İstiklâl Marşı Şâiri Mehmet Âkif Ersoy (20 Aralık 1873-27 Aralık 1936), hayâtı, eserleri ve şahsiyeti ile bütünlük arz eden örnek bir insandır. Vatan, millet ve toplum için her türlü sıkıntıya katlanmış, her fedâkârlığı yapmış bir inanç ve mücâdele adamıdır. Âkif, verdiği söze bağlı, vefâ duygusu yüksek bir insandı. Gönlü zengin, cömert, merhametli, kanaatkâr ve alçakgönüllüydü ama aynı zamanda haksızlığa karşı susmayan ve direnen yiğit bir kişiliğe sâhipti. Bir karakter âbidesiydi.
Edebî Şahsiyeti
Türk edebiyatında Mehmet Âkif kadar hayâtı, edebiyat anlayışı ile şiirleri arasında büyük bir uygunluk bulunan pek az şâir vardır. Âkif, sanatını sosyal hizmetin emrine veren “sosyal hassasiyeti yüksek” bir şâir olarak karşımıza çıkar. O edebiyat hakkında, “Halkın mânevî ve ahlâkî eğitiminde etkisi en büyük müessesedir” der ve “Her edebiyat mahallîdir ve halka hitap eder.” görüşünü savunur. Muhatabı yüzde doksan halk, yüzde on münevverdir. Bu durumun sonucu olarak içinde yaşadığı halkın bütün özelliklerini şiirlerinde aksettirmiştir. “Âkif bir sınıf şâiri değil, bir halk şâiridir. Onun ümmî olmaması, aruz vezniyle yazması bu vasfına mâni değildir. Kendinin içi de halktı, dışı da. Hem yapmacık değil, gerçekten halk! Bunda kimsenin şüphesi yoktur.”[1]
Onun halka gerçek dini ve aydın bir Müslümanı öğretmek için didaktik nitelikte yazılmış şiirleri de vardır. Âkif, “toplum için sanat” anlayışını benimseyerek eser veren bir şâirdir. “Yaşadığı asrı, içinde bulunduğu cem’iyyeti, olduğu gibi yazmış, gelecek nesle çok güzel bir tetkik ve intibah fırsatını vermiştir. (Târih ve halkıyyat (folklor) bakımından hizmeti büyüktür). Din, vatan, ahlâk, milliyet, insaniyyet, sa’y (çalışma), terakkî… yollarındaki hamleleri kuvvetlidir, samimîdir.”[2]
“Türk şiirine gerçek realizm, Âkif tarafından getirilmiştir” denilebilir. Çok iyi bir gözlemci olan Mehmet Âkif, bu özelliğini manzum hikâye türündeki eserlerinde ortaya koymuştur. “Seyfi Baba, Küfe, Mahalle Kahvesi, Meyhane, Hasta” Âkif’in en önemli manzum hikâyeleridir. Bu şiirlerinde toplumsal sorunları bütün canlılığı ile anlatmıştır. Bu manzum hikâyeleri yazarken güçlü bir gözleme başvuran sanatçı, ilhama inanmaz. Aşağıdaki mısralar onun gerçekçi bir sanat anlayışını benimsediğini ortaya koyuyor:
Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim,
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.
dizeleri onun gerçekçiliğini yansıtır.
Aruzu mükemmel kullanan Âkif, şekil, kâfiye ve vezin kusuru yapmamıştır. Eserlerinde her zaman aruz ölçüsünü kullanan ve Türkçeyi aruza başarıyla uygulayan birkaç şâirden biridir. Genellikle dîvan nazım şekillerini kullanan sanatçı, dil bakımından sâde dille yazan şâirler kadar olmasa da halka seslendiği için konuşma dilini bütün canlılığıyla kullanmış, âdeta konuşur gibi yazmıştır. İstanbul Türkçesi ve günlük konuşma tarzı, onun şiirlerinin özellikleri arasındadır. Âkif’in sâde bir dili, samimi, coşkulu, akıcı ve nezih bir üslûbu vardı. Tasvir ve benzetme gücü yüksektir. Edebî sanatları kullanmakta da başarılıdır. Hikâye konularını hikâye üslubuyla şiirleştirmiştir. Halkın içinden seçtiği kişileri kendi dilleriyle konuşturmuştur. Karşılıklı konuşmaları (muhavere) çok tabiî bir şekilde, aynı mısra içinde başarıyla ifâde etmiştir.
Mehmet Âkif, Türkçe âşığıydı. O dil konusunda diyordu ki: Türkçenin millî bir vakarı olmalıdır. Böyle olmadıkça medenî bir dilimiz var diyemeyiz. Dil, bizi ayakta tutan, şahsiyetimizi koruyan, kültürümüzü bugünden yarına taşıyacak olan sihirli gücümüzdür.
Âkif, dil konusunda Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp’le aynı düşüncedeydi. Türkçe karşılığı bulunan Arapça ve Farsça kelimelerin kullanılmamasını, halkın anladığı Türkçeleşmiş kelimelerin kullanılmaya devam edilmesini, İstanbul Türkçesinin tercih edilmesini ve yabancı dil kâidelerinin terkedilip Türk dilinin kâidelerinin kullanılmasını savundu. Bu düşüncelerini şiirlerinde başarıyla uyguladı. Meselâ İstiklâl Marşı’nda 261 kelime kullanmıştır. Bu kelimelerin 170’i Türkçedir, 76’sı Türkçeleşmiş Arapça, 15’i Farsçadan gelme olup halkın bildiği, konuştuğu kelimelerdir. Ona göre dil konusundaki ölçü, millettir. Milletin dili, milletin zevki, milletin anlayışıdır.
Din, Medeniyet ve Kültür Anlayışı
Mehmet Âkif, Allah, Peygamber ve Kur’an âşığıydı. O, çok samimi bir Müslümandı. Ona göre “İslâm güzel ahlâktır. Din nasihattir. Müslümanlık kahramanlıktır.” Âkif’e göre İslâm dîni, ölüler dîni değil, hayat dîni, insanlık dînidir. O eserlerinde İslâm dünyâsının geri kalmışlığına üzülür. Ona göre, medeniyetin gerçek kaynağı Müslüman Doğu’dur. Ona üstünlüğünü kaybettiren ise asırlardır süren “cehalet, yoksulluk, ahlaksızlık, taassup, tembellik, inançsızlık, köksüzlük ve kendine güvensizliktir.”
Âkif, Türk’ün ve diğer İslâm milletlerinin “Asr-ı saadet”teki samimiyete dönmelerini ister. O, hurâfeye, câhilâne taassuba, yobazlığa, irticâya karşıydı.
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı
diyordu. Geriliğe karşı medeniyetçiydi. Batı’nın müspet ilminin ve teknik medeniyetinin alınmasını savunurdu. Ama Batı’nın körü körüne taklidine karşıydı, millî kimliğimizin ve kültürümüzün korunmasını isterdi. Atatürk’ün “Muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkmak” hedefine inanmıştır. Türkiye’nin yabancılaşmadan çağdaşlaşmasından yanadır.
Alınız ilmini garbın, alınız san’atını
Veriniz hem mesainize son süratini
Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız
Çünkü milliyeti yok san’atın ilmin yalnız
İyi hâtırda tutun ettiğim ihtarı demin
Bütün edvâr-ı terakkiyi yarıp geçmek için
Kendi mâhiyyet-i ruhiyyeniz olsun kılavuz
Çünkü beyhudedir ümmid-i selamet onsuz
Mehmet Âkif, cesur bir vatansever, tam bağımsızlıktan yana çağdaş düşünceli bir Türk aydınıdır. O, vatanımızın bölünmez bütünlüğü, millî birlik ve berâberlik konusunda son derece hassas ‘vatan’ şâirimizdir. O diyor ki:
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır
‘Çanakkale Şehitlerine’ Destânı Nasıl Yazıldı?
Mehmet Âkif, Balkan Harbinde, Cihan Harbinde ve İstiklâl Harbinde yazdığı vatanperverâne şiirleri ile hiçbir şâire nasip olmayan yüksek yurt sevgisinin çok coşkun ve ilâhî ilhamlarını ortaya koymuştur.
Çanakkale Zaferinden sonra Başkumandan Vekîli Enver Paşa, Anadolu-Bağdat Demiryolunun en son istasyonu olan El-Muazzam’da Âkif’le birlikte bulunan Teşkilât-ı Mahsusa Reisi Kuşçubaşı Eşref Bey’i arayarak ordumuzun muzaffer olduğunu bildirdi. Âkif bunun üzerine Eşref Bey’in boynuna atılarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bu olayın devâmını Kuşçubaşı Eşref Bey şöyle anlatıyor:
Kuşçubaşı Eşref Bey şöyle anlatıyor: “Ay bedir hâlindeydi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semâsını, zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsânevî ışıkları altında Âkif, bu güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde istasyon binâsının arkasındaki hurmalığın içine çekilerek orada sabahladı. Sâdece hıçkırıklarını duyuyorduk. İşte o Çanakkale’ye lâyık destan, bu hıçkırıklar içinde meydana geldi. Sabahleyin vazîfesini tamamlamış fânilerin az kula nasip olan rahatlığıyla yüzüme derin derin baktı: Artık ölebilirim Eşref! Gözlerim açık gitmez, dedi.”[3]
Millî Mücâdele’ye Atatürk Dâvet Etti
Mehmet Âkif, hizmetleriyle Millî Mücâdele’nin mânevî komutanlarından biridir. Milli Mücâdele’ye karşı olan Padişah ve taraftarlarının yanında değil, ülkenin bağımsızlığı ve milletin özgürlüğünün, “Ya istiklâl ya ölüm!” diyen Atatürk’ün yanında yer almıştır. Yunanlıların İzmir’i işgalinden etkilenen ve düşman işgali altındaki İstanbul’da bunalan Mehmet Âkif, 1920 yılının Ocak ayı sonunda Eşref Edib’le birlikte Balıkesir’e gitti. Burada Zağanos Paşa Câmiî’nde Cuma namazından sonra vaaz kürsüsüne çıkarak halka hitap etti. Halkı Kuvâyı Milliye’yi desteklemeye dâvet etti. Ümitsizliğin, korkunun, tembelliğin doğuracağı felâketleri anlattı ve Türk’ün istiklâl dâvâsına kayıtsız kalanları uyardı. Bu hitâbe çoğaltılarak bütün memlekete dağıtıldı. O, İstanbul’da Darülhikme üyesiydi. Burada iken Kuvâ-yı Milliye aleyhinde bulunması için yapılan bütün baskılara karşı koydu. Balıkesir hitâbesinden dolayı bu memuriyetinden azledildi.
Balıkesir’den İstanbul’a geçen Âkif, düşman güçlerinin baskısı ve sansürü nedeniyle burada hizmet imkânı kalmadığını, Sebilürreşad mecmuasını burada çıkarmasının mümkün olmadığını görerek Millî Mücâdele’ye daha çok faydalı olabilmek için Anadolu’ya geçmeye karar verdi. Doç. Dr. Ali Güler tarafından yazılan ‘Bayraklaşan Âkif’ kitabında, Mehmet Âkif’in Milli Mücâdele’ye katılışındaki tartışmalara nokta koyacak gizli bir belge gün yüzüne çıkarıldı. 8 Nisan 1920 târihli gizli belgeye göre; Ersoy’un Ankara’ya gelmesi bizzat Atatürk tarafından istendi. Bu seyahat Kuvâ-yı Milliye tarafından organize edildi. Heyeti Temsiliye Reisi Mustafa Kemal Paşa imzâsı ile 8 Nisan 1920 günü İstanbul Heyet-i Merkeziye Teşkîlâtı’ndan Zafer kod isimli istihbarat elemanı Yenibahçeli Şükrü›ye yazılan şifreli telgrafın son maddesinde, “Burada ulemâya ihtiyaç vardır. Ali Bey’le görüşülerek Hoca Fatin, Şâir Mehmet Âkif Efendilerin ve sair tensip edileceklerin sür’at-i sevkleri” tâlimatı verildi. Nisan 1920 târihli Mustafa Kemal Paşa imzâlı diğer gizli telgraf belgesinde ise Ankara’ya çağrılan Ersoy’un sağlık ve yolculuk durumu İstanbul Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nden Oğuz Bey kod isimli istihbarat elemanına soruluyor.
1908 Ağustos’unda Mehmet Âkif Ersoy’un desteği ile Sırat-ı Müstakim adıyla çıkarılmaya başlanan ve daha sonra Sebilürreşad adını alan mecmua Millî Mücâdele yıllarında önemli bir rol oynadı. Mecmuanın başyazarlığını yapan Eşref Edip (Fergan), Âkif’in Ankara’ya hareketi hakkında şunları söylüyor: Anadolu Harekâtı Milliyesi genişleyerek Ankara’da toplanmaya başlayınca üstad (Mehmet Âkif): “Artık burada duracak zaman değildir. Bizim tarafımızdan halkı tenvire (aydınlatmaya) ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar. Mutlaka gitmeliyiz. Ben yarın Ankara’ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın. Sen de idârehanenin işlerini derle topla. (Sebilürreşad) klişesini al, arkamdan gel. Meşihattakilerle (şeyhülislamlıktakilerle) de temas et, Harekâtı Milliye aleyhinde bir halt etmesinler”, dedi.[4]
Mehmet Âkif, 10 Nisan 1920’de sabah namazının ardından âilesiyle vedalaşıp 12 yaşındaki oğlu Emin ile İstanbul’dan ayrıldı. Çengelköy’den Üsküdar’daki Karacaahmet Mezarlığı’na yürüyerek gelen Ersoy ve 12 yaşındaki oğlu Emin, burada kendilerini bekleyen Trabzon vekili Ali Şükrü Bey ile Kısıklı üzerinden Alemdağ’a ardından da Millî Mücâdele yanlılarının toplandığı göz doktoru Esat Paşa’nın ‘Baltacı Çiftliği’ne hareket ettiler. Bir süvâri refakatinde atla yola devam eden Ersoy ve oğlu Emin geceyi bir köyde geçirdikten sonra ertesi gün İzmit, Adapazarı arasında bulunan Kuvâ-yı Milliye kâfilesine katıldılar. Ersoy ve oğlu, Geyve yakınlarında karşılaştıkları Kuşçubaşı Eşref ve Yenibahçeli Şükrü Bey ile kâfileden ayrılarak demiryolundan dekovil ile önce Eskişehir’e, ardından da trenle Ankara’ya hareket ettiler.
Ersoy ve oğlu Emin, Büyük Millet Meclisi’nin açılışının ertesi günü, 24 Nisan 1920’de Ankara’ya vardı. Emin Ersoy, Ankara’ya geldikleri günü şöyle anlatıyor: Eskişehir’den Ankara’ya trenle gittik. Bir yaylı arabayla Millet Meclisi’nin önüne geldik. İşte o sırada Gâzi başındaki siyah kalpağı ile gözüktü. Yanında Erzurum mebusu Ziya Hoca ve daha tanımadığım iki üç kişi vardı. Evvela Ali Şükrü Bey’in elini sıkarak “hoş geldiniz” diyen Atatürk bilahare şâire iltifat etti: – Sizi bekliyordum efendim, tam zamanında geldiniz, şimdi görüşmek kâbil olmayacak, ben size gelirim dedi.[5]
Âkif, 30 Nisan Cuma günü Hacı Bayram Câmiî’nde kürsüye çıkarak halka hitap etmeye başladı ve İstiklal Savaşı›na Burdur mebusu olarak katıldı. Sebilürreşad’ı Ankara’da çıkarmaya devam etti. Eskişehir, Konya, Kastamonu, Burdur, Sandıklı, Dinar, Afyon, Antalya ve çevrelerini dolaşarak halkı, Millî Mücâdele’ye katılmaya davet etti. Savaş sırasında, defalarca cephelere giderek gâzilerle konuştu ve onları yüreklendirdi.
Âkif, Ekim-Aralık 1920 aylarında Kastamonu’da Nasrullah Câmiî’nde toplanan halka defâlarca hitap ederek, harbin gerçek sebeplerini ve Osmanlı Devleti’ni tehdit eden tehlikelerin asıl kaynaklarını anlattı; böylece onların şuurlanmasını ve mücâdeleye katılmalarını sağladı. Sebilürreşad’ın üç sayısı da Kastamonu›da yayınlandı. Konuşmalarının bulunduğu bu dergi sayıları, binlerce nüsha bastırılarak Anadolu›ya ve cephelere dağıtıldı, câmilerde, derneklerde ve askeri birliklerde okutuldu. Ayrıca padişah yanlılarının nifakla kışkırttığı ve isyan çıkardığı Konya’da halkı ikna edip Kuvâ-yı Milliye’yi desteklemeye dâvet etti.
***
10 Temmuz 1921’de saldırıya geçen Yunan ordusu çok hızlı bir gelişmeyle ilerliyordu. 13 Temmuz’da Afyon düştü. 17 Temmuz’da Kütahya ve 20 Temmuz’da Eskişehir Yunanlıların eline geçti. Ankara da düşme tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyordu. Halide Edip Adıvar o günleri anlatırken “Ankara her an düşebilir” diye kaydeder. Ankara halkı akın akın Kayseri, Kastamonu ve Sivas yollarına düşmüştü. Devlet merkezinin Kayseri’ye, hatta Sivas’a nakli hazırlığı başlamıştı. Mehmet Âkif, bir çözülmeyi önlemek için bu düşünceye şiddetle karşı çıktı ve asla Ankara’dan ayrılmadı.
İstiklâl Marşı Nasıl Yazıldı?
İstiklâl Savaşı’nın başlarında Mehmet Âkif’in Ordunun Duası adlı manzumesinin Ali Rifat Bey (Çağatay) tarafından yapılan bestesi, bütün askerî birliklerde okunmaya başlandı. Türk İstiklâl Savaşı’nda Anadolu’nun işgaline karşı mücâdele veren Türk milleti ve orduya moral desteği vermek için millî marş yazılması hususu gündeme geldi. Özellikle Başkomutan Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa ve Genelkurmay Başkanı İsmet (İnönü) Paşa millî marşın varlığının önemi üzerinde durdular. Bunun üzerine Maarif Vekâleti 1920’de İstiklâl Marşı yazılması için bir müsâbaka açtı. Müsâbaka sonunda seçilecek şiire 500 lira mükâfat verileceği duyuruldu. O gün için Ankara’da 140 liraya bir çiftlik almak mümkündür. Müsâbakaya 724 şiir katıldı. Edebiyatçılardan oluşan seçici kurul, bu şiirlerden hiçbirini millî marş olmaya değer bulmadı.
Bu arada Millî Şâirimiz Mehmet Âkif’in müsabakaya katılmadığı dikkati çekti. Şâirin “Milli marş para ile yazılmaz” düşüncesiyle bu müsabakaya katılmadığı öğrenildi. Bu konuyu öğrenen Atatürk’ün tâlimatı üzerine, Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Âkif’i “kazandığı takdirde mükâfatı istediği hayır kurumuna bağışlayabileceğini” belirten bir mektupla yarışmaya katılmaya dâvet etti. Bu mektubu, şâirin yakın dostu Hasan Basri Çantay’a verdi. Çantay, uzun süre uğraştıktan sonra şâiri ikna etti. Bunun üzerine kaleme sarılan Âkif, ikâmet ettiği Taceddin dergâhında, Ankara’nın o soğuk ve heyecanlı günlerinde, kendi beni ile birleştirdiği Türk milletinin duygu ve îmanını dile getiren şiirini yazar. Kan ve barut kokan o buhranlı günlerde topyekûn milletimizin duygularına tercüman olan bu şiir, 1 Mart 1921 günü başkanlığını Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı Meclis görüşmelerinde Hamdullah Suphi Bey tarafından okundu. Âkif’in şiiri, 1. Meclisin 12 Mart 1921 târihindeki oturumunda dört defa ayakta dinlenerek Türk İstiklâl Marşı olarak kabul edildi. Marş, ilk defa Sebilürreşad’ın baş sahifesinde yayınlandı ve birdenbire bütün vatan sathında bir inanç ve heyecan rüzgârı estirdi. Türk kamuoyu bu marş için, “büyük bir milleti asırlarca ayakta tutacak kadar kuvvetli mısralarla örülmüştür” dedi.
Birçok milletin istiklâl marşlarını yazanlar fazla kültürlü olamayan fakat ânın heyecanını kuvvetle hisseden insanlardır. Türk İstiklâl Marşı’nın üstün taraflarından biri, yazarının engin kültür sâhibi, milletinin ıstıraplarını duyan ve ortak değerlerini samimi olarak yaşayan büyük bir şâir olmasıdır. Yalnız burada şu gerçeği de ifâde etmek gerekir: İstiklâl Marşı’nı kabul eden Türkiye Büyük Millet Meclisi de kültür ve heyecan bakımından aynı yüksek seviyede idi. Denilebilir ki bu Meclis, o devir Türkiye’sinin en aydın, en değerli, en milliyetçi şahsiyetlerini ve toplumun bütün katmanlarını bir araya toplamıştı.
Âkif, İstiklâl Marşı’nı “o benim değil, milletin malıdır” diyerek şiirlerinin tamamını topladığı Safahat isimli eserine almamış, kahraman Türk ordusuna armağan etmiştir. Vefâtından kısa bir süre önce kendisini ziyaret eden gençlere, “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın” demiştir.
Atatürk İstiklâl Marşı Hakkında Ne Diyor?
Mustafa Kemal Atatürk’ün, İstiklâl Marşı ile ilgili değerlendirmesi şöyledir: “… Bu marş bizim inkılâbımızı anlatır. İnkılâbımızın rûhunu anlatır. Bunu ne unutmak ne de unutturmak lâzımdır. İstiklâl Marşı’nda istiklâl dâvâmızı anlatması bakımından büyük bir manası olan mısralar vardır. Benim en beğendiğim yeri de şurasıdır:
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet
Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl
Benim bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır. Hürriyet ve istiklâl aşkı bu milletin rûhudur. Târihe bakın: Bütün milletlerin bir esaret ve hürriyetsizlik devri geçirdikleri bir hakikattir. Fransa, İngiltere Roma vilâyeti olmuşlardır. Almanya, Hun eyaleti devresi geçirmiştir. Roma İmparatorluğu’nun üzerinde kurulduğu İtalya, Napolyon’a tâbi olmuştur. İspanya; önce Arap, sonra Fransız idaresine girmiştir. Dünya târihinde fâsılasız hürriyet ve istiklâlini muhafaza ve müdafaa etmiş bir millet vardır: Türkler. Batı târihinin millî kahramanı Versengetoriks kendisi tâlim ederek hemşerilerini kurtarmıştır. Bizim ona tekabül eden kahramanımız, hürriyetini kaybedeceğini anlayınca nefsini ateşe vermiş ve küllerini bile düşmanına teslim etmemiştir. İşte Türk budur.
İstiklâl Marşı’nın bu pasajı asırlar boyunca söylenmeli ve bütün yâr ve ağyar anlamalıdır ki Türk’ün Mete hikâyesinde olduğu gibi her şeyi, hatta en mahrem hisleri bile tehlikeye girebilir fakat hürriyeti asla… Bu pasajı her vakit tekrar ettirmek bunun için lâzımdır. Bu demektir ki efendiler, Türk’ün hürriyetine dokunulamaz !”[6]
Evvel Allah, Ona Güvenilir
Mehmet Âkif’in yakın dostu ve aynı zamanda şâir Neyzen Tevfik’in kardeşi Veteriner Şefik (Kolaylı) anlatıyor: Sakarya muharebesinin en heyecanlı bir gecesi… Top sesleri Ankara’dan işitiliyor. Âkif Bey’in Taceddin dergâhı yanındaki evinin bahçesinde oturuyoruz. Mebuslar, Ankaralı komşular, hayli kalabalık. Ledel’icap (gerektiği zaman) Ankara’dan uzaklaşmak için herkes tetikte. Fena bir haber gelirse hemen hareket edilecek. Üstad (Âkif) endişe gösterenleri teskin ediyor: “Telaşa mahal görmüyorum. Evvel Allah, Ona (Mustafa Kemal’e), onun askerliğine güvenilir. Ordumuz inşallah galebe çalacak. Buna imanım var.[7]
Âkif, Milliyetçi ve Türkçü Müydü?
Kur’an-ı Kerim Meali ve İslâm İlmihali ile tanınan ve 1. Meclis’te birlikte milletvekilliği yaptığı en yakın dostu Hasan Basri Çantay, Âkif hakkında yazdığı Âkifname isimli eserinde onun vatanseverliği ve milliyetçiliği konusunda şunları söylüyor:
Onun nazarında kavmiyyet başka, Milliyyet başkadır. Eğer Milliyyetçi demek Türk’ü Türk olarak sevmek demek ise Âkif, şüphe yok, olanca temiz ve şümullü manasiyle bir Milliyyetçidir. Çünkü o, içinde yaşadığı milleti kadar hiçbir varlığın mehabbetine, aşkına kendini veremedi, bağlayamadı. “Evet, ona tam bir İslâm şâiri diyebiliriz. Kuvvetli, imanlı, ateşli bir İslâm şâiri! Fakat, Türk dâima başta kalmak şartıyla dört lisanı edebiyatı ile bilen Âkif Türk olarak yazdı, Türk olarak düşündü, Türk olarak yaşadı ve nihâyet Türk olarak öldü. Safahat’ında esen hava genellikle Türktür. Ben Âkif’e Millî şâir değildir demenin imkânını bulamıyorum. Çünkü onun bütün terennümatı Millî idi, Milletin derunî sesleri idi.
Âkif’in bir vak’asını hatırlarım; ilk millî kaynaşma ve savaşlarda üstâd Balıkesir’e gelmişti. Onun samimî arkadaşlarından biri Gönen’e teşkilât yapmaya gitmişti. Avdetinde o arkadaş dedi ki;
–Rumlar, Ermeniler Türklere cefa ediyorlar. Millî teşkilâtı boğmaya çalışıyorlar.
Âkif’in o zaman, hiç düşünmeden, kükreyerek, verdiği cevap şudur:
– Orada bir (Türk Ocağı) açınız, mücâdele ediniz!
Âkif’in beraberinde İstanbul’dan gelen bir zât ‘Üstâd sizi Türkçü görüyorum’ demek istedi. Âkif’in ağzından alev gibi şu kelimeler çıktı:
– Ya ne zannediyorsun? Türk’e hiçbir kavmin horoz olmasına tahammül edemem!..
Bu vakıayı vesikalandırmak da mümkündür. Çünkü şahitler elyevm berhayattırlar (Bugün hayattadırlar).[8]
Âkif Niçin Mısır’a Gitti?
Mehmet Âkif Ersoy, İstiklâl Harbi’nin zaferle sonuçlanması ve Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre sonra 1925’te Mısır’a gitmiştir. Millî şâirimizin Mısır’a gitmesi konusunda bâzı araştırmacılar bunun âilevi nedenlerle gerçekleştiğini belirtiyorlar. Bâzı Cumhuriyet ve Atatürk karşıtları ise Şapka Devrimine ve Cumhuriyet’e karşı olduğu için Mısır’a gittiğini iddia etmişlerdir. Bu konuda en yakın dostu Hasan Basri Çantay, şunları söylüyor:
Âkif, Birinci Büyük Millet Meclisi’ndeki vazîfesinin hitamından (tamamlanmasından) sonra İstanbul’a dönmüştü. Zavallı ıztırâbatı maişet (geçim sıkıntıları) içindeydi. Tek bir eve bile mâlik değildi. Hattâ borçlanmıştı da! Kendisini çok seven Abbas Halim Paşa her sene kışın birlikte onu Mısır’a götürmeye, yazın da İstanbul’a, Heybeli’ye getirmeye başladı. Bu azimet ve avdet birkaç sene devam etti. En son gidişi de yine mutat kış hareketlerinden birine müsadifti (rastlamıştı). Mısır Hükümeti kendisini Üniversitenin Türk Edebiyatı Müderrisliği’ne tâyin etti ve o vazîfede hastalığı iştidad edinceye (ilerleyinceye) kadar kaldı. Bu gidişlerin başkaca sebebi yoktur. Üniversiteler beynelmilel ilim müesseseleridir. Âkif’in bir ecnebi ve Müslüman memleketindeki müderrisliği kendisi için de milletimiz için de bir şereftir. O, Mısır’da da Türk milliyetine ve Türk edebiyatına hizmet etmiştir.
Eğer Âkif Türkiye’ye dargın olsaydı -ki buna bir sebep yoktu- kanaatini gizlemez, yazardı. Sonra da cennet vatanına dönmezdi, Mısır’da ölür, orada gömülürdü. Âkif’in hiçbir meziyyeti olmasa kanaatini gizlememesi, dosdoğru söyleyen bir adam olması kâfidir. Beraeti zimmet dünyânın her yerinde asildir (Aksine bir delil bulunmadığı müddetçe bu konuda söylediklerim doğrudur). Ah, vatanda yekpâre bir meslek ve samimiyetle ve tertemiz çalışan ikinci bir Mehmed Âkifimiz daha bulunsaydı! Buna çok muhtacız.[9]
Hasan Basri Çantay, Âkif’in sağlığında da eleştirildiğini söylüyor. “Âkif’i zamanında iki zümre sevmezdi: 1. Tefritli mutaassıplar (aşırı mutaassıplar), 2. Lâdinîler (dinsizler) Birinci bizden değilsin, der, tekfir (mümin diye bilinen bir kişiyi kâfir) îlan eder, ikinci aynı nakaratı söyler, tenkit eylerdi…”[10] Maalesef günümüzde Yeni Osmanlıcı, Saltanatçı, Abdülhamitçi olanlar da Âkif’e İttihat ve Terakki Partisi üyesi olduğu ve o partinin de 2. Meşrutiyet’i yaparak Abdülhamit’i devirdiği için karşıdırlar. Halbuki II. Meşrutiyet öncesi dönemin baskı ve sansüre karşı ve hürriyet yanlısı olan bütün aydınları (Adnan, Ağaoğlu Ahmet, Ziya Gökalp, Mehmet Emin, Mehmet Âkif, Celal Nuri, Yunus Nadi, Falih Rıfkı, Velid Ebüzziya…) İttihat ve Terakki Partisi üyesiydiler. Ayrıca milliyetçiliğe ve Türklüğe karşı olanlar da başta İstiklâl Marşı olmak üzere millî şiirlerinden dolayı ona karşıdırlar. Türk milliyetçilerinin, edebiyatımızın bu muhteşem zirvesine ve milletinin dertleri ve acılarıyla hemhâl olan bu büyük vatan evlâdına sâhip çıkması gerekmektedir.
20 Aralık 1873 târihinde dünyâya gelen “İstiklâl Marşı Şâiri” Mehmet Âkif Ersoy, 27 Aralık 1936 târihinde vefat etmiştir. O; şâir, veteriner hekim, öğretmen, vâiz, hâfız, Kur’an mütercimi, siyasetçi, devlet adamı, inandığı gibi yaşayan bir dâvâ ve fikir adamı, samimi bir Müslüman, gerçek bir vatansever ve milliyetçiydi. Millî Şâirimiz Mehmet Âkif Ersoy’u, bir defa daha rahmet, minnet ve şükranla anıyoruz. Rûhu şad, mekânı cennet olsun. Âkif’i unutmadık, unutturmayacağız.
[1] Çantay, Hasan Basri. Âkifname. Nâşiri: Mürşid Çantay. İstanbul 1966. s. 226
[2] Çantay, Hasan Basri. a.g.e., s. 222
[3] Ölümünün 50. Yıldönümünde Mehmet Âkif Ersoy, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını, Ankara 1986, s. 8-9
[4] Eşref Edib, Mehmed Âkif Hayatı-Eserleri, Birinci cilt, Sebilürreşad Neşriyatı, İstanbul 1962, s.139
[5] Sözcü gazetesi, 27.12.2016, “Mehmet Âkif’i Ankara’ya Atatürk çağırmış” başlıklı haber.
[6] Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü, İstiklal Marşı ve Mehmet Âkif Ersoy, (CD yayınından alıntıdır.)
[7] Eşref Edib. a.g.e., s. 184
[8] Çantay, Hasan Basri. a.g.e., s. 225 (Metinde geçen “Milliyyet” kelimesi eserin orjinalinde bu hâliyle kullanıldığı için aynen aktarılmıştır. e.n)
[9] Çantay, Hasan Basri. a.g.e., s. 226
[10] Çantay, Hasan Basri. a.g.e., s. 223
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.