İnsanlar farklı coğrafyalarda ve farklı özelliklerde yaratılmış olsa da tüm insanların tek bir ortak noktası vardır ki hayat dediğimiz şey bunu fark edenlerle edemeyenler arasındaki münâsebetlerden ibârettir. Şüphesiz bu ortak nokta gâyedir. İnsanın insanla, insanın diğer canlılarla ve insanın cansız varlıklarla olan tüm münâsebetlerinde zulme karşılık adâletle hükmetmesi en mühim gâyesi olmalıdır. Zîra insanı Allah katında kurtuluşa erdirecek olan budur.
Toplum yaşamında bu düsturla hareket etmenin karşılığı ise hukuk kurumudur. Hukuk, toplum yaşamında insanların bir arada mutlu, huzurlu ve güven içinde yaşayabilmesi için belirli çerçevelerde oluşturulan kurallar bütünü olarak ifâde edilebilir. Toplum yaşamını düzenlemesi açısından bu hukuk kuralları bulunduğu toplumun ahlâkî yapısından, kültürel yaşamından ve felsefesinden beslenerek oluşturulmalıdır. Bunun sebebi de her toplumun adâlet anlayışının, hukukî terimlere yüklediği anlamların farklılıklarıdır. Bu kapsamda “uluslararası suç”, “uluslararası hukuk” gibi kavramlar her ülkenin târihî süreçleri ve bu kavramlara yaklaşım farklılıklarından dolayı uygulamada çelişkiler ve sıkıntılar yaratmaktadır.
Soykırım bu anlamda çelişki yaratan en acıklı kavramlardan biridir. Soykırım; ırka, dine, siyâsî görüşe veya etnik kökene bağlı özelliklere dayanan bir grubun bilinçli ve düzenli bir biçimde ortadan kaldırılmasıdır. Başka bir tanıma göre soykırım, bir ulusun kültürel bağlarından koparılması ve yaşam alanlarının yok edilmesi amaçlanarak ana vatanından koparılmasıdır.
Soykırım suçu, uluslararası cezâ mahkemelerinin yargılama alanına giren en ağır ve en vahşî suçtur. Nitekim bundan dolayı uluslararası hukûkî platforma taşınmıştır. Terim olarak ilk defa 1946 yılında, B.M. Genel Kurul toplantısında “genocide” ifadesiyle uluslararası bir suç olarak tanımlanmış ve bugüne kadar değişik uluslararası sözleşmelerde ve ülkelerin iç hukuk sistemlerinde kullanılmıştır. Soykırım husûsundaki ilk önemli düzenleme, 206 sayılı B.M. Genel Kurul karârı doğrultusunda, 1948 yılında Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezâlandırılması Sözleşmesi’nin (Soykırım Sözleşmesi) kabul edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu sözleşme ile ağır ve insanlık onurunu zedeleyici soykırım suçunun barış ya da savaş zamanında bir daha işlenmemesi için devletler iş birliğine çağrılmıştır.[1]
Sözleşmede yer alan madde altıya göre; soykırım fiilini veya üçüncü maddede belirtilen fiillerden birini (soykırımda bulunmak, soykırımda bulunulması için iş birliği yapmak, soykırımda bulunulmasını doğrudan ve alenî sûrette kışkırtmak, soykırımda bulunmaya teşebbüs etmek, soykırıma iştirak etmek) işlediğine dâir hakkında suç isnadı bulunan kimseler, suçun işlendiği ülkedeki devletin yetkili bir mahkemesi veya yargılama yetkisini kabul etmiş olan sözleşmeci devletler bakımından yargılama yetkisine sahip bulunan uluslararası bir cezâ mahkemesi tarafından yargılanır.[2]
Bu bağlamda dünyânın neresinde olursa olsun soykırımın meydana gelmesi hâlinde bunun suç olarak mahkemelerce yargılanması uygun görünse de gerçek ne yazık ki böyle olmamıştır.
Musul’un Irak yönetimine katılımından sonra bölgedeki teröristlerin ülke kurma hayallerinden dolayı Kerkük Türkmenlerine karşı gerçekleştirdikleri zulümler, asimilasyon politikaları ve 1959 Kerkük Katliamı; 1958-1974 yılları arasında “Enosis istiyoruz!” propagandaları ile Kıbrıs Rumlarının Türklere vahşîce uyguladığı katliamlar, Kanlı Noeller; Ermenistan tarafından türlü işkencelerle 63’ü çocuk, 106’sı kadın, 70’i yaşlı, toplam 613 kişinin öldürüldüğü, 8 âilenin tamamen yok edildiği 1992 Hocalı Katliamı; Çin rejimi tarafından 1949 yılından îtibâren bir yandan Doğu Türkistan’daki Türklerin sistematik bir şekilde yaşadıkları bölgelerde gördükleri asimilasyonlar, esir ve sürgün kamplarında işkence ve zulümlere maruz bırakılarak katledilmeleri[3] ve daha duyulan duyulmayan bütün Türk katliamlarında Soykırım Sözleşmesinin ilkelerinin neden uygulanmadığı önemli bir sorudur. Adâlet mekanizmalarını devreye sokması gereken dünya devletleri neden görevini icrâ etmek yerine sessiz kalıp soykırımı izlemeyi tercih etmektedir? Şüphesiz bu susmanın ardında târihten gelen bir kin yatmaktadır. Yüzyıllarca hüküm sürmüş bir imparatorluğun himâyesi altında olmanın verdiği hazımsızlık yatmaktadır. Yüzyıllardır süregelen Türk ve Müslüman düşmanlığı yatmaktadır. Aslında görmüş oluyoruz ki bahsettiğimiz sistem, kendisini oluşturan Batı devletlerinin kendi çıkarları söz konusu olduğunda istedikleri gibi işletip kullanabilecekleri yapay bir müesseseden ibârettir, zâten bu tür konularda karar verici konumda olan ülkeleri incelediğimizde (Fransa, Çin, İngiltere, ABD, Rusya) târihte sömürge uğruna birçok katliamı bizzat gerçekleştirmiş olması sebebiyle adâlet hele ki uluslararası adâlet konusunda söz sâhibi olmaları başlı başına bir çelişkidir.
Peki nedir milletleri bu denli zulme iten veya zulme sessiz bıraktıran? Yazımızın başında bahsettiğimiz gâye mevzû burada devreye girmektedir. Burada, bahsettiğimiz devletlerin insana ve adâlete yüklediği anlamlara bakmak gerekmektedir. Yalnızca Türk ve Müslüman katliamları değil dünyânın farklı yerlerinde de soykırımlar gerçekleşmiş ve dünya devletleri çıkarları doğrultusunda bunlara ya sessiz kalmış ya da olması gerektiği gibi müdâhale etmemiştir. Bu konuda Ruanda katliamı somut bir örnektir. Coğrâfî açıdan Orta Afrika’da yer alan, çeşitli eyaletlerden oluşan ancak merkezi bir yönetimle yönetilen, tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin sürdürüldüğü Ruanda bölgesine sömürge elde etmek amacıyla Belçika’nın girmesi ile birlikte bölgede yaşayan iki farklı grup olan Hutu ve Tutsi isimli gruplar, Almanya ve Belçika koloni yönetiminin bilinçli politikaları ile yıllar içinde iyice ayrışarak düşman iki etnik grup hâline getirilmiş ve yıllar süren nefretin netîcesinde 1994 yılında gerçekleşen katliamda beş yüz bin ile bir milyon arasında insan katliama uğramış fakat dönemin dünya devletleri bilinçli bir şekilde bu duruma kayıtsız kalmış ancak katliam yavaşladıktan iki ay sonra müdâhaleye gitmiştir.[4] Uluslararası Soykırım Sözleşmesinin yürürlüğe girmesinden önceki târihî safhalarda da bahsettiğimiz Batı devletleri târihi, soykırım ve katliamlarla doludur. Târihte sömürge arayışları sebebiyle Avrupa milletleri tarafından yok edilen Amerika yerlileri, 1919 yılında İngilizlerin sömürgeleri altındaki Hintlere karşı yürüttükleri sistematik katliam (Amritsar Katliamı), Hollanda’nın Khoikhoi Katliamı olarak bilinen Afrika’daki sömürgeleştirme faaliyetlerinde binlerce Afrikalıyı öldürmesi bunlardan yalnızca birkaç tânesidir ve bir başka yazının detaylı konusudur.[5]
Tüm bu iç yaralayan süreci izlediğimde insana insan değil madde gözüyle bakan bir anlayışla karşılaşmaktayız. Zîra bahsedilen katliamların yapılmasının altında; kazanmak, daha fazla kazanmak, çok fazla kazanıp tüm dünyâya hâkim olmak isteği ve bu nefsânî istek sebebiyle tüm insanlığı bu korkunç amaç uğruna yalnızca bir araç olarak görmek yatmaktadır. Bir kazanma aracı olarak görülen insanın bu saatten sonra ne dîninin ne kültürünün ne milliyetinin kısacası hiçbir mânevî yönünün önemi kalmamaktadır ki zulmün önünü açan da budur. Adâletin zıttı zulümdür demiştik; bu denli zulümlerin başkahramanı olan, her şeye hâkim olmak isteyen ve doymayan nefsin bir devlet politikası hâline getirildiği ülkeler nasıl olur da günümüzün en “demokratik”, en “özgürlükçü” ve en “âdil” ülkeleri olabilir? Gördüğümüz gibi bahsettiğimiz zihniyet ve örnekler, ortada büyük bir çelişki olduğunu göstermektedir. Olaya bir de biz Türk milleti açısından bakmak gerekirse; târihte Allah’ın insana yüklediği gâyeyi tam olarak idrak edebilmiş ve bunu devlet yönetimine aksettirebilmiş tek millet Türk milletidir. Bunu en somut şekilde Osmanlı Devleti’nde görmekteyiz. Osmanlı, fethettiği bölgelerdeki insanların dînine, kültürlerine, etnik yapılarına hoşgörü ile yaklaşarak adâletle hükmetmiş ve bulunduğu bölgelerde gâyeye hizmet ederek barış ortamı sağlamayı başarmıştır. Bu yüzdendir ki târihte Osmanlı’nın hüküm sürdüğü bölgelerde ne bir soykırım ne asimile ne de zulüm örneği yer almaktadır. Bunun için bizler târihi iyi okumalı, asıl gâyeyi idrak ettiğimiz devlet yapısını yeniden ele almalı ve bu düsturu tüm insanlığa kazandırmalıyız.
Şunu da belirtmek isterim ki biz bu yazımızda Müslüman Türkler ile alakalı yalnızca Uluslararası Soykırım Sözleşmesinin yürürlüğe girmesinden sonraki katliamları ele aldık. Ancak 1821 yılından başlayarak 1922 yılına kadar Avrupa kıtasında beş milyondan fazla Türkün ve Müslümanın planlı katliamlar sonucu öldüğü ya da katliamdan kaçarken hayatını kaybettiği, hemen ardından 1. Dünya Savaşı ve Millî Mücâdele esnasında ise Anadolu’da iki buçuk milyondan fazla Türk öldürüldüğü Türk Târih Kurumunun arşivlerinde bulunan ve herkese açık belgelerle sâbittir. Bırakın bu katliamlara evrensel bir câmiada karşı konuşulmasını Rusya, İngiltere, Fransa, ABD, Çin, ve Balkan ülkeleri tarafından bizzat gerçekleştirilmiş ve siz bu yazıyı okurken dahi gerçekleştirilmektedir. 93 Harbi esnasında Balkanlardaki ve Kafkasya’daki yüz binlerce Müslüman ve Türk katliamları, 1912 Ustrumca Katliamı, 1920 Kozan Katliamı,1944 Kırım Türklerine karşı yapılan katliam, 1990 yılında Doğu Türkistan’daki Uygur Türklerine karşı yapılan Barın Katliamı, 1995 Srebrenitsa Katliamı, 2009 Urumçi Katliamı ve daha niceleri gönüllerde kanayan bir yaradır ve hepsi hâfızalardadır.
Bahsedebildiğimiz ve bahsetmediğimiz çelişki ve sıkıntılara alternatif düzenle alakalı kısmı da bir sonraki yazımızda irdeleyeceğiz.
[1] Beşiri, Arzu. Soykırım ve Soykırıma İlişkin Uluslararası Mekanizmalar. TBB dergisi. 24 Ocak 2023.
[2] Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezâlandırılması Sözleşmesi. https://inhak.adalet.gov.tr/Resimler/Dokuman/2312020093827bm_11.pdf (24.01.2023)
[3] Durukoğlu, Salim & Salik, Sevim. Türklerin Uğradığı İşkence, Sürgün, Katliam ve Soykırımlar Sözlüğü. AKRA Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi. 3 (7). 211-258
[4] Eroğlu, Rukiye. Ruanda Soykırımı. tuickademi.org (24.01.2023)
[5] Çetin vd. “https://www.aa.com.tr/tr/dunya/avrupanin–kanli–somurgeci–gecmisi–pesini–birakmiyor/1881215” (24.01.2023)
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.