“Öze Dönüş” dediğimiz şeyi hızlandırmak veya görünür kılmak için vaktiyle “Ey Türk, kendine dön!” deyip durduğumuz şeydir. Bilge Kağan’ın bu ünlü âbidevî sözünü o zamanlar tekrar etmeyenimiz yoktu.

Meselâ “Ülkücülük öze dönüştür, kendine dönüştür… Türk târih ve töresi ile kopan altın zincirin yeniden halkalanmasıdır” (Doç. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu)

“Ey Türk, kendine dön sözü; oyunlarını, türkülerini unutma, renklerini unutma, sana yalnız senin eşyâların güzel görünsün, sana yalnız senin sözün, senin hareketlerin güzel görünsün.” (Ömer Aksu) demektir.

Bak dimdik karşında, geçen vurduğun
Titre kendine dön yeter durduğun
Nerede Kızıl Elma’n kurt başlı tuğun
Serhat boylarıyla, otağlar nerede?

(İbrahim Berber)

“Kısacası biz kendimize dönersek Türk hakanının dediği gibi: Ey Türk! Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe senin ilini ve töreni kim bozabilir?” (Doç. Dr. Mehmet Eröz)

Türk’ün kendine dönmesi hiç de zor değildir. Eğer TRT’de “Kuruluş” dizisinin yayımlanması ile uyanan millî şuur durdurulmasaydı şimdiye Türk Rönesans’ı gerçekleşebilirdi. Ondan önce de canlanan millî romantizm durdurulup hümanizm empoze edilmeseydi, Türk çoktan kendine dönmüş olurdu. Bilmemiz ve anlatmamız gerekiyor: Birinci olay hâlâ çok canlı. Mutlaka çok hatırlayanı vardır. TRT’de “Kuruluş” dizisi oynandı. Büyük bir millî gurur ve şuur oluştu. Herkes târihimize yöneldi, mâzîmizin ihtişamını konuşmaya başladı. Târih şuûrunun önemini iyi bilen Batı, hemen harekete geçti. İngiltere’de bir yayın organı Türkiye’de şovenizm patladı, diye yazdı. Başbakan Özal, Başbakanlık Basın Müşâviri’ni İngiltere’ye gönderdi. O, Türkiye’ye döndü. TRT Genel Müdürü değiştirildi. Sayın Taha Akyol’un “TRT Liberalizmi” dediği akım başladı. İşte izahı: TRT’nin yeni yayın programının bâriz özelliği, kültür ve özellikle millî kültüre dönük yayınların makaslanması, “eğlencelik” yayınların çoğaltılmasıdır. (…) Malazgirt’in işgal olarak nitelenmesi karşısında tüyleri diken diken olmayanlar, sâdece TRT’nin yöneticileridir. (…) Malazgirt’i işgal olarak niteleyen Gülben Dinçmen, TRT’nin geçen haftaki kokteylinde, gazetecilerin sorusu üzerine yine “Malazgirt işgaldir” hamâkatini savunmuş, görüşünün değişmediğini bildirmiştir. (…) TRT’de yapılaşan tek görüş, kültürün, düşüncenin horlanması; biraz meyhâne, biraz taverna, biraz pop karışımı bir “eğlencelik” salgınıdır. Moral ve âilevî değerlerin tahribidir. TRT, düşünen ve kültürü, felsefeyi önemseyen hakîkî mânâda çağdaş bir toplum değil; düşünmeyen, felsefeyi horlayan, sâdece “seyirci” bir toplum amaçlamaktadır.” Gün geldi, bu akım televole kültürü olarak boy verdi. Ahlâkî yozlaşma ve tahrîbat öyle büyüdü ki MİT uyarıda bulunmak zorunda kaldı. Bütün bunlar biz “cambaz”a bakarken oldu. Şimdi ne diye bütün bu olanlar anlaşılmıyor ki…

Kimin bizi millî şuûrdan mahrum ettiği gürültüye gitmesin. Okuyup geçmeyin, durun ve düşünün! Yeni akımın başlıca iki unsurunun boş vermişlik ve millî idrakten uzaklaştırılma olduğunu tespit edin. Hani Fransa lideri de Gaulle’ün medeniyet makasının değişmesini şart koştuğu idrâkten…

Tekrarında zarar yok. Biz geçmişte Batı’yı Atlas Okyanusu kenarına sıkıştırdık. O zaman Nail KOCABAY 1 7 Mart 2023 Sayı 104 Aylık Eğitim ve Kültür Dergisi Batı iki şey yaptı. Bir kısmı “bu Türklerle baş edemeyeceğiz, bizi hep yeniyorlar” dedi. Okyanuslara atıldı. Bir kısmı da “mâdem savaş meydanlarında baş edemiyoruz, yenilmezliklerinin kaynağı mânevî gücü yok edelim” dedi. İşte Batı, o zamandan beri bizim kendimiz olup yine Viyana önlerinde görünmemizi istememektedir. Onlara göre bizim kendileri gibi millî kültüre bağlanmamız, millî şuûra kavuşmamız şoven milliyetçiliktir. Gerçek müminler olmamız, onlar için tehdit ve alternatiftir. “Kuzey Afrika’dan onları uzaklaştırmaktır.” Endülüs Müslümanlarını kurtarmak, İslâm dünyâsını harekete geçirmek ve onların sömürülmelerine engel olmaktır. Batı bunun için Kuzey İslâm kanadını Güney İslâm kanadına benzetmeye uğraşıyor. İslâm anlayışımıza müdâhaleler buradan kaynaklanıyor. Zîra “Avrupa için Türkiye her şeyiyle, her zaman, daimî ‘potansiyel tehdit’ ve korku unsuru oluşmaktadır. (…) Türkiye, Doğu’daki Endülüs’tür.” Avrupa istikbali ve emniyeti için, bir gün ama mutlaka bir gün “Batı’daki Endülüs”e ne yapıldıysa ona da aynıyla yapılmalıdır.”[1] (s. 253)

Bunu Huntington çok somut ifâde etmiştir: “İki dünya var: Batı ve ötekiler… ‘ötekiler’ güçlenirse belâ açarlar… Ötekiler Batılı olamaz. Batılı olamayacakları için de ileride îcaplarına bakılmalıdır.”

İkinci olarak kaydettiğim müdâhale biraz daha eski zamanlarda oldu. Paralarımızın üzerinde “bozkurt” resimlerinin yer aldığı, yabancı Atatürk’ü “bozkurt” olarak niteledikleri zamanlardan sonra millî kültürün canlanması birilerinin hoşuna gitmedi. Hareketi durdurdu. Onun yerine insânî duygularla (!) toplumu donatıp hızla Avrupalılaştıracağını düşündükleri hümanizmi benimsetmeye çabaladılar. Başta eski Yunan klasikleri olmak üzere yoğun bir tercüme faâliyetine giriştiler. Düşündükleri şey, Rönesans’ta olduğu gibi Yunan değerlerini ve Hristiyan geleneklerini kolayca benimsetmekti. Türk târihini Anadolu öncesinden kopardılar, Anadolu’nun mâzîsine bağlamaya uğraştılar. Başardılar mı? Hayır fakat kendi sanat hârikalarımız bir kenara itildi. Yunan ve Roma devrî taş parçaları bile korumaya alındı. Selçuk’taki İsa Bey Câmi bunun bir örneği.

Yanlış yola girince yanlış bir yere varılacağını herkes bilir. Batı, Doğu’yu taklit etmek yerine kendi dil ve kültür köklerine eğildi, yeniden doğuşunu gerçekleştirdi. Buna da “Rönesans” dedi. Türkçesi yeniden doğuş. Bizim ne yapmamız gerekirdi? Tabiî ki kendi kültür köklerimize, temele inmemiz… İşte bunu yapsaydık biz de Türk’ün yeniden doğuşunu gerçekleştirirdik, yâni Türk Rönesansı’nı. Müslüman Türk olarak varlığımızı devam ettirmenin yolu, kendi kültür hazînelerimize eğilmek, asırlarca dünya hâkimiyeti kuran bir milletin düşüncesini ve yönetim sistemini ortaya koymaktır. Artık Batı’nın dış görünüşünü taklit etmek zamanı çoktan geçti. İlim zihniyetini, ilim ve tekniğini almak kalkınmamız ve ilerlememiz için bize yetecektir. Buna hiç şüphe yok. İşte devlet o zaman millî, yönetim o zaman millî olacak. Cloude Farrere’in “Belki de yanılıyorum ama Türkler eski hayatlarıyla hiçbir ilgi kurmadan yeni bir hayâta kavuşmak için giriştikleri tecrübede muvaffak olabilirlerse çok şaşarım. Bana öyle geliyor ki bugün kendilerine menfur gibi görünen ama onlar için tek kurtuluş yolu olan mâzîlerine yavaş yavaş dönmek zorunda kalacaklardır.”[2] öngörüsü o zaman yaşanacaktır. Bunun için de Atatürk gibi milletin dilini konuşan bir Türk milliyetçisi kâfi gelecektir. Târihin her döneminden örnekler, millî asabiyenin öncelikli olduğunu söyler. Bugün de bütün ülkeler hep önce benim ülkem der. Meselâ Yemen’de Suudi Arabistan, Suriye’de İran, Mısır’da Suudi Arabistan millî politikalarını tâkip ederken dünyâya adâlet getiren Türk’ün bunu ümit etmesi yersiz midir?

Türk milliyetçiliği târihin derinliklerinden gelen bir hayâtiyete sâhiptir. Kendisine şartlar îcabı yapılan sert saldırı dalgasını bertaraf etmiştir ve kurumlarıyla, rûhuyla ayaktadır. Bu rûh, çeşitli söylemle, her kesimin dalgalandırdığı ay yıldız bayraklarımızla kendini beyan ediyor. Son 29 Ekim Cumhûriyet Bayramı’ndaki heyecan dalgası ve rekor kıran Anıtkabir ziyâreti sayısı bunun bir başka somut belgesidir. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı gösteriyor ki milletler mücâdelesi bütün şiddet ve önemiyle devam ediyor. Gerçekten insanlar kardeş olmuyorlar. Millî devletlerini güçlendiriyorlar. Ne hümanizm ne enternasyonalizm gerçek. Gerçek olan, milliyetçilik ve millî menfaatler. Ben ümitliyim, çünkü Cenâb-ı Allah geçmişte olduğu gibi günümüzde de Türk milletini koruyor. Çünkü o görevli millet, İslâm’ın hâmîsi ve hizmetkârı. Korumasının devamını tekraren diliyorum. Tanrı Türk’ü korusun!

[1] Farrere, Claude. Türklerin Manevi Gücü. Çev: Orhan Bahaeddin. Tercüman. Sf. 253

[2] A.E. Sf.206

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.