Günümüz dünyâsında Birleşmiş Milletler’e kayıtlı 193 ülke bulunmaktadır. Bu ülkelerin pek çoğu hukûken tanınan, egemenlik alanları bulunan devletlerdir. Hepsi de (Güvenlik Konseyini dışarıda bırakırsak) hukûken eşit statüdedir. Fakat iş fiilî alana döndüğünde her ülkenin eşit olmadığını görebiliyoruz. Burada askerî, iktisâdî yaptırım güçleri devreye giriyor ve hak güçlünündür ilkesi geçerli oluyor. Tabiî bu günümüz dünyâsının bir gerçeği. Değişmesi gereken bir gerçek… Saygınlığın güçle orantılı olması pek insanî gibi durmuyor. Ancak bu saygınlık sadece güçle ilgili de değil. Bir de her ülkenin içinde yaşayan vatandaşların durumu var. Daha özgür bir şekilde yaşayabilen insanların bulundukları ülkeler normal insanlar arasında daha çok saygı görmektedir. Peki neden? Bu konuya önceki yazılarda millî bütünleşme ve homojen nüfus ile değinmiştik. Asıl konumuz olan Halkçılık da aslında bununla ilgilidir.

Pek çok kişinin ideolojik görüşüne göre bu konuya vereceği cevaplar olacaktır. Pek çoğu da kendi açısından tutarlı cevaplar verdiği takdirde haklı da olabilir. Liberal bir düşünceye sâhipseniz buna özgürlüklerin bol olduğu ülke daha çok tercih edilir veya refah insanları kendine çeker de diyebilirsiniz. Tabiî arkasından ekonomik refahın temeli zâten bireysel özgürlüklerdir diye de devam edebilirsiniz. Burada Liberal düşüncenin haklılığına veya haksızlığına girmeyeceğim. Ancak yazının sonunda bu açıdan da bir düşüncemiz oluşabilir. Daha önceki yazılarda da değindiğim bir noktayı hatırlatmak isterim. Demokrasinin düzgün çalışabilmesi için en önemli şart, yaşanılan ülkede nüfûsun homojen yani aynı milletten olması, bu milletin fertleri devletin gözünde eşit olması, vatandaşlar arasında da belirgin sınıf farklılıkları olmamasıdır. Bunlar da yalnızca hukûkî olmamalı, sosyal hayatta da karşılık bulmalıdır. Yâni aynı milletten olmak sâdece hukûkî değil sosyolojik de olmalı; devlet adam kayırmamalı veya temel hak ve ödevlerde tüm vatandaşlara eşit davranmalıdır.

Yukarıdaki hatırlatmaların ardından artık Dokuz Işık doktrininde Halkçılığın ne olduğuna ve konuyla ilgili önerilerin temeline inebiliriz. Girişte de bahsettiğimiz üzere Türk milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyâda saygın ve imrenilen bir yerde olması ve bundan çok daha önemlisi; Türk milletinin yarınlarını yetiştiren Türk halkının hür, refah ve insanca yaşaması için Halkçılık, Dokuz Işık’ın en temel ilkelerinden olmuştur. Çünkü Ülkücü Hareket, Türk milletinin ebedî bekâsını sağlamak için mücâdele etmenin yanında Türk milletini yeniden medeniyet inşâ edecek düzeye getirmek için de çalışmaktadır. İşte bu sebeple insanımız iktisâdî, kültürel ve siyâsî anlamda kesinlikle hür ve bütün olmalıdır. Zaten milliyetçilik bunların temelini toplumculuk ilkesi ile başlatmış ve önemli bir noktaya taşımıştı. Halkçılık ise işi devlet nazarından halkı eşit görmekle devam etmektedir.

Dokuz Işık yazıldığı dönem îtibâri ile 1920-30’ların çözüm önerilerinin üstüne yenilerini koyarak devam etmiştir. Çünkü dönem değişmiş, birtakım sorunlar çözülmüş fakat yeni sorunlar türemiş; üstüne üstlük bâzı sorunlar 1960’larda devam etmiş ve belki hâlen devam etmektedir. Çözülen sorunların yeniden ortaya çıkması gibi tehlikeler ise devam etmektedir. Öncelikle çözülen sorunların üzerine binen yeni sorunlarla başlayalım.

Hatırlarsanız Atatürk İlkeleri’nde Halkçılığın temel amacı, İmparatorlukta olmayan veya olamayan millet temelli vatandaşlık bilincini halka kazandırmaktı. Bu sebeple Türk olmanın gurur ve şuuru, Türk olmak sâyesinde kazanılan haklar ön plana çıkarılmış; her Türk vatandaşının eşit olduğu vurgulanmış, her vatandaşın yaptığı işin ne kadar kutsal olduğu bilinci yerleştirilmeye çalışılmıştı. Sonuncunun başarısı tartışmaya açık olmakla beraber diğerlerinde başarılı olunduğu söylenebilir.

Türk olmanın gurur ve şuurundan başlamak gerekirse; zaten Dokuz Işık’ın tâbirini kullandığımızı fark etmişsinizdir. Türklük gurur ve şuuru. Bu asla eksik bırakılmaması gereken en temel ilkedir. Çünkü vatandaşlık bağı ile birbirine bağlı insanları sosyal anlamda birbirine bağlayan en güçlü bağ millet olmaktır ki vatandaşlık da pek çok devlette milletin hukûkî karşılığı olmakta fakat sonradan da kazanılabilmektedir. Burada istisnalar ve ayrıntılar olduğunu kabul ederek devam ediyorum. Bir millet olmanın idrâki âilede ve toplumda başlar. Ancak normal şartlarda zâten farklı milletleri fiziken görmeyen çocuklar millet olmanın şuurunu fark edemeyebilir. Burada millî eğitim, sanat eserleri (filmler, kitaplar, müzikler vs.), bayramlar gibi unsurlar devreye girer. Millî eğitim bunun başlıca unsurudur. Burada konuşulan dil tam olarak öğrenilir, okunur ve yazılır; milletin târihi, başarıları, hayâtı, mağlubiyetleri, sanat eserleri öğrenilir. İşte bunlar düzgün yapılırsa millî şuur da tüm yurtta ortak biçimde yerleşir. Ülkücü Hareket’in en çok üzerinde durduğu konu da budur. Bu sebeple sürekli canlı tutulacak, hiçbir zaman tam olarak başarılmış sayılamayacak unsur da bu şuurdur. Çünkü her nesilde devam eder. Burayı hallettikten sonra artık insanlar yanındakine güvenir ve biz şuuru oluşur.

Artık bir diğer unsura geçebiliriz. Bu da Türk olmak sayesinde kazanılan haklar ve ödevlerdir. Burada da Genç Cumhuriyet, nispeten başarılı oldu diyebiliriz. Başarılı ve başarısız taraflarına değinelim. Millî egemenlik, seçme ve seçilme hakkı, Türk sermayesinin oluşturulması, eğitimde birliğin kanunlaşması, emeklilik; herkesin vergi vermesi, askere gitmesi gibi haklar ve ödevler milletin büyük oranda sindirdiği inkılaplar olmuştur. Başarılıdır diyebiliriz. Fakat aynı uygulamalarda başarısızlıklar da vardır. Halkın ekonomik ve kültürel özgürlüğü tam olarak sağlanamadığı için siyasi bağımsızlık teoride kalmıştır. Osmanlı’dan kalma âyanlığın devâmı ağalık özellikle İç, Güney ve Doğu Anadolu’da uzun yıllar çözülememiştir. Sonraki yıllarda Toprak Reformu uygulanmış ancak beklenen etki yakalanamamıştır. Üstüne üstlük Toprak Reformu bir görüşe göre CHP’nin sonunu getiren önemli etkenlerdendir. Sanayileşme, ileriki yıllarda konuyu önemli oranda etkisiz kılmış ancak onun yarattığı başka problemler ağalığı aratır olmuştur. Ayrıca Türk sermayesinin oluşması da oldukça sancılı bir süreçte kısmen başarılmış ancak sermayenin dağılımındaki adâletsizlik önlenememiştir. Sermaye gruplarının siyasette etkili olması da pek çok ülke gibi Türkiye’de de çözülememiştir. Vergi sistemindeki adâletsizlik ise yıllar geçtikçe yozlaşmıştır. Dolaylı vergilerin artması, zengin ve fakirin eşit oranlı vergiye muhatap olması belki başlardaki başarıları küçültmüştür. Tüm bunların kanıtlarını vermeyeceğim. Bu önemli olsa da başka bir yazının konusudur. Fakat en basit Türk iktisat târihi kitaplarında kolayca bu sorunları görebilirsiniz. Bunun yanında bir önemli konu var ki devletimizin iyi yaptığı bir işin nasıl yozlaştığını anlamak mümkün değildir. Herkesin eşit olabildiği nadir durumlardan olan askerlik son yıllarda bedelli askerlik gibi bir belayla karşı karşıyadır.

Yeri gelmişken bedelli askerliğe bir parantez açmak gerekmektedir. Bugün pek çok vatandaş askerliğin vakit kaybı olduğunu, zâten profesyonel birliklerin asıl işi yaptığını ve sıradan erlere pek iş düşmediğini, askere gidip gelene kadar bir yerde çalışmanın daha kârlı olduğunu düşünmektedir. Fakat her vatandaşın askere gitmesinin hem millî güvenlik açısından hem de vatandaşlık açısından ciddi faydaları vardır. Konumuz penceresinden bakmadan önce millî güvenlik açısından konuya bakalım. Bugünün dünyâsında kitle imha silahlarının gelişmiş olması, insan unsurunun yavaş yavaş önemini kaybettiği düşüncesi vardır. Fakat savaş silah ve ekonomi öğütücü bir şeydir. Savaş çıktığında silahlar hızla tükenmekte ve erlerin önemi çabucak anlaşılmaktadır. Bunun yanında savaş planı yapacaksanız karşıdaki ülkenin seferberlik hâlinde ne kadar insan toplayabileceği masaya ilk yatırılması gerekenlerdendir. Eğer zamanında temel askerî bilgileri öğrenen bir kitleniz varsa oldukça avantajlısınız demektir. Seferberlik hâlinde nasıl davranılması gerektiğini bilen, silah patladığında hızlıca refleks gösterebilen bir nüfus her ülkenin işine gelecektir. Asıl konumuz açısından ise; yukarıda belirttiğimiz gibi askerlik halkın sosyal statüsü ne olursa olsun eşit olabildiği en önemli yerdir. Zengin, fakir; Hakkarili, Edirneli vs. aynı kıyafeti giyer, aynı koğuşta yatar, aynı yemeği yer, aynı işleri yapar. Bu insanların kendilerinin yaşadığı hayâtın dışında bir hayat görebilmesinin en kestirme yollarından biri budur. Arkasından herkesin eşit eğitim alabilmesi eşit şekilde sağlık sisteminden yararlanabilmesi de vatandaşlar arasındaki birlikteliği arttıracaktır.

Şimdi bu eksikliklere yönelik bâzı çözüm önerilerine geçebiliriz. Öncelikle daha önce de bahsettiğimiz konuları hatırlayalım. Türkiye’de Osmanlı döneminden beri etkili olan aydın-halk çatışmasının varlığına dikkat çekmek gerekmektedir. Kendisini halktan yüksek gören ve ona yabancılaşan aydınlar ve aydını kendinden görmeyen bir halktan bahsetmiştik. Bunlara tekrar değinmeyeceğim. Dokuz Işık bu konuya yine eğilmiş ve Ziya Gökalp çizgisinde konuyu ele almıştır. Yâni; halkın yaşadığı millî kültür bizim tek kurtuluşumuz. Bu kültürü zamanın imkânları ile buluşturup şekillendirmek kalkınmamızın başlıca şartıdır. Bu konudaki temel ilke: Halk için, halkla beraber, halka doğrudur. Çünkü bir toplumun aydınları halka yabancılaşmışsa o toplum kalkınamaz. Aydınların getirdiği çözüm önerileri toplum gerçeklerinden uzak olacağı için taklitçilikten öteye geçemeyecektir. Ayrıca birtakım şeyler doğru da yapılsa uygulama üslûbunda hatâlar ortaya çıkacak ve bu halkta tepkilere, reaksiyonlara yol açacaktır. Yıllardır iyi işler yaptığını düşünen insanların halktan beklediği karşılığı alamayıp üstüne tepki görmesi sonucunda “Bu millet aptal!” düşüncesine kapılması da bundandır. Türk milliyetçisi aydınların üzerine düşen vazîfe ilk olarak hatayı kendine aramaktır. Çuvaldızı ilk kendine batırmayan çözümü de bulamayacaktır.

İkinci olarak devlet unsuruna geçelim. Türk milliyetçiliği tabiatıyla toplumcudur. Bu da milliyetçiliği temel ideoloji yapmış devletin sosyal devlet olma zorunluluğunu doğurur. Sosyal devlet vatandaşlarına sosyal adâlet vaat eder. Sosyal adâlet Halkçılığın temelidir. Sosyal adâleti sağlayamayan sosyal devlet ise büyük ihtimalle rüşvetin, adam kayırmanın, liyakatsizliğin, çıkar gruplarının kol gezdiği bir devlettir. Milliyetçiliği temel ideolojisi yapmamış fakat sosyal devlet iddiasında bulunan SSCB en yakın örneklerdir. Güney Amerika’da da kolayca bulabilirsiniz. Ayrıca çok uzağa gitmek istemeyenler varsa bâzı örneklere pasaportsuz da ulaşabilir. Bu Türkiye ve Türk dünyâsının başlıca problemlerindendir. Peki sosyal adâlet nedir? Dokuz Işık’a göre devletin dîni adâlettir. Sosyal adâlet devletin tüm vatandaşlara eşit imkânı sağlamasıdır. Buradaki imkanlar eğitim, sağlık, ulaşım, barınma gibi temel ihtiyaçların tüm vatandaşlara eşit dağıtılmasıdır. Her vatandaş cebindeki paraya, ırkına, mezhebine, dînine, milliyetine (vatandaşlık bağı ile Türk olan herkesin milliyet farkına bakılmamasını kastediyoruz), cinsiyetine bakılmaksızın sağlık siteminden, eğitim imkanından vb. ücretsiz yararlanabilmelidir. Tabiî olarak özel okul ve hastaneler, paralı yollar ortadan kalkmalıdır. Zaten Dokuz Işık devletin bulunduğu veya bulunması gereken alanlarda özel teşebbüse müsaade etmediği gibi, özel sektörün girmesinde sakınca olmayan alanlara devletin yalnızca denetleyici olarak girmesini öngörür. Bir parantez açmak gerekirse; buradaki sektörler temelde değişmemekle beraber zamanla değişebilir. Bu imkânlardaki eşitlik, berâberinde fırsatları da doğuracaktır. Bu fırsatlar devletten veya toplumdan kaynaklanan gelir ve nimetlerdir. Burada da hak nispetinde eşitlik öngörülmüştür. Yâni hak eden üniversiteye girebilir, memur olabilir vs.

Tabiî sadece haklar değil, yükümlülüklerde de eşitlik ama öncelikle adâlet, sosyal devletin ilkesidir. Vergi vermek, askere gitmek, temel eğitim görmek, hukûka uygun hareket etmek… Vergi meselesinden örnek verecek olursak; herkes vergisini vermelidir ki bu eşitliktir. Ancak her vatandaş eşit kazanmamaktadır. Bu sebeple artan oranlı vergi öngörülmüştür. Adâlet de budur. Bunların yanında eşit beden koşullarına sâhip olmayanların da âdil bir şekilde diğerlerine yaklaştırılması da doğal olarak belirtilmiştir. Bunu belirtmekte yarar vardır. Bu, Türk milliyetçilerini Nazilere benzetenlerin düşünmesi gereken bir noktadır.

Bunların dışında bir sosyal yardımlaşma kurumu da öngörülmekte ve her anlamda vatandaşların sâhip oldukları dezavantajların giderilmesi ilkesi ön plana çıkarılmaktadır. Peki bu kurumun bütçesi nereden sağlanacak? İşte Dokuz Işık eksiklikleri giderirken Türk toplumunun bütünleşmesini de ön plana çıkarmıştır.

Bilindiği üzere İslâm’ın bir farzı olan zekât İslâmiyet’in ilk dönemlerinde devlet tarafından vergi olarak toplanmakta idi. Vergi, ise devletin vatandaşlarına hizmet edebilmek için kullanacağı sermayenin önemli bir kaynağıdır. Buradaki fıkhi tartışmalar vardır. Ancak Dokuz Işık zekâtı vergi niyetiyle toplamak yerine insanların birbirine yardımını düzenlemek adına zekât müessesesi öngörmüş ve sosyal yardımlaşma kurumun bütçesini buradan karşılamayı planlamıştır. Çünkü hem insanların zekatını güvenle verebilmesi hem de toplumun birlikteliğinin güçlenmesi devletin de halkın da yararına olacaktır.

Dokuz Işık’ın Halkçılık ilkesinin bütün planlarını buraya sığdırmak doğru olmayacaktır. Burada maksadımız önceki yazılarla beraber Dokuz Işık’ın ve dolayısıyla Türk milliyetçilerinin konuya bakış açısını ortaya koymaktı. Temel ilke hep “Halk için, halkla beraber, halka doğru” olmuştur. Tüm uygulama planları bu ilke ile şekillenmiştir. Günümüzde yazılacak yeni uygulama planları ve Türk milliyetçilerinin yetişmesinde bu ilke göz önünde tutulmalıdır.

İşte girişte belirttiğimiz saygın devlet ve imrenilen milletler seviyesine ulaşmamız, daha önemlisi insanımızın her anlamda hür olabilmesinin yolu budur. Türk milleti hak ettiği hayâtı Halkçılığın lâyıkıyla uygulanması ile bulacaktır. Bu konuda oldukça eksiklerimiz vardır. Dokuz Işık’ın ve önceki uygulama planlarımızın üzerinden zaman geçmiştir. Türk milliyetçilerinin bunları geliştirmesi, yenilemesi fakat ilkelerinden uzaklaşmaması gerekmektedir.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.