Dün ikindiden sonra yine Çınaraltı’na gittim. Meçhul filozof oradaydı. Selâmdan, hal ve hatır soruşlarından sonra şu suali sordum:
– Türkler hangi noktada çok kuvvetlidirler ve hangi noktada zayıftırlar? Buna dâir fikirlerinizi lütfen söyler misiniz?
– Türk milletinde mâşerî vicdan çok kuvvetlidir; bu hususta sâir şark milletlerine benzemez. Diğer şark milletlerinde, henüz aşîret ve feodalizm teşkîlâtı kalkmamıştır. Bu sebeple, onlarda yalnız zümrevî vicdanlar kuvvetlidir. Türklerde ise aşîret ve feodalizm teşkîlâtları kalmadığı ve her Türk köyü, Avrupa köyleri gibi bir komün mâhiyetinde bulunduğu için umum millete şâmil gâyet kuvvetli bir mâşerî vicdan vardır. Türkler, nice defa harp ve felâket zamanlarında bu mâşerî vicdan sâyesinde büyük kahramanlıklar ve fedâkârlıklar göstererek cihan efkâr-ı ammesinde muhterem bir mevki kazanmışlardır. Türkleri, askerlik husûsunda birinci derecede millet yapan, işte bu husûsiyetidir. Türklerin, tehlike zamanlarında dâima bir rehberin arkasında birleşerek harikalar göstermesi mümkündür. Hususîyle; bu rehber hem kahraman hem de dâhi olduğunu fiiliyatıyla ispat etmiş bulunursa bütün millet, tamâmıyla tereddüt ve şüpheden ârî olarak her türlü tehlikelere onunla berâber atılmaktan çekinmez. Bu rûhî ve içtimâî kudret, Avrupa’nın en kudretli milletlerinde bile bu derece kuvvetli değildir.
Tehlike ve harp anlarında dâima Türk milletinin mûcizeler göstermesini bekleyebiliriz ve Türklerin hiçbir millette görülmeyen fedâkârlıkları yapacağından emin olabiliriz. Türk milletinin dâima güvenebileceğimiz en esaslı kudreti budur.
Türklerin en zayıf noktasına gelince bu da taksim-i amâlinin[1] kâfi derecede derinleşmemiş olmasından ibârettir. Taksim-i amâl, fertlerin mütehassıs olmasını ve yalnız mütehassıslara kıymet verilmesini îcap ettirir. Bizde şimdilik mütehassıslar azdır ve umûmî mâlûmat sâhiplerine, hezarfenlere daha çok kıymet veriliyor. İşte en zayıf noktamız da budur. Bundan dolayıdır ki, en yüksek mefkûrelere doğru atıldığımız ve en cezrî inkılâpları yapmak cüretini gösterdiğimiz hâlde, her işin mütehassıslarını bulamamak yüzünden tatbîkatta süratli ve hatasız olamıyoruz. Bu noktadaki eksikliğimizi îtiraf ederek derhal çâresine tevessül etmeliyiz. Mütehassıs yetiştirmek için Avrupa’ya çokça talebeler göndermemiz ve yetişmiş mütehassıslarımız varsa onlara dört elle sarılmamız lâzımdır. Gustave Le Bon başka bir filozoftan naklen diyor ki: “Fransa’nın birinci derecedeki elli mühendisi, elli kimyâgeri, elli mîmarı, elli tabibi, elli ziraat-şinası, elli erkân-ı harbi, elli hukukçusu, elli iktisatçısı, elli mâliyecisi birdenbire vefat etseler Fransa milleti bir an içinde mahvolur fakat ihtisasla alâkadar olmayan bütün idâre heyeti bir an içinde hayâtı terk etse Fransız milleti bunların yerine daha iyilerini bularak yine eskisi gibi yaşamakta devam edebilir.”
Biz, mâşerî vicdanımızın çok kuvvetli olması sebebiyle Avrupa’nın en kudretli milletlerinden biriyiz. Fakat taksim-i amâlimizin henüz başlangıç devresinde kâfi derecede kıymet vermeyerek, en ziyâde iş görecekleri mevkilerden uzaklaştırmamız, milletimizi terakkî sahasında dâima yerinde sayar bir hâle getirmiştir ve bu yolu tâkipte ısrar edersek hiçbir zaman asrî bir millet olamayacağımızdan ve Avrupa medeniyeti câmiasına giremeyeceğimizden emin olmalıyız.
Yine sordum:
– Bu milletin en büyük mefkûreleri nelerdir?
Şu yolda cevap verdi:
– Bu milletin en büyük mefkûrelerini dört mefkûrede icmal edebiliriz.
1) Milliyetçilik
2) Halkçılık
3) Garp Medeniyetçiliği
4) Cumhuriyetçilik
Türk milleti bu gâyelere ulaşmak için mâşerî vicdan kuvvetiyle neler yapmak mümkünse hepsini yaptı. Fakat yalnız ihtisaslar, taksim-i amâl ve meslekî teşkîlâtla yapılması lâzım gelen şeylere henüz başlamadı bile! Bu eksiğimizi tamamlamaya çalışmak en büyük borcumuzdur. Bunun en süratli çâresi ve en kolay tedbiri, Avrupa’dan mütehassıslar getirtmektir. Ben, Avrupa sermâyesinin memleketimize girmesinden korkmadığım gibi Avrupa’nın siyâsî mâhiyette olmayan hakîkî mütehassıslarına da tamâmıyla güvenirim. Medeniyet, beynelmilel olduğu gibi onun mümessilleri olan hakîkî mütehassısları da beynelmilel insanlardır. Mesela Pasteur’ün keşiflerinden bütün milletler fayda görmüşlerdir. Diğer bütün kâşiflerin ve muhterilerin faydaları da günden güne bütün medeniyet âlemine şâmil olmaktadır.
Ben yine sordum:
– Taksim-i amâlin bu kadar ehemmiyetli bir âmil olduğuna göre onun derinleşmesi büyük içtimâî değişmelere sebep olmak lâzımdı. Bu değişmeleri niçin görmüyoruz?
Şöyle cevap verdi:
– Avrupa’da Rönesans’la başlayan bütün inkılâplar, taksim-i amâlin cemiyet hayâtında yeni bir âmil olarak tesire başlamasının tabiî netîcelerinden ibârettir: Mesela “Rönesans” medeniyette inkılâp olduğu gibi, “reform” dinde inkılâp, “renovasyon” felsefede inkılâp, “revolüsyon” siyâsette inkılâp, “feminizm” kadınlıkta inkılâp, “sosyalizm” iktisatta inkılâp ve “içtimâî terbiye” terbiyede inkılâp demektirler.
Taksim-i amâlden evvel, bu inkılâplara dâir hiçbir ize tesâdüf edilmezdi. O zaman, yalnız mâşerî vicdandan doğan mâşerî müesseseler ve mefkûreler mevcut olabilirdi. O zamanki insanlar, yalnız mâşerî vicdana ve mâşerî şahsiyete maliktiler. Ferdî vicdanla ferdî şahsiyet henüz fertlerde teşekküle başlamamıştı. Fakat taksim-i amâl derinleştikten sonra iptidâ meslekî vicdan, sonra da ferdî vicdan vücuda gelmeye başladı. Ferdî vicdan, ferdin cemiyetteki din, ahlâk, hukuk, sanat, lisan, siyâset, âile gibi müesseseleri kendine mahsus bir nüansla görmesi, millî zemin üzerinden kendi ruhundan doğan nakışları işlemesi demektir. Ferdî şahsiyet sâhibi, esaslarda kendi milletiyle mütesânit olmakla berâber bunların tefsirinde tamâmıyla şahsîdir. Taksim-i amâlden doğan bu yeni ruha ferdin istiklâli denilir ki Avrupa’da bugünkü terbiyenin üç hedefinden biridir. Diğer iki hedef de çocukların inzibatlı ve fedâkâr olarak yetiştirilmeleridir.
Görülüyor ki taksim-i amâl, içtimâî tekâmülü iki büyük kısma ayıran en mühim bir âmildir. İçtimâiyat ilmi, cemiyetleri taksim-i amâlli olup olmamalarına göre iki büyük cinse ayırmıştır: Kıt’avî cemiyetler, müteazzî cemiyetler. Bunlardan kıt’avî cemiyetlerde yalnız müşterek vicdan vardır. Henüz taksim-i amâl kâfi derecede vücuda gelmemiştir. Müteazzî cemiyetlerde ise mâşerî vicdandan başka taksim-i amâl ve onun netîcesi olan ihtisas da teşekkül etmiştir. Yukarıda saydığımız inkılâplar, milletlerin kıt’avî cinsinden müteazzî cinsine geçtiği zaman zarurî ve tabiî netîceleridir. İşte, bugün Türkiye bu merhalede bulunuyor. Düne kadar kıt’avî bir cemiyettik. Bugünden itibâren müteazzî bir cemiyetiz. Şu kadar ki bu yeni hayâtın henüz başlangıcındayız. Taksim-i amâlde ileri gittikçe yeni hayatta daha zengin olacağız ve gittikçe daha ziyâde müteazzî bir cemiyet oldukça, Avrupa milletlerine medeniyetçe de müsâvî olacağız.
KAYNAKÇA
Gökalp, Ziya. Çınaraltı Yazıları.İstanbul: Ötüken Neşriyat. 2016. s. 33-37.
[1] İş bölümü
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.