünler, tutuklamalar ve katliamlar yapıldı. (“kızıl terör”, “kızıl kırgın”, “katağanlık” (yasak) yılları” ve “repressiya” olarak da biliniyor) Milyonlarca insan doğrudan kurşuna dizildi ya da çok kötü şartlar altında hayvan vagonlarına tıka basa doldurularak vatanlarından uzaklaştırıldı. Türkistan’da, Hitler’in yirmi dört yıl boyunca öldürdüğü Avrupalı Yahudilerden daha çok masum erkek, kadın ve çocuk öldürüldü. Böylece toplumun Sovyet öncesi hâfızası silinerek yeni bir târih yazımıyla kimlikler birbirinden ayrıştırılmaya çalışıldı. Ayrıca Sovyetler Birliği’nin târih anlayışında her bir bölgenin Rusya’ya kendi isteğiyle katıldığı fikri, özenle işlenirken siyâsî ve sosyal sistemde toplumlar birbirinden izole edildi. Devletin resmî olarak tanıdığı toplumların birbirleriyle ilişkileri değil, her bir toplumun Ruslarla ilişkilerinin ne kadar iyi ve ne kadar bütünleşik olduğu araştırıldı. Böylece Sovyetler Birliği’nde birbiriyle aynı mekânı paylaşan ama bütünleşmeyen paralel toplumlar oluştu.[7]

Yâni SSCB örneği bir merkez-çevre modelinden ziyâde karşılıklı gerilimin sürekli hissedildiği ve diğer milletlerin artan bir reaksiyonerliğe büründükleri hegemonya-direniş modeline tekabül eder. Ancak Moskova, ideolojisini benimsetmek ve yönetimini sürdürebilmek için hem zorlamaya başvurmuştur hem de Gramsci’nin hegemonyacı gücün izlediği politikalar ayrımına uygun olarak bunun yanında eğitim, ekonomik yapı gibi araçları da kullanarak bir ikna politikası uygulamıştı.[8] Sovyet sistemi bu mekanizması ile âdeta bir trenin kompartımanlı vagonuna benzetilebilir. Tren Sovyetler Birliği’dir. Her bir milliyet kendi kompartımanında yaşar. Diğer kompartımandakilerle aynı trende, aynı yöne gidiyordur ama bağlantısı yoktur. İşte 1991’de Sovyetler Birliği dağıldığında toplumların birbirleriyle ilişkileri bu şekildeydi. Resmî eğitimde “Türk” sözü silinmiş, milliyetlerin her biri “Türkçe konuşanlar” sıfatıyla nitelendirilerek aralarındaki müşterek kimlik yok edilmişti. Bunun yanında birbirlerinden izole edilerek uzaklaştırılmış ama her biri tek tek Rus halkı ve kültürüyle yakınlaştırılmaya çalışılmıştı.

Milletler hapishânesi olan Sovyetler Birliği’nde resmî ideolojinin yaklaşımı bu şekilde iken Türk toplumlarının her birinde bu durumun hilafına fikirler alttan alta sürdü. Bunlar gayri meşru fikirler olarak kabul ediliyordu ve cezalandırılıyordu. 1980’lerde ise bu fikirler daha cesurca söylenebilmeye başladı. Özbekistan’da Erk hareketi, Azerbaycan’da Halk Cephesi, Kazakistan’da Jeltoksancılar, Kırgızistan’da Genç Târihçiler Cemiyeti gibi hareketler Sovyet ideolojisinden farklı bir anlayışla târihe yaklaştılar. Bu hareketler, Türkçe konuşan halkların müşterek bir kökene sâhip olduğunu ve bu müşterek kökenden gelen başka toplumların Sovyetler Birliği dışında da varlığını biliyorlardı. Bu bilinç, toplum kesiminde de büyük ölçüde mevcuttu. Böylece bağımsızlık kazanıldığında hem ilmî hem popüler alanda müşterek köken ve hayat üslûbu, bilinci vardı ama Sovyet ayrıştırıcı politikaları da bir ölçüde sirayet etmişti. Her bir toplum birbirinden ayrıştırılmış, ortak kökenden ve Türk milletine mensup olsa da artık birbirinden kısmî farklılaşmış, hatta yabancılaşmış bir duyguya sâhipti. Birbiriyle çelişkili bu iki duygu Türk toplumlarında aynı anda bulunuyordu.[9]

Bu yazıda kısaca Sovyet târih yazıcılığı ve milletler siyâseti üzerinde durduk. Bir sonraki yazımızda homo sovieticusa giden süreçteki dilin, eğitimin, kültürün ve dînin Türk kimliğinin tahribi, Sovyet insanı modelini oluşturmadaki gâyeyi ve Türk târihinin müşterek yazımı ile ilgili birkaç kelamı naçizane müktesebatımla anlatmaya çalışacağım.

[1] Tyntchtykbek Tchoroev, “Historiography of Post-Soviet Kyrgyzstan”, International Journal of Middle East Studies 34 (2002), 352; Ayferi Göze, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, İstanbul: Beta Yayınları, 2007, 283-288; Zuhra Altımışova (Altymyshova), “Sovyet Dönemi Târih Eserlerinin Muhteviyatına dair bazı Tespitler: Kırgızistan Târihi Örneği (1918- 1940)”, Dünya Uygarlığı içinde Türk Uygarlığı Târih ve Dil Meseleleri Kurultayı – 1, Eskişehir: Eskişehir Valiliği, 2014, 28

[2] Öksüz, İskender. Bizim ülkemiz! Ne şeytanlar ne melekler. Karar gazetesi. 4 Kasım 2022

[3] Glastnost ve Prestroyka politikalarının uygulamaya konmasıyla berâber Sovyet Rusya, târihi süreçte belirli dönemlerde karşılaştığı âidiyet krizini yeniden yaşamaya başlamıştır. Yeltsin yönetiminin politikalarında millî kimlik ve dış politika arasındaki etkileşim bu konunun anlaşılması için değerlendirilmeye değerdir.

[4] Devlet, Nadir. Çarlık Rusyası ve Sovyetler Birliği’nin Türk Târihine Bakışı. Avrasya Etüdleri. Cilt. 4. Kış. 1995/1996.

[5] Kara, Füsun. Rusya’nın Orta Asya’ya (Türkistan) Yönelik Politikalarının Dönemlere Göre Değişimi. İksad Yayınları. 2021. Elazığ. sf 160-162

[6] Ercilasun, Konuralp. Türk Târihinin Çağları. Ötüken Yayınları. 2020. sf 144-146

[7] Ercilasun, Güljanat. Stalin Döneminde Kazak Aydınların Tasfiyesi. Stalin ve Türk Dünyası. ed. Emine Gürsoy Naskali – Liaisan Şahin. İstanbul: Kaknüs Yayınları. 2007. sf 127-136.

[8] Peter, Burke. Târih ve Toplumsal Kuram Türk Târih Vakfı Yayınları. İstanbul. 1994.

[9] Büşra Ersanlı ve diğerleri; (1995). Türk Cumhuriyetleri Kültür Profili Araştırması. Kültür Bakanlığı Yayınları. Ankara.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.