“Hâkimiyet, bîlâ kaydu şart milletindir.”

M. Kemal Atatürk

Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, hiç şüphesiz geçtiğimiz yüzyılın en büyük askerî ve siyasî dehalarından biriydi. Demokratik, çağdaş, siyasal sistemlerin doğasını anlamıştı. Dünya konjonktüründe devletlerin evrildiği istikameti çok iyi ve doğru bir şekilde kavradığı gibi kendi içinde bulunduğu toplumun ve ülkesindeki siyasî atmosferin geçmişten geleceğe istikametini doğru tahlil etmişti. Üç tarz-ı siyasetin neticesinde gelinen nokta, onun için sadece bir siyasî zaruret de değildi. Mensubu olduğu milleti tanıyan ve o milletin içinde barındırdığı cevhere güvenen bir lider olarak; milletini, millî kimliğiyle birlikte kalkındırmak ve millet kavramını siyasal sistemin meşruiyetinin dayanağı haline getirmek, onun yegâne arzularından biri olmuştur. Burada hem içinde bulunulan konjonktürün getirdiği realitenin hem de millî şuurun beraberinde getirdiği arzu ve iştiyakın birleştiği bir ideal düzenden bahsediyoruz. Bu düzen, egemenliğin millete ait olduğu, Türk milliyetçiliğinin perspektifinde bir istikamete sahip olan demokratik bir millî devlet düzenidir. Bu da ayrıcalıklı hiçbir kişi, sınıf, zümre ve grubun olmadığı; fertlerin ve toplumun, millî kimliğinin şuuruna varması ile siyasal mekanizma içinde millet menfaatleri etrafında birleşebildiği bir toplumsal ve siyasî atmosferi inşa edebilecektir. Bu doğrultuda bu düzen, millî kimlik merkezli bir toplumsal uzlaşı zemininde millî hedeflerin tespit edilerek bütün kuvvet unsurlarının bu hedeflere kanalize edilebildiği bir düzen demektir.

Demokrasi Paradoksu

Demokratik siyasal sistemler, elbette farklı fikir ve düşüncelerin karşılaştığı ve hatta çatıştığı bir platform olma fonksiyonunu da ifa etmektedir ve etmelidir. Ancak burada bir ölçü, kapsamı ve sınırları belirleyen ilkeler, gaye ve istikamet adına bir çerçeve tespit edilmez ve bunlar bağlayıcı bir zaruret teşkil etmezse ne olur? Demokrasi; bir çatışan fikirler kargaşası, ölçüsüz ve sınırsız bir düşünce diyalektiğinin kaosu mudur? Bu sorulara verilecek bazı cevaplar, teknik olarak demokrasiyi sınırlandırmak olarak görülecektir ve ciddi itirazlarla karşılaşacaktır. Çünkü demokrasi, doğası gereği sınır kabul etmemekte ve paydaşlarına sınırsız bir hürriyet sahası sunmakta görünür. Aksi takdirde demokrasinin varlığı tartışma konusu olacaktır. Peki, hemen yine soralım, bir fikri ve düşünceyi doğru kılan şey, onun çatışmadan galip çıkması mıdır? Doğru olmanın ölçüsü nasıl tayin edilir, yoksa bu da çatışmanın akıbetine mi bağlıdır? Daha da genişletecek olursak doğru, iyi ve güzelin nasıl tayin edileceği, kazanmak ve kaybetmek arasında bir mücadelenin neticesine mi bağlıdır? Yoksa demokrasi, kazanmayı bilenlerin egemenliği mi demektir?

Hemen ifade edelim ki bu sorgulamaları yapıyoruz diye demokrasiye karşı olduğumuz zannedilmesin. Demokrasiden daha iyi bir yönetim biçimi olmadığını savunduğumuzu belirtelim ki muhtemel çatışma ortamının tarafları, bizi tekrar izahat vermek durumunda bırakmasın. Bunun dışında zaten yazımızın niyet ve gayesini akıl sahipleri kavrayacaktır.

Demokrasinin sınırsız ve kısıtsız bir kapsamda arz ettiği görüntü, bazı ironik ihtimalleri de beraberinde getirmektedir. Somutlaştırmak adına bazı örnekler verebiliriz. Tarihî olaylara dayanarak çekilen “300 Spartalı” filmini izleyenler hatırlayacaktır. Sparta Kralı Leonidas, yaklaşmakta olan istilacı büyük Pers ordusuna karşı savaş hazırlığı yapılması gerektiğini, savaşın kaçınılmaz olduğunu ve erken davranarak inisiyatifi elde tutmanın zorunluluğunu telkin etmekteydi. Ancak Sparta meclisinden bazı üyeler, tehlikenin abartıldığını ileri sürmüşler, kâhinlerin savaş istememesi gerekçesiyle savaşa karşı çıkmışlardır. Sparta’nın savaşa girmemesi kararının alınmasının ardından, sadece üç yüz kişilik seçkin bir birlik gönüllü olarak en azından taktik manevralarla Pers ordusunu yıpratma düşüncesiyle geri dönülmez bir savaşa girişmiştir. Bu birliğin yalnız bırakılmaması ve yaklaşan tehdidin vakit kaybetmeden bertaraf edilmesi telkinlerine karşı baskın ve etkileyici bir hitabetle savaş karşıtlığı, meclisi yine etkilemiştir. Gönüllü birlik büyük kahramanlık örnekleri sergilemesine rağmen tabi ki Pers ordusunu durduramamıştır ve istilacı büyük Pers ordusu Sparta’ya dayanmıştır. Sonunda savaş karşıtı propagandayı örgütleyenlerin ve kâhinlerin Pers Kralı Xerxes tarafından altın paralarla satın alınmış olmasının ortaya çıkmasıyla ironik durum daha da katlanmıştır.

İronik ihtimallere bir örnek daha verelim. Demokrasiye karşı olmak da bir düşüncedir ve sınırsız öngörülen özgürlükler sahasında hayat bulabilir. Bu düşünceyi ileri sürenler propagandanın gücüyle kamuoyunu etkileyebilir. Bütün bunlar teknik olarak demokrasinin doğasına uygundur. Bu da demek oluyor ki demokrasi, bizzat onun sağladığı imkânlar kullanılarak yok edilebilir. Mesela halkın diktatörlük istemesi ve bunun referandum yoluyla gerçekleşmesi, gayet de demokratik bir süreç olarak görünmektedir. Ancak neticede demokrasi kendisini yok etmiş olur. Bu gibi durumlara karşı tedbir maksatlı kısıtlama getirmek, mücadeleci/militan demokrasi adıyla siyaset bilimi alanında tartışılsa da demokrasi kavramının muhtevasındaki paradoks ortadan kalkmamıştır.

Demokrasi kavramı; hak ve hürriyetler konularında önemli ve geniş bir sahaya kapı açmakla beraber, kendisinin bizatihi bir çatışma platformu fonksiyonu ifa etmesinden ötürü, iki sahaya daha kapı açmaktadır: Kamuoyu ve propaganda. Çatışmanın tarafları bu iki sahaya ne kadar hâkimse, kazanmaya o kadar yakındır. Aslında birbirine çok bağımlı olan iki kavramdan söz etmekteyiz. Propaganda sahasına hâkim olanın kamuoyuna hâkim olması daha muhtemeldir. Demokratik sistemlerde fikir ve ifade hürriyetiyle beraber propaganda hürriyeti de güvence altındadır. Bu bağlamda hürriyet/özgürlük kavramını ameliyat nispetinde açmanın ve doğru telakkilerle yeniden tarif etmenin bir zaruret halini aldığını tespit etmek zorundayız.

Hür İrade Ne Kadar Hür?

Demokrasinin doğası gereği, demokrasiye katılanların iradelerinin hür olması gerekir. Peki hür irade ne demektir? İrade nasıl hür olur? İradenin hür olması; genel geçer bir tarifle, insanın kararlarını bir baskı altında olmadan verebilmesini ihtiva eder. İnsanın tamamen kendi kendine karar vermesi şeklinde bir görüntü arz eder. Ancak meselenin biraz felsefesini yapacak olursak durum karmaşıklaşacaktır. Bir konu hakkında karar vermenin bileşenleri nelerdir? Karar verme süreci nasıl işlemektedir? İnsanda fikir ve düşünce neye göre, nasıl oluşur? Burada nasıl bir ölçü, kapsam ve gaye vardır? Karar verirken insan, hangi bağlayıcı unsurları taşır, hangi seçenekler arasında tercih yapar? Bu karar ve tercihler, kendisinin farkında olmadan manipüle edilebilir mi? Bir konu hakkında tercih yapabilmek için her şeyden önce tercihin neden yapılması gerektiği, yani tercihte bulunmanın gayesi tespit edilmelidir. Bu gaye neye göre ve nasıl, doğru, iyi ve güzel şekilde tecelli edecektir? Gaye; doğru, iyi ve güzel şekilde var olsa dahi bu gaye doğrultusunda tercih yapmak için belli bir bilgi ve donanıma sahip olma ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Doğru bilgiye ve tercih yapmak için gerekli donanıma sahip olmak herkes için muhtemel bir durum olarak görünmemektedir. Çünkü bilgilerden oluşan dünya da manipülasyona açıktır.

Doğru bilgiye erişmenin emniyeti ile ilgili bir düzenleme ortaya konulması gerekliliğinin beraberinde getirdiği, bir ölçünün var olup olmaması sorusu ile karar verme, tercih yapma, gayeyi tespit etme meselelerinde de ölçü olmalı mıdır, olmalıysa nasıl olmalıdır? Bu meseleler doğrultusunda ortak bir kaide ortaya koymak, çatışmanın doğasına ve diyalektik bir işleyişe bırakıldığında, pek de sağlıklı bir süreç olarak görünmeyecektir. Çünkü şansa bırakılmıştır, manipülasyona sonuna kadar açıktır. Burada güç sahipleri inisiyatifi elinde tutmaktadır. Bir ölçü ve referans noktası olmaksızın ortaya çıkacak görüntü kaostur ve bu kaostan güç sahipleri faydalanacaktır. Böyle bir ortamda insan, özgür iradenin sahibi olarak bu irade ile ne yapacağının şaşkınlığıyla, dalından kopan bir yaprak gibi yönünü tayin etmeye çalışmakta ancak dengesini bulamamakta, kaderini rüzgârın insafına teslim etmektedir. Dalından kopan yaprak da serbest ve özgür görünmektedir. Ancak ayakları yere basmayan, kendisini sevk ve idare edebilme imkân ve kabiliyetinden yoksun bir varlığın özgürlüğü ne kadar mümkündür? Yönü rüzgârın esişiyle tayin edilmiş varlık, gittiği yönü kendisi mi tercih etmiştir? Tam da burada bir yanılsamanın mevcut bulunduğu, artık kendisini göstermektedir. Rüzgâr, güç sahiplerinin özgür irade üzerindeki manipülasyonudur. Bu manipülasyonun en önemli vasıtası da propagandadır. Herkes propaganda yapmakta da özgürdür. Ancak fırsatlar ve imkânlar eşit değildir. Güce dayanan, büyük bir ağ ve finansmanla desteklenen, psikolojik tekniklerle kuşanmış örgütlü propagandalar, özgür iradenin görünmez esir prangaları işlevini görebilmekte, karar ve tercihlerin yönünü, fark edilmeden tayin edebilmektedir. Ticarette reklam teknikleri, sosyal ve siyasî alanlarda propaganda teknikleri, özgür iradeyi tıpkı bir çoban gibi güdebilmektedir. Özgür iradeyi böylesine manipüle edebilmek de özgürlüğün kapsamında mıdır? Demokratik düzende teknik olarak bu soruya “usûlde evet” cevabını vermek durumundayız. Ancak “esasta hayır” cevabını akıl sahipleri verecektir. Çünkü özgür iradenin özgürlüğü, fark edilmeden sinsice zapturapt altına alınmaktadır. Usûle uygun, esasa aykırı olan bu durumun takip ve kontrolü nasıl sağlanır? Böyle bir takip ve kontrol mekanizması da demokrasinin doğasına aykırı görünecektir. Demokrasi paradoksunun bir boyutu da budur.

Zaruret Ölçüsü: Ölçü Zarureti

Geldiğimiz noktada, hürriyet ve demokrasi kavramlarının ameliyatı bir zaruret halini almıştır. Kişi, aile, zümre, grup, dinî veya etnik topluluk, ideolojik örgüt ve hatta yabancı devlet ve örgütlerin içerideki destekçileri gibi bazı birimlerin, kendi menfaatleri için özgür iradeyi demokratik yollardan güderek toplumun, halkın ve milletin menfaatlerini, hürriyet ve demokrasi naraları atarak çiğnemesi ve sömürmesi, hürriyet ve demokrasi kavramlarının ameliyatının zaruret haline gelmesi için yeterlidir. Biz hürriyet ve demokrasi kavramlarına elbette düşman değiliz. Bu kavramların, sömürünün sebebi olduğunu da ifade etmiyoruz. Sömürünün vasıtası olarak kullanıldığını ifade ediyoruz. Ölçüsüz, referans noktasından yoksun oluşuna itiraz ediyoruz. Bu kavramların, toplumu aldatma, kandırma ve toplum menfaatleri dışında çeşitli menfaat odaklarının emelleri doğrultusunda toplumu ve kamuoyunu yönlendirme maksadıyla zırh olarak kullanıldığını görüyoruz. Tabi ki yine demokrasinin sağladığı imkânlar ve fırsatlar aracılığıyla bu menfaat ve güç odaklarına itiraz ediyoruz. Bu imkân ve fırsatların kullanılmasındaki güç dengesizliğine rağmen… Biliyoruz ki bir fikir ve düşüncenin teveccüh görmesi, maalesef ki onun doğru, iyi ve güzel olması ile ilgili değildir. Propagandanın gücüyle ilgilidir. Çok tekrarlanan, sık tekrarlanan ve yüksek sesle tekrarlanan nice yanlış, kötü ve çirkin fikir ve düşüncenin yaygın bir şekilde teveccüh görebildiğini ve sesini yeteri kadar yükseltebilme imkân ve fırsatı bulamayan doğru, iyi ve güzel fikir ve düşüncenin gürültü arasında itibarsızlaştırıldığını çok defa müşahede ettik. Neye göre doğru, neye göre iyi tartışmasından ötürü kaybettiğimiz zaman, bizi çok defa telafisi zor noktalara götürdü. Burada bir zaruret doğmaktadır; bir ölçü zarureti… Hadi, bu meselenin halli noktasına geliyorsak eğer, bir seksen-yüz yıl da bunu tartışalım, kime göre neye göre ölçü?

Siyasette Muhabbet… Hepsi Yalan, Palavra!

Buraya kadar bahsetmiş olduğumuz “ölçü” meselesinin felsefî boyutları, insanın varlığı ve gayesi noktasında ontolojik bazı sorgulamaları beraberinde getirecektir. Felsefî zeminin doğru bir şekilde oturtulması çok önemli olmakla beraber biz meselenin şimdilik siyasî boyutlarıyla ilgilenmekle iktifa edeceğiz. Demokratik sistemin işleyiş sürecini daha doğru bir zemine oturtmak zarureti, çatışmanın ve diyalektiğin kaosundan sıyrılıp, toplumsal bir uzlaşı siyasetinin inşa edilmesi gerekliliği şeklinde kendisini göstermektedir. Gerek mevcuttaki ve gelecekteki yakın-uzak tehditlere karşı tedbirlerin geliştirilmesi gerek stratejik ve politik istikrarlı hedeflerin tespit edilip kalkınmanın gerçekleştirilmesi, gerekse de kalkınma ve büyümenin istikbaldeki nihai neticelerinin toplum ve devlet nezdinde kanalize olacağı büyük stratejilerin var edilebilmesi, akıl sahiplerinin muhayyilesinde elzemdir. Bunun için de siyasetin bölücü ve parçalayıcı bir toplumsal atmosfer meydana getirmesinden ziyade, birleşme ve bütünleşme zeminine oturması gerekliliği, zarureti perçinlemektedir. Toplumun uzlaşısı, bir ve bütün olarak müşterek menfaatler şuurunda bir irade meydana getirebilmesi; doğruyu yanlıştan ayıracak bir referans noktasından hareket edebilme şuur ve iradesinin var edilebilmesi için kritik bir nokta arz edecektir. Bu uzlaşı ve bütünleşmenin getireceği şuur ve iradenin oturacağı zemin, şimdiye kadar bahsetmiş olduğumuz ölçü meselesinin siyasî dayanağı olacaktır. Böylelikle, siyasetin güttüğü sözde özgür iradeler, ayakları yere basan, kaderini rüzgârın insafına bırakmayan bir müşterek şuur ve iradeye dönüşecektir. Hürriyet ve demokrasi naralarıyla bu kavramları kendisine zırh olarak kuşanmış laf izahçıları, hitabet simsarları, propaganda tacirleri ve siyaset maskaralarının manipülasyonuna terk edilmeyecek bir şuur ve iradeden bahsediyoruz.

Millî Şuur ve Millî İrade

Biraz önce siyasî bir dayanak olacak olan toplumsal uzlaşı, bütünleşme ve müşterek şuur ve iradenin oturacağı zeminden bahis açmıştık. Gerçekten de bu bütünleşme ve müşterekliğin bir dayanak olacağı bir gerçekliktir, ancak oturacağı zemini tarif ve telakki etmek lazımdır. Hiçbir uzlaşı ve bütünleşme, sağlam bir zemine oturmadan tutarlılık ve süreklilik arz etmeyecektir ve dayanağı olduğu siyaset için de “ölçü” meselesini tam olarak halledemeyecektir. Çatışmanın uzlaşıya evirilmesi doğrultusunda meydana gelecek olan müşterek şuur ve iradenin karakterini tayin edecek olan bu zemin, kaosu düzen ve istikrara evireceği gibi toplum ve devletin istikametini de sağlam ve tutarlı bir şekilde tayin edecektir. Bu zemini tarif ve telakki ederken, çeşitli fikir zorlamalarıyla yeni bir vakıa icat etmek gibi bir kasıt ve niyetimiz yoktur. Fikirler insan icadıdır ve ancak bilimsel metot ve vakıalara dayanıyorsa doğruluğundan bahsedilebilir. Çatışmanın kargaşası ve diyalektiğin kaosu içinde gözden kaçan durumu biraz da burada aramak lazımdır. Çatışmayı kazanan değil, bilimsel metot ve vakıalara dayanan fikir ve görüşlerin doğruluğu söz konusu olabilir. Mevzu bahis zeminin tarif ve telakkisinde de metot elbette bilimdir, vakıadır, olgulardır. Bu doğrultuda, toplumsal uzlaşı, bütünleşme, müşterek şuur ve iradenin zemini de var olan vakıanın tespiti ile keşfedilmelidir. Siyasî ve sosyal alanlarda üretilen ve üretilecek fikir ve düşünceler buraya dayanmalıdır.

Sosyal bilimler merceğinde toplumsal ve siyasî meselelere yaklaşacak olursak öncelikle şunu kesin olarak ifade etmeliyiz. Hiçbir topluluk veya toplum, tesadüfen var olup bir araya gelmemiştir. Tarihî bir süreç içerisinde var olup olgunlaşmıştır. Her toplumun bir karakteri ve kimliği olagelmiştir. Toplumlar tarihî süreç içerisinde çeşitli sosyolojik birimler olarak şubeleşmiştir. Müşterek özellikler tarihî birlikteliklerle perçinlenmiştir. Çeşitli maddî ve manevî müşterek özelliklerin meydana getirdiği cemiyetlerin en belirgin, nüfuslu ve nüfuzlu şubesinin milletler olduğu su götürmez bir gerçeklik olarak keşfedilmektedir. Milletler, fertlerini, bir mensubiyet şuuru ile kendisine bağlamış ve zaman-mekân içinde kendilerini konumlandırarak birer şahsiyet haline getirecek kültür, düşünce ve zihniyet yapısını onlara aktaracak bir muhiti var etmiş ve bu doğrultuda inşa edilen şahsiyetlere birer kimlik kazandırmıştır. Millet olma şuuruyla millî kimlik kazanan toplumu ve fertleri birbirine bağlamaktaki yegâne kuvveti millî kimlik teşkil edecektir. Bu kimlik ve var ettiği bağlayıcı kuvvet, zorlama ve yapay değil, fert ve toplumun şuurunda ve mayasında zaten var olan bir zihin altyapısıdır. Buradan hareketle millî şuurun doğal bir şekilde zaten mevcut olduğunu tespit edebilmekteyiz. Mesele bu şuurun işlenmesi, geliştirilebilmesidir ve bir millî irade şeklinde tezahür etmesinin önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Demokratik düzene getirilecek ölçünün sağlam zemini olacak olan millî şuur ve millî irade kavramları sosyal ve siyasî alanlarda yeniden hâkim olmalıdır.

Demokrasi Ne İçin?

Demokrasi, teorik olarak, halkın veya çoğunluğunun fikir, düşünce ve temayüllerinin muktedir olmasını sağlayan bir mekanizmadır. Bu doğrultuda halkın veya çoğunluğunun kararları, siyasal sistemin işleyişini ve hedeflerini belirleyecektir. Onu diğer sistemlerden ayıran da kişi, aile, zümre gibi belirli bir gruba dayalı olmaması, siyasal mekanizmanın işleyişini ve hedeflerini halka dayandırmasıdır. Bu haliyle, bu işleyişin, cari zaman diliminde somutlaşmasına işaret etmek adına, bu mekanizmanın halka dayalı olduğu şeklinde tarif edilmesi gayet doğal ve makuldür. Ancak siyasal mekanizmanın işleyişi noktasında, cari zaman diliminde icra edilen uygulamaların geçmişle de gelecekle de mutlaka bağlantısının olduğunu ve olacağını kabul etmek bir zorunluluk olarak kendisini göstermektedir. Bu bağlamda demokrasinin teorik tarifini daha soyut şekilde ele almak ihtiyacı doğacaktır. Halk, bugün yaşayan insanları kapsar. Peki, siyasal mekanizmanın işleyişi ve hedefleri üzerinde, geçmişte yaşamış ve gelecekte yaşayacak insanların hakkı yok mudur, olmamalı mıdır? Demokrasinin bugünkü paydaşları gökten zembille mi düşmüştür? Geçmişi ve geleceği onu hiç mi bağlamaz?

Net bir şekilde ifade edelim ki, halk denilen kitle, milletin bir parçasıdır. Ölmüşleri ve doğmamışlarıyla şuuruna erdiğimiz büyük cemiyetin yaşayanlarıdır halk. Millet şuuruna ermemiş olanları geçmiş ve gelecekle bağlayan pek fazla bir şey olmasa gerek. Millet şuuruna ermiş olanların ise içinde yaşadığı cemiyetin geçmişiyle, tarihiyle bağları vardır. Hangi bütünün parçası olduğunun şuurundadırlar. Geleceğine uzanan istikametin, kendilerinin sorumluluğunda olduğunun da şuurunu taşırlar. Demokratik sistemlerde millî şuur ne kadar kuvvetli ise millî şuur ne kadar millî irade olarak tecelli edebiliyor ise siyasal mekanizmanın işleyiş süreci ve hedefleri de o nispette sağlam, tutarlı ve sürdürülebilir olacaktır. Demokrasi, belli bir zaman diliminde yaşayan ruhsuz, köksüz, hedefsiz ve kendisinden sonra gelecek olanların kaygısını gütmeyen bir topluluğun sistemi olamaz, olmamalıdır. Demokrasi, kişi, aile ve zümrelere dayanmadığı gibi bencilliği ve menfaatperestliği kitleselleştirmiş topluluklara da dayanmaz, dayanmamalıdır. Nihayet, demokrasi millete dayanır ve millet içindir.

Artık demokrasi için daha doğru bir tarif yapmanın zamanı gelmiştir. Demokrasi, millî iradenin tecelli mekanizmasıdır.

Millî Egemenlik ve Demokrasi

Tarihin her devrinde liderler ve yönetici erk, belli bir meşruiyet dayanağına ihtiyaç duymuştur. Kudretli hükümdarlar da buna dâhil. Kimi kutsal olduğu kabul edilen kan ve soya, kimi dine, kimi de kabul ettirdiği şahsî becerilerine ve liderlik karizmasına meşruiyetini dayandırmıştır. Bütün mesele, egemenliğin kime ait olduğunu makul ve kabul ettirilebilir bir zemine oturtmak ihtiyacından doğmaktadır. Günümüzde ise, biraz önce saydığımız siyasî meşruiyet zeminlerinin teorik olarak bir geçerliliği kalmamıştır. Bu yüzden demokrasi, kabul edilebilir tek yönetim şeklidir. Liderlerin ve yönetici erkin meşruiyet dayanağı, seçilmiş olmasıdır. Kendisini seçenlerin bir kimliği vardır, olmak zorundadır. Ancak ve ancak, bağlayıcı bir mensubiyet şuuru, ortak geçmiş, müşterek hüzün ve sevinçlerle beraber yaşamanın getirdiği bir olma duygusu, kültür, dil, din, mefkûre gibi müştereklikler ile yoğrulmuş şuurlu bir cemiyet olma iradesi taşıyan, bir millet olmanın getirdiği bir kimlikle şuurlanan bir cemiyet, böyle bir meşruiyetin kaynağı olabilir. Egemenlik de liderlere ve yönetici erke ait değildir. Onlar, egemenliğin yürütücüsü, icracısıdır. Egemenliğin sahibi millettir. Demokrasi, egemenliğin sahibi olan milletin menfaatlerini gözetmek ve onu yükseltmek için millete ait olan egemenliğin yürütücülüğü ve icrası vazifesini emanet alacak olanları tespit etmek için vardır.

Burada ifade ettiğimiz hususlar, sadece biz öyle olmasını istiyoruz diye ortaya koyulmuş hususlar değildir. Tarihin seyri içinde kendisini ve doğruluğunu ispatlamış hususlardır. Tartışmaya da açık değildir. Hiçbir millet, demokrasiyi demokratik süreçlerle kazanıp var etmemiştir. Milletler, kendi egemenliklerini zorlu süreçlerde güç kullanarak kazanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti ile kazandığımız demokrasi de bir varlık yokluk mücadelesinin ardından kazanılmıştır. Türk milleti yeniden ihya olmuş ve hakkı olan egemenlik için büyük mücadeleler vermiştir. Büyük savaşların, mücadelelerin, ıztırapların, kederlerin ve büyük fedakârlıkların ardından kanla kazanılan demokrasiyi, millete düşmanlık etmek yolunda zırh olarak kullananlar büyük yanlışların içindedir. Millî egemenlik, Türklük, Türk dili, anayasanın değiştirilemez maddeleri, Türk milletinin maddî ve manevî değerleri, kimliği, aile yapısı, ahlakı, inancı, kültürü gibi konuları tartışmaya açanlar ve bu hususlara saldırmak için propagandanın inceliklerini örgütlü bir şekilde programlayanlar, demokrasi kavramını ve onunla var olan hürriyet iklimini düşmanca kullanmaktadırlar. Bu doğrultuda demokrasi paradoksunun bir çeşidini daha tespit ediyor ve ölçü zaruretini yineliyoruz. Bu ölçü, Türk milletinin yüksek menfaatleridir. Demokrasi, bu ölçü esas alınarak düzenlenmiş bir hukuk nizamıyla işlemek zorundadır. Anayasadaki değiştirilemez maddelerin varlığı da böyle bir ölçüye olan ihtiyacın, sadece bugünün meselesi olmadığını göstermektedir. Bu ve bunun gibi bir ölçü getirme kaygısıyla var edilen düzenlemelerin demokrasiye aykırı olduğunu propaganda edenlerin maksadı, demokrasinin ihtiva ettiği paradokslardan faydalanarak Türk milletine düşmanlık etmektir.

Hürriyet ve demokrasi naralarıyla ve bu kavramlara sığınarak, millî egemenlik kavramına sinsice saldırmak suretiyle Türk milletine düşmanlık ve ihanet edenleri uyarıyoruz. Türk milleti bu konuyu tartışmaz. Kanla kazandığını kan dökmeden vermez. Bu konu, tartışmanın değil kavganın konusudur. Uyarıyoruz, Seyit Rıza’dan, Şeyh Sait’ten, İskilipli Atıf’tan ders çıkarıp akıllarını başlarına toplasınlar.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.