“Bir millet, büyük bir felâkete uğradığı, korkunç bir tehlike karşısında bulunduğu zaman fertlerindeki şahsiyetleri yutar. O zaman herkesin rûhunda yalnız (millî bir şahsiyet) yaşar, bütün kalplerde (bu millî şahsiyeti) devam ettirmek istediğinden başka bir duygu kalmaz. Bu kavga gürültü zamanında fertler, kendi hürriyetlerini değil, milletlerin istiklâlini düşünürler. İşte o şerefli duygu ile karışık olan bu mukaddes düşünceye mefkûre denilir ve bu buhranlı devreye de (tohuma benzetilerek) “döllenme devresi” adı verilebilir. Buhranlı zamanlar mefkûrenin yaratılış günleridir. Mefkûreler, millî felâketlerin kalpleri birleştirerek umûmî bir kalp yaptığı kavga ve gürültü zamanlarında bu birleşik kalpten doğar; sonra uzuvlaşma devresinde ağır ağır dal budak atarak çiçekler ve yeni müesseseler meydana getirir.[1]

İşte bu yeni müesseselerin kapılarını aralayan, milletin o kavga ve gürültülü zamanlarında ortaya çıkan buhranda; tohumları milletin öz suyuyla besleyen, onlara can suyu veren; dalların, budakların ve çiçeklerin gelişmesi için üzerine titreyen, şuûrsuz bir safhadan şuûrlu bir safhaya geçmek adına, şahsiyetlerin içinde bulunduğu cevheri milletin bekâsı uğruna işleyebilen Ziya Gökalp, bir mefkûrenin doğum sancısını, her Türk milliyetçisinin önemli bir özelliği olan “tehlikeleri önceden sezinlemek” cehdini göstermiş ve az evvel târifini yaptığı mefkûrenin tohumlarını aramak için yola koyulduğunda karşısına o mefkûre yolunun önemli bir dalı olabilecek ve belki de kendi dalından, binlerce budak çıkartabilecek o yüksek cevherle tanışır. Elbette o cevher, Ömer Seyfettin’den başkası değildir.

Büyük felâketler ve çeşitli buhranlar, mefkûrenin doğumundan önce şahsiyetleri yutar ve mefkûre doğduğunda kimlerle hareket eder? Onu doğurmaya götüren çetin yollara karşılık elbette çetin gönüllere, şahsiyetinden aman vermeden direnen kimselerle hareket edecektir. Bu bir çırpıda söylense de uygulamada pek de kolay değildir. Nasıl ki bir mefkûrenin doğumu milletin ve içinde bulunan fertlerin çeşitli bedeller ödemesiyle doğuyorsa kişide bulunan o mefkûre ateşinin ortaya çıkması da bir buhran sonucunda oluşur ve gerekli bedelleri ödemeye kişi kendisini dûçar eder. Şahsiyetinden aman vermeden tehlike karşısında yutulmaya direnebilmek, esâsında pek de kolay değildir. Kişi gerek kendi benliğiyle gerekse de içinde bulunduğu milletin bozulmaya yüz tutmuş belleğiyle kavga hâlindedir. Bu kavga bittiğinde buhrana karşı zafer kazanan kişi, aslî şahsiyetini bulur ve millî olan bu değeri yaşamaya başlar. Artık kendi hürriyetini değil, milletinin istiklâli için ömür sürmeye başlarlar. İşte Ömer Seyfettin de bu mefkûre çatısının birçok dallarını oluşturan aydınlarımız gibi tohum olmadan önce bu buhran ateşini kendi benliğinde yakmış, milletini ısıtmak adına ömür geçirmeyi kendisinde vazife görenlerin arasına katılmıştır.

Bir yandan cephede nöbet tutarken, mevziîye dalan gözler ve nişan almak için emir bekleyen çelikten eller; diğer yandan fazîletin ayağa tekrardan kalkması için gecelerini gündüzlerinde eriten, bir başka cephe daha açmak adına aynı kurşunu bir başka savaşçı ruhuyla kaleminde işleyen kahraman… Öyle ki cephede nöbetteyken yanından hiç ayırmadığı not defterini cebinden usulca çıkarır kalemini kuşanır ve dâima yazardı. Zamanın zamanla yarıştığı Balkan Harbi, onun zaman içinde zaman bulmasına engel değildi belki de. Bu kısa kısa boşluklarda ne mi yazılır dersiniz? Elbette hikâye veyâhut bir roman baştan aşağıya bitmeyecekti. Sonrasında satır satır kaleme aldığı yazıları “Balkan Günlüğü” olarak toplanacak ve bir târihî devir olan bu harbi ve yaşanılan buhranı kendi gözüyle nesillere bırakacaktı.

Doğum sancısı diyorduk, işte bu mefkûrenin ateşi onun içerisinde henüz lise yıllarında belki farkında olmadan başlamıştı. Bununla birlikte bir komutan olarak gittiği cephede daha da alevlendiğini damarlarında hissetmiştir. Buhran dönemlerinde karamsarlığa düştüğü noktalardan birisi de orduda geçirdiği ilk günlere rastlar. Balkan savaşında askerlerin Türkçe bilmemeleri onu derinden bir sarsıntıya uğratmıştır. Bunun temelini hem dildeki buhrana hem de belki daha da kuvvetli olarak, yer yer hikâyelerinde ve makalelerinde belirttiği üzere sonrasında “âile” kurumuna bağlamasından anlayabiliriz.

Onu rahatsız ederek buhrana sürükleyen en önemli hususlardan biri de Osmanlılığın getirmiş olduğu âile kurumunun oluşum şeklidir. Bu durum onu, aynı zamanda Osmanlılığın şiddetli aleyhtarı haline getirmiştir. Birçok makalesinde bahsettiği üzere Tanzimat’la gelen bir anlayışın ürünü olan Osmanlılığın içinde, yabancılara benzeme arzusunun yarattığı aşağılık hissinin “kimliksizliğe” götürdüğünü düşünmektedir. Türklerin yabancılarla evlenmeye başlaması; kültür, din, dil ve milleti millet yapan unsurlara bir savaş açmasına sebebiyet gösteriyordu. Çünkü bu durum yine onun nezdinde sosyolojide bir çatırdama oluşturuyordu. Çoğu buhranın kaynağını belki de buraya dayandırdığından, gençliğin eğitim terbiyesi noktasına edebî üslûbuyla hikâyelerinde, romanlarında, şiirlerinde ve çeşitli gazete ve dergilere yazdığı makale ve denemelerinde rastlarız. İki ayrı rûhun meydana getirdiği âilede ruhlar birbirine dâima yabancı kalacaktı. Ve bu yabancılık, mücâdele hâlindeki çocuklarına da intikal edecekti. Bunun için bir milletin istikbâlinin dâima yeni neslin elinde olacağını savunduğu için o zorlu yıllarda, o mefkûrenin doğum sancısında edebiyatla ilgilenmiştir ve kendi ifâdesiyle şöyle demiştir:

“Evet, İtalya Muhârebesi, Balkan Muhârebesi… Ben Yanya Kalesi’nde esir oldum. Yunanistan’da bir seneden fazla esirlik… İstanbul’a gelip kendimi toplayacağım zaman annemin ölümü… Sonra Cihan Harbi… İşte dört senedir bu felâketli harbin buhranı içindeyiz. Yarım okka ekmek otuz kuruşa satılırken kim edebiyatla uğraşabilir? Ama ben uğraştım.” demiştir.

Nesillerin eğitimi ve terbiyesi adına sosyolojide gördüğü aksaklıkları ince, nükteli ve yerine göre de açık bir şekilde eleştirerek kaleme almıştır. Bu noktada kendisini rahatsız eden bir durumla karşılaştığında derhal araştırmaya başlar ve nihâyetinde yine kalemiyle aydınlatırdı. Buna en somut verilecek örneklerden bahsedecek olursak okuyucularına “Sohbet” adı altında “Çocuklarımız-1-2-3” yazılarıyla gençliği eleştirmektense kalemini âile bütününe özellikle de anne ve babalara karşı doğrultmuştur. Elbette yazının bütününü okumak, o dönemin meselelerini daha iyi kavramaya yarayacaktır fakat her bir bölümden vereceğimiz kısa örnekler sizlerin zihnini aynı zamanda günümüzle mukâyese etmeye götürecektir. Bu seriyi yazma süreci ise az evvel bahsettiğimiz bir aksaklığı görmesi sonucu oluşmuştur. Şöyle der:

“…Birkaç sene evvel Fransız okullarında öğrenimini tamamlamış bir kişiyle kaynaşarak sohbet ettim. O vakit, herkeste olan bu sanı (hüküm) bende de vardı, ben de zannediyordum ki Fransız okullarının eğitimi bizim okullarımızdan yüksek ve ciddîdir. O esnâda okula verilecek bir çocuğum olsaydı birçokları gibi doğru Fransız hocalarına teslim edecektim. Ve bu kişiyle olan tanışıklığımız beni bu mesele hakkında ciddî ve maddî araştırmalara yöneltti. Okulları gördüm, çocukları inceledim, dadılarıyla büyüyenlerin ruhlarını yokladım, bilgilerini tecrübe ettim ve netîceyi pek, pek çirkin buldum. Fransız okullarından veya mutlaka câhil olan dadıların yabancı terbiyelerin ellerinde yetişmiş çocuklarımızda, onların mevcut hislerinde bakınız neler buldum, sayayım:

Ana dilde derin bir anlamsızlık (anlamlandıramama)

Ana dilde sevgisizlik

Hissî bir kimliksizlik

Değişerek, dönüşme arzusu ve bunda başarısız olmak”

Böylece aksaklığı yâni toplum nezdindeki hastalığı tespit etmiş ve çocuklar üzerinde yapılan, yaptırılan sıkıntılı noktalara değinerek tenkit ederek şöyle demiştir:

“Çocukluğumuzun kıymetli günlerini, hâfızamızın genişleme/gelişme mevsimini La Fontaine’nin masallarını ezberlemeye çalışmakla değil, bize 26 Mart 2023 Sayı 104 Aylık Eğitim ve Kültür Dergisi memleketimizin dilini öğretecek, edebiyatını duyuracak araştırmaları tekrar etmekle mümkündür ve zannederim ki Yeni Lisan’ı kabul etmekle yine bundan tamâmen kurtulmuş olmayız. Hâlbuki düşünemeyen, hiçbir şey muhâkeme edemeyen zavallı baba, altı yaşındaki çocuğunu Fransız okuluna verir ve iftihar (gurur) duyar. Dostlarına “Çocuğu Fransız okuluna verdim, küçükten Fransızcayı öğrensin. Türkçe ne vakit olsa öğrenilir!” der. Fakat yazık… Çocuk büyür, biraz hesap öğrenir, memleketimizin vilâyetlerini (illerini) sayamamak şartıyla coğrafya, padişahlarımızın binlerce olayını övünerek hatırlatan isimlerini sırayla zikredememek şartıyla târih bilir! Ve tıpkı annesi gibi konuşur:

– Şu adamın yaptığı insâniyetlik doğrusu şâyan-ı alkıştır. (alkışa değer)

– Mesârifat (harcamalar) çok oluyor burada.

– Portföyümde her ay o kadar evraklar birikiyor ki…

Daha neler neler… Hele yazdığına bakmayınız. Kırk yılda bir Fransızca bilmeyen bir tanıdığa verilmek üzere kart dövizitine (!) yazdığı iki satırda en aşağı ötekine benzer dört imlâ hatası görecek ve hayret edeceksiniz.”

Bu sohbet dizisinin bütününde yabancı dil öğrenmenin zekâ ile bir ilgisi olmadığını dile getiren Ömer Seyfettin, bu konudaki tutumu hakkında şöyle söyler:

“Çocuklarımıza kendi dilimizi öğretmeden, elifbâmızı göstermeden bize bütün yabancı bir kavmin dilini öğrenmekten doğan sonuçlara hâkim olsam da size anlatsam… Siz de anlasanız ki çevresine uygun bir terbiye kadar faydalı bir şey olamaz. Bir kere ana diline hâkim olmayan çocukların öğrendikleri dilin gramerine akıl erdirebildikleri anlaşılsa bile mümkün değil kelime kurallarına akıl erdirdikleri iddia olunamaz. Onların telaffuzları, bilgileri, bir aktörün sahnede sarf ettiği kendine ait olmayan, kendiliğinden doğan bir ürün gibi bulunmayan parlak cümleler gibi arızalı ve eğretidir. Kelime kuralları ana dilde öğrenilir. Sonra diğer bir dilin kelime kurallarında benzerlik kurulabilir (özümseyebilir). Fransız okullarından yeni mezun olmuş bir öğrenci, gâyet güzel konuşmasını öğrensin, okuldan çıkınca ticâret maksadıyla veya başka bir sebeple Fransa’ya gitmeyecekse mutlaka telaffuzdaki yeteneğini kaybedecektir. Çünkü etrâfını ana dilde konuşan hemşerileri kuşatacak, o ancak ayda ya bir turist ya da kendisi gibi tuhaf meslek edinmiş bir dost bularak yıllarca emek verip elde ettiği telaffuzdaki hünerini korumaya çalışacaktır.”

“Ana dilin her şeyden evvel anne sesinin âhengiyle bizlere vicdan bilgisinin vasiyetini de yükler.” diyen Ömer Seyfettin, yabancı dil bilmekten dolayı bir övgünün gereksiz olduğunu dile getirir ve Çocuklarımız-2 yazısının sonunu şöyle bitirir:

“Yabancı bir dil öğrenmenin gerekliliği ana dili bir kenarda unutmaya hak kazandırır mı? Aman Yâ Rabbi! Buna kim “evet” diye cevap verebilir. Çocukları Fransız okullarında okuyan zavallı babacıklar bile bu soru birkaç düşünenin karşısında kendilerine yöneldi mi, ümit ederim ki ‘asla’ diye haykıracaklardır.

O hâlde niçin Osmanlı olarak cemiyete ithal edeceğiniz evlâdınızı Fransız okullarında okutuyorsunuz denilse, nasıl karşılık verecekler? Buna asla görenek denilemez. Çünkü görenek eskiye dayanır olmalıdır. Ancak moda denilebilir. Ve bu modanın kurbanı olan çocuklar, her şeyden habersiz ve mâsum, kendi dillerini bir kenara atarlar, bu yanlış bakış onlarda ne fecî bir duygu yoksunluğuna sebep olur bilseniz…”

Bununla birlikte Çocuklarımız-3 yazısında içinde bir ıstırap gibi büyüyen bu sıkıntıyı yine babalara çağrı yaparak sonlandırmıştır:

“Nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Ve hissimi ifâde edememekten mustarip oluyorum. Fakat babalar! İşte size sesleniyorum, biraz vicdânınızı dinleyiniz, bilgi yoksunluğundan dolayı unuttuğunuz kutsal vazîfeyi hatırlayınız; evlâtlarınıza memleketimizin ilerlemesinin ve yükselmesinin vekîli olan dili öğretiniz. Asıl ona önemle yöneliniz çünkü dilsiz bir insan, anlamayan ve anlatamayan bir insan, neye benzer bilir misiniz?” diyerek edebiyatın bu alanda gerekliliğini ve niteliğini millî değerler ile örülü olması gerektiğini anlatmıştır. Bu yol ile de dâima millî terbiyenin henüz yaş olan ağaca yâni çocuklara kendi tâbiri ile “mini minilere” aksettirebilmenin yollarını aramıştır, böylece Türk hikâyeciliğinin babası olmuştur.

Cemil Meriç’in de dediği gibi: “Yazmak en başta bir dâvete îcap eder”. Bu nedenle çağının sorununu bir sosyolog edâsıyla inceleyip tedâvi noktasında hamlelere eğilen Ömer Seyfettin’in hikâyeleri, yalnız çocuklara değil onları yetiştiren anne babalara ve tüm yetişkinlere de hitap etmektedir. Her bir hikâyesi belirli mesajlar üzerine çevrilidir. Sosyal ahlâktan ferdî ahlâka, ekonomiden sanat anlayışına, kültür kodlarından eğitim hamlelerine kadar hikâyelerini ilmek ilmek yazmıştır. Aklımızda kaldığı kadarını özetleyecek olursak Yüz Akı’nda ne olursa olsun doğrucu bir insan olmanın önemini, Rüşvet’te adâletin hangi noktalarda şaşabileceğini, Kızıl Elma Neresi? ile târihî bir arzunun verdiği heyecanı ve sorgulamanın önemini, Mermer Tezgah eserinde bir insanın kölesi olunamayacağını ve haysiyeti, Kaşağı’da korkuyla söylenilen bir yalanın vicdan azâbını, Zeytin-Ekmek’te âcizkâr olmamayı temkinli olarak aza tamah edebilmeyi, And’da dostluğun önemini, Kurbağa Duası’nda bâtıl inancın zararlarını, Falaka’da dönemin sosyolojik açıdan eğitim metodunu, Bir Çocuk Aleko’da kahraman bir Türk çocuğunda olabilecek vasıfları, Üç Nasihat’te sabretmenin önemini, Perili Köşk’te halkı kandırmanın acı sonunu, İlk Cinayet’te merhametin ilk tohumlarını, Pireler’de ilim yolunu tâkip etmenin önemini, Namus’ta toplumun ahlâk kurallarına beslediği bağlılığı ve netîcelerini, Uçurumun Kenarında ile kadınlarımızın sosyal hayattaki değişimi ve yapılmalarını, Kütük’te düşmanın dahi mert olması gerektiğini, Pembe İncili Kaftan’da cesâretin ve kahramanlığın değerini, Şefkate İman’da iyi ve kötü insanların çatışmasını, Bahar ve Kelebek’te târihî değerleri, Gizli Mabed’de târih içerisindeki kültürün muhâfazasının ne denli kıymetli olduğunu, Bir Hatıra’da bir işi yalnızca ehline vermenin gerekliliğini ve liyâkatsizliğin getirdiği zulmü, Nâdan’da câhilliğin hezeyanlarını, Yalnız Efe’de adâlet ve cesâreti, Niçin Zengin Olmamış? ile hîleci yollardan kazanılan paranın sonucu sefâlete uğranılacağını, Kazın Ayağı’nda haksız para kazanan zenginlerin halkı fakirliğe sürüklediğini, Primo Türk Çocuğu’nda millî değerlere yabancılaşmanın getirdiği sonucun kendi ifâdesiyle renksiz orduya dönüşmenin sıkıntılarını, Tuhaf Bir Zulüm’de Türklerin dînî hassâsiyetlerini kullanan Bulgarların eziyetini, Beyaz Lale’de Osmanlılık idealinin çöküşünü, Ashab-ı Kehfimiz’de ise yine Osmanlılık idealine kör olan bâzı Türkler ile sorgulayan bir Ermeni’nin uyarısını işlemiştir. Çoğu hikâyesinde onu en iyi tanıyanların da ifâdelerine göre mizahı seven bir şahsiyet olan Ömer Seyfettin, hikâyelerinde yer yer ironi ve nükteyi kullanarak trajikomik sahneler ile de yetişkinleri düşündürmeye sevk etmiştir. Şu âna kadar saydıklarımızın kat kat fazlası hikâyeler yazmış olan Ömer Seyfettin, sanıldığından öteye hikâyelerini yalnızca çocuklar için yazmamıştır. Dikkate değer ki her bir hikâyesinin tahlil incelemesini yaptığınızda birbirinden farklı teknikleri kullandığını görürsünüz. Hikâyelerinin neredeyse her birinde farklı bir teknik kullanmıştır. Bunun nedeni ise hikâyelerinden yalnızca mesaj alınmaması bunun yanında dâvete icâbetin yalnız okuyana değil, yazana da olması gerektiğini göstermiştir. Kendisinden sonra gelen edebiyatçılara hikâye noktasında eğildiğinde teknik açıdan faydalanması için hazînesini mîras olarak bırakmıştır.

Dâima yazmasından hareketle bir iş bitince diğer işe geçtiğini söyleyen yakınları nazarından onun azim ve çalışkanlığını görmekteyiz. Mutluluğun târifini ise yine çalışmaktan yana gören Ömer Seyfettin, özellikle sosyolojinin kişiler üzerinde getirdiği buhranların tekrar tekrar bir hastalık doğurduğunu tespit edip bu hususta yine okuyucularını bilgilendirmek ve uyarmaktan geri durmamıştır. “Çalışma ve Mutluluk” anlamına gelen Sa’y ve Saadet adlı yazısı ile toplum nezdinde felsefî bir anlayış getirmiştir. İnsanların mutlu olmasının târifini parça parça aldığımız satırlarında şunları dile getirmiştir:

“Ben mutluluğun yokluğunu dikkatle incelemeyi ve mutsuzluğun sırf bir meşguliyetsizlik fikri olduğunu düşünüyorum. (…) İnsan boş durursa beyni boş meşguliyetten veya boş meşguliyetin verdiği faâliyetten (dikkat!) bir bıkkınlık hissi -darılmazsanız mâneviyatsızlık diyeyim- duyar. Bitkin olur. İkilemler bütün tuhaflıklarını, bizi doğru yoldan saptıran tuhaflıklarını boş durduğumuz zaman gösterir ve hakîkatin farkına vardırmaz.”

Hikâyelerinin yanı sıra şiirlerindeki rûhu incelediğimizde benzer duygu ve düşüncelerini hem hikâyelerinde hem de şiirlerinde görebiliriz. Buna birkaç örnek verecek olursak;

Kaşağı ve And hikâyelerinde genellikle doğduğu yerleri betimleyen Ömer Seyfettin, dâima çocukluk yıllarına bir özlemle bakmıştır. Öyle ki bu özlemini yalnızca hikâyelerinde değil bizâtihi şiirlerinde de yansıtmıştır. Bunun en somut örneğini Doğduğum Yer adlı şiirinden verebiliriz:

Buralardan çok uzakta bir köydü!
Beyaz, billur bir derecik, içinden
Hıçkırırdı, sevinerek geçerken.
Kenarında vardı birçok söğüdü…

Görünmeyen bülbüllerin öğüdü!
Doğduğum yer, doğduğum yer… O cennet
Buralardan çok uzakta bir köydü!

  1. Meşrûtiyet’in îlânından sonra insanların sokaklara dökülmesi üzerine getirmiş olduğu erken sevinç üzerinden, ağırlıklı olarak da kahraman bakış açısıyla yazdığı, Hürriyet Gecesi adlı hikâyesinde kahramanı aydınlatan yaşlı bir insandan, erken gelen sevincin getirebileceği hezeyandan bahsetmiştir. Aynı üslûpla biraz daha genişleterek şiir içinde şiiri barındıran bir teknikle kaleme aldığı Derviş şiirini görmekteyiz. Derviş şiirindeki dervişin kahraman ile konuşması; Hürriyet Gecesi’ndeki kahraman yaşlı ve bilge kişinin konuşmasıyla büyük benzerlik taşımaktadır. Buralardan anlaşılan odur ki Ömer Seyfettin, târihin sayfalarını bizlere hem hikâye hem şiir şeklinde sunmuştur.

Mefkûresiz bir insanın hayvandan daha vahşî olabileceğini dile getirdiği Harem adlı hikâyesinde bir idealin yüksek kudretinden, yâni mefkûreden bahsetmiştir. Mefkûre onun için öyle kıymetlidir ki yanan mefkûre ateşinin bir milleti ok gibi ilerletecek kudrette olduğunu ve bunu yedi bölümde yazmış olduğu Koşma’sının altıncı bölümünden şöyle dile getirmiştir:

Milletleri uyandırır uykudan,
Bir ateştir… Alevi var, külü yok!
Hâinlerin ödü kopar korkudan
Kurtulunca yayından bu ateş ok…

Şiirin kıymetini ve ne denli yankı uyandırabileceğini bilen Ömer Seyfettin, edebiyatımızdaki millî şâirlere ithafen de kaleme aldığı dizeler bulunmaktadır.

Milletinin sesi olan ve “Bırak beni haykırayım susarsam sen mâtem et!” diyen Mehmet Emin Yurdakul’un bu haykırışını bir “peygamber sesi” olarak nitelendiren Ömer Seyfettin, M. Emin Yurdakul’un ölümsüz olacağına dair onu Mehmet Emin adlı şiirinde yaşatmıştır ve şiirinin son dörtlüğünde şöyle seslenmiştir:

Şimdi artık çocukların arkandan
Geliyorlar izlerini güderek
Bu mukaddes izler bütün şeref, şan.
Bir mefkûre cennetine gidecek…

Ziya Gökalp’ın anlayışından da evvele gidip yine onunla İsmail Gaspıralı’yı yakinen tâkip eden, “Dilde, fikirde, işte birlik” düstûrunu savunan, velhâsıl gittiği yolu kendisine de yol bilen Ömer Seyfettin, İsmail Gaspıralı ile ilgili olarak şunları dile getirmiştir:

“Türklerin lisanca birleşmesi bütün Turan’ın birleşmesi demektir. Kırım’ın büyük evlâdı İsmail Bey, son nefesine kadar bu yüksek ülküyü hakîkat hâline getirmeye çalıştı. Hatta biz Osmanlı Türklerini bile uyandırmaya uğraşıyordu.”[2]

Aynı zamanda Türk dünyâsı bütünüyle ilgisi arasındadır. Husûsî yazdığı Türk Dünyâsı şiirinin yanı sıra Turan’a ait olan özlemini de Güneş adlı şiirinin şu dizelerinde ifâde eder:

Bu karanlık böyle sürmez…
Bir sabah Güneş doğar, aydınlanır ortalık,
Uyanınca Turan çekmez artık ah…

Türk’ün târihini karanlık kalan noktalarından çekip çıkartabilecek bir târih bilgisine ve târih şuûruna sâhip olan Ömer Seyfettin, alt başlıkta “Büyük bir destanın dîbâcesi” olarak sunduğu Köroğlu Kimdi? dizelerini yazarak târih köprüsünü edebiyat sahâsı ile birleştirip ışık tutmuş ve dizelerinden önce yazdığı kısa bir açıklama metninde şöyle demiştir:

“Asırlardır nihâyetsiz karanlıkları içinde ne kadar şanlı hakîkatler vardır ki zamanla solar, bozulur, fenâ bir şekle girer. İşte “Köroğlu” denilen şahsiyet de böyle hakîkati silinmiş, nihâyet âdî, rezil bir eşkıyâ derecesine indirilmiş kahramanlarımızdan biridir. Büyük milletimiz Garb’a doğru sarkmazdan evvel hep Çinlilerle dövüşüyordu. Çinlilerse meşhur setlerinin hâricinde de bizi rahat bırakmamaya çalışırlardı. Bâhusus kurnaz kumandanları “Pan-ça-u” elde ettiği hâin bir Türk beyiyle Türkleri bütün bütün mahvetmeğe uğraşırdı. (…) Bir gün imrahorunu (ahır görevlisi) çağırdı. Göçebe Türklere karşı gönderdi, fakat bu Türk imrahor kardeşlerine kıyamadı. Pek kızdı. Onun gözlerini çıkarttı. Çöllere kovdurttu. Köroğlu işte milletine sâdık kalan imrahorun oğludur. (…) Köroğlu’nun hakîkatini şiir içinde tekrar yaşatacak, ciltlere sığmayacak kahramanlıklarını şiirin ilâhî sahîfesine sığdıracak genç milliyetperver şâirlerimizdir. Eski lehçe ile târihî hakîkati kısaca gösteren bu manzum “kalem tecrübesi”ni ben onlara ithaf ediyorum.”

Der ve destânını yazmaya başlar. Bu destan içinse şöyle bir yorum getirebiliriz ki belki de H. Nihal Atsız’a ilham olan bu satırlar Kürşad karakterini doğurmuştu. Bu destanı aynı zamanda kendisinden sonra gelecek olan kalem tecrübesi kimselere yazdığı bir mektup ve çağrı mâhiyetinde düşünecek olursak Atsız’ın Kürşat’ı, Ömer Seyfettin’in Köroğlu’sudur, diyebiliriz.

Türk’ün târihine ve kültürüne derinden hâkim olan Ömer Seyfettin, bâzı şiirlerinde mitolojik unsurların yanında Yaradılış destanını konu olarak kaleme almıştır. Özellikle Altın Destan adlı şiirindeki dizeler bize bunun somut örneğini vermektedir:

Tanrı önce mavi göğü, kara yeri yarattı.
Sonra gökte günü, ayı, yıldızı parlattı.
Yeryüzünü denizlerle, dağ ve belle bezedi,
“İşte sana su, od, ağaç, demir, toprak, al!” dedi.
“Al, bunlarla bir şen yurt yap, bir yeşil bağ hazırla,
Sana bir çift gelecektir, onu iyi ağırla!”
Ey biricik olan Tanrı, ey ikiler; gök ve yer!
Ey allılar; gün, ay, yıldız, dağlar, beller, denizler!
Ey dokuzlar ve ey beşler! Siz sevinçten coştunuz,
Türk ve Türkân geliyordu, hep görmeğe koştunuz…

Bu dizelerden yalnızca Türk’ün Yaradılış ve mitolojik unsurlarını değil aynı zamanda kuvvetli bir Türk tasavvurunun, yaratılma ve yaratılmadaki gâye algısını da görmekteyiz. Buradaki yorumumuz şudur ki Türk ve Türkân, Hz. Âdem ile Havva’yı kuvvetle muhtemel temsil ediyor olabilir. Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânı Lugâti’t Türk’te de belirttiği üzere Türk, dünyâya nizam verme ülküsü üzerine gönderilmiştir. Bundan dolayıdır ki Kaşgarlı Mahmud, Türk dilini öğrenmenin şiddetle tavsiyecisi olmuştur. Aynı zamanda bir peygamber vasfının en belirleyici özelliği olarak bir topluluk üzerine gelmesini de göz önünde bulundurursak yine kuvvetle muhtemel Türk ve Türkân, Tanrı tarafından yine Türklere gönderilmiş kişilerdir. Şiire göre Türk ve Türkân’ın gelmesinden dolayı sevinen Türkler için aynı zamanda onların geleceğini biliyor olmaları yorumu da çıkarılabilir.

Yazının başında belirttiğimiz gibi bir mefkûrenin doğum sancısını içinde taşıyan yüce şahsiyetler, yalnız kendi çağını değil nesillerin ruhlarını da bu mefkûreye mâzîden seslenmiştir. Bu seslenme ile yazımıza son verirken kudretli milletimizin târihi içerisinde aydın olabilme cehdini Cenâb-ı Hak’tan niyâz ederiz. Ve biliriz ki yine bir mefkûrenin doğum sancısında, Ziya Gökalp’in de söylediklerinden yola çıkarak kişilerin yalnız kendi hürriyetlerini değil, milletinin istiklâlini düşünen mefkûrelere hizmet edecek şahsiyetleri var edebilmenin de elbette bundan yüzyıllarca gerilere gittiğimizde kolay olmadığı gibi şimdi de kolay olmayacağını bilmekteyiz. Bu kutlu yolu kendisine dûçar edinenlere Ömer Seyfettin’in kendisinden yola çıkarak bütün bir Türklüğe şu dizeleriyle seslenişi, mefkûrenin ateşini dâima diri tutmaya hizmet verecektir:

“Durmayalım, durmak zamanı değil,
Durmak, korku verir, bunu iyi bil!”
Yürüyeceğim ben, ey düşman! Eğil…
Uykuda geçmesin gençliği, yaşım…

Aklımda yurduma yapılan vurgun,
Miskinlikten geldi o kanlı bozgun,
Dilerim Tanrı’dan, düşersem yorgun
Olsun duracağım yer mezar taşım…

KAYNAKÇA

Ömer Seyfettin. Çocuklarımız-1-2-3. Genç Kalemler Dergisi. Türk Dil Kurumu Yayınları.

Polat, Nazım Hikmet. Şair Ömer Seyfettin. Türk Dil Kurumu Yayınları.

Yücebaş, Hilmi. Ömer Seyfettin Hayatı- Hatıraları- Şiirler. Ahmet Halit Kitabevi. 1960.

Alangu, Tahir. Bir Ülkücünün Romanı: Ömer Seyfettin. Yapı Kredi Yayınları. 2017.

Ömer Seyfettin. Sa’y ve Saadet.

[1] Gökalp, Ziya. Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, İstanbul: Ötüken Yayınları. 2020. s. 54.

[2] Hablemitoğlu, Necip. Gaspıralı İsmail.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.