Batı (Osmanlı) Türkleri içinde ortaya çıkışını gördüğümüz Türk milliyetçiliğinin siyasî gayesi, her şeyden evvel, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlük ve bağımsızlığının korunmasına hizmetti. Bu gaye özellikle Mustafa Celaleddin Paşa’nın ve Süleyman Paşa’nın eserlerinde açıkça görülür. Osmanlı Türkleri, 18. yüzyıldan itibaren sarsılan saltanatlarını büsbütün yıkılmaktan koruyabilmek için, Tanzimat ile Osmanlı milliyeti meydana getirmeye çalıştıkları gibi tecrübenin başarılı olmadığını gören bazı Osmanlı düşünürleri de ya dine, İslamiyet’e ya Türklüğe, reel bir milliyete dayanarak amaca ulaşabilmenin mümkün olabileceğini düşünmüşlerdir. Osmanlılıkta, siyasî açıdan böyle bir kaynağa bağlanması mümkün olan milliyetçilik, Asya’nın ortalarında meydana çıkıp bütün İslam âlemine fikrî etkisi dokunan bir zatın düşüncesine göre, daha geniş ve genel bir isteğin elde edilmesini sağlayan önemli bir vasıta olur. Bahsetmek istediğimiz zat, Şeyh Cemâleddin-i Afgani’dir. Bu meşhur Şeyh, bütün İslâm âleminin yaşayabilmesi için, Müslüman milliyetlerin, millî şuura sâhip olmaları gereğine inanmıştır. Afgani, İslâm âleminin her tarafına düşünceleriyle, sözleriyle, işleriyle çok bereketli tohumlar saçmış ve Batı Türklüğünde olduğu gibi Kuzey Türklüğünde dahi milliyet fikrinin gelişmesine hizmet etmiştir.
Ya İran’da yahut Afganistan’da 1836 tarihinde doğup. 1897’de İstanbul’da ölen Şeyh Cemaleddin’in tercüme-i hâli menkıbeler ile doludur. Neslen hangi Müslüman kavmine mensup olduğunu kesin olarak bilmiyoruz. Bir risalenin Arapça tercümesine[1] önsöz olarak yazılmış tercüme-i hâlde Şeyh’in neslen Arap olduğu, hatta Hüseyin İbn Ali İbn Ebu Talib sülalesinden bulunduğu kaydedilmektedir. Fakat Peygamber evladından olmak iddiası İslam âleminde o kadar yaygındır ki böyle bir iddia, insanda derhal ve daima şüphe ve tereddüt duyguları uyandırır. Şeyh Cemaleddin İstanbul’da bulunurken arkadaşlarına aslen Türk olduğunu söylemesi bu şüphe ve tereddüttü tabiatıyla arttırır. Doğduğu yer de ihtilaflıdır. Afgani unvanına bakıp Kâbil civarında doğmuş olduğunu kabul edersek bile, bu durum kavmiyetini belirlemede bize bir ipucu veremez. Aslen Afgan, Fars, Türk ve Arap olması mümkündür. Yalnız şu muhakkaktır ki, Cemaleddin-i Afgani, Arapça, Farsça ve Türkçeyi iyi konuşuyordu. Eserlerinin çoğunu Farsça ve Arapça yazmıştır. İslam âleminin her tarafında dolaşarak ders, vaz ve risale hâlinde yayan ve telkin eden, Doğuyla ilgili Avrupa büyük devletlerinin merkezlerinde fikirlerini kabul ettirmeye ve bazı siyasî kombinezonlar yapmaya uğraşan bu göçebe hâkim ve siyasîyi filan veya falan kavimdendir demeye, bence gerek yoktur. Batılıların “Une grande Européen” dedikleri gibi, biz de Şeyh Cemaleddin’e “Büyük bir Müslüman” veya “Büyük bir Şarklı” deyip geçebiliriz.
Bu Büyük Şarklının faaliyet sahası, hatta hayat gayesi, Doğu İslamiyet’inin gerileme ve çöküş sebepleriyle, bu çöküşün önünü alabilecek çareleri aramak, bulmak ve uygulamaya çalışmaktı. Araştırmaları sırasında Müslümanların ırkî meselelere ve irkî birliğe önem vermemiş olmalarının, gerileme ve çökmelerinin sebeplerinden olduğuna kanaat getirmiştir ve bundan dolayı Müslüman kavimlerine, Fars, Hindu, Türk, hangisi olursa olsun, bütün Müslüman kavimlerine ırka, milliyete, kendi deyimiyle “cinsiyete” önem vermelerini tavsiye etmiştir. Demek oluyor ki, Şeyh Cemaleddin-i Afgani, İslâm âleminin yaşayabilmesini, gelişmesini Müslüman kavimlerin şuurlu milliyetçi olmalarına ve milliyetleri, cinsiyetleri, içinde ilerleyip gelişmelerine bağlı görüyordu. Şeyh’in bu görüşünü ispat eden iki şahide sâhibiz: Birincisi Makâlât-ı Cemaliye adıyla Farsça olarak Hindistan’da yayınlanan makale mecmuasından Vahdet-i Cinsiye Felsefesi ve İttihat-ı Lisanın Mahiyet-i Hakikiyesi adlı makalesidir; ikincisi millî Türk şairi Mehmed Emin Bey’e tavsiyeleridir.
Türkçe tercümesi Türk Yurdu’nda yayınlanmış olan Vahdet-i Cinsiye Felsefesi’nin tezi şudur: “Cinsiyet, yâni milliyet, haricinde saadet yoktur; lisansız cemiyet olmaz, bütün sosyal tabakalar ve sınıfların ifade ve istifadesini temin etmeyince de bir lisan meydana gelmez”. Şeyh’in düşündüğüne göre “İnsanlar arasında kapsamı geniş olup birçok insanı birbirine bağlayan iki bağ vardır: Biri dil birliği diğer bir deyimle ırk birliği, ikincisi din. Dil birliğinin, yani ırk birliğinin dünyada beka ve sebatı, hiç şüphe yoktur ki dinden daha devamlıdır. Çünkü az bir zamanda değişmez. Halbuki ikincisi böyle değildir: Tek bir dil konuşan ırkı görürüz ki bin yıllık bir müddet zarfında, dil birliğinden ibaret olan ırka bir bozulma söz konusu olmadığı hâlde, iki üç defa din değiştiriyor.” Bu genel ifadeden Şeyh Cemaleddin’in din birliğinden çok ırk birliğine ve dolayısıyla ittihad-i İslam’dan çok herhangi ırkî bir birliğe, mesela Bütün Türklükğe kıymet verdiğini anlamış oluyoruz.
Dikkate değerdir ki, Şeyh Cemaleddin-i Afgani, ırkı Alman filologları gibi, dil birliği ile tarif ediyor. Bu yönden dile, dil zenginliği ve temizliğine, yani ıstılahatının(terimlerinin) tamam olmasına ve aynı zamanda milletin çeşitli tabakaları tarafından anlaşılacak şekilde olmasına çok önem vermiştir: “Belirli bir ırka mensup olan çeşitli tabakaların ifade ve istifadesini temin edemeyen bir dil, o ırkın bütünlüğünü koruyamaz… Irkî sonuçları takdir eden âlimlerin ilk görevleri kendi dillerinin genişletilmesinden ibarettir…” Dil meselesinden bahsederken ana dilinin üretilmesini, yeterli olmazsa kendi dilleriyle sıkı ilgisi bulunan diğer dillerden dahi ihtiyaç doğdukça kelimeler alınmasını ve artık başka çare kalmadığı vakit, yabancı kelimelerden gerekli olanları alma yoluna gidilmesini tavsiye eder. “Fakat belirtilen kelimeleri kendi dillerinin kisvesine sarmak şarttır; o kadar ki, yabancı oldukları anlaşılmasın…” Görülüyor ki, Türkçülüğün son devresinde Türkçenin ıslahı gayesiyle ortaya atılan belli başlı fikirlerin çoğunu, kuvvetli bir sezgiyle yazılan bu makale kısa olarak ihtiva etmektedir. Nihayet Şeyh Cemaleddin, dünyada saadet diye kabul olunan bütün hususlarda başarılı olmanın, vahdet-i cinsiyenin, yani milliyetin gelişmesi ve olgunlaşması ile mümkün olduğu inancındadır.
Tahlil etmekte olduğumuz bu önemli makalenin ilk kısmı, böyle genel mahiyette değerli görüşlerden meydana geliyor; ikinci kısmı doğrudan doğruya Hintlilere hitaptır. Şeyh Cemaleddin, makalesinde mücerret ve genel bir girişten sonra müşahhas ve pratik tenkitlere ve nasihatlere geçmiştir. Hintlilere nasihatleri arasında üzerinde durduğu nokta, “vatanî lisan” dediği Urdu dilini geliştirme ve olgunlaştırmanın mutlaka şart olduğudur. Çok kuvvetli bir sezgiyle bu makalenin son sözleri adeta peygamberânedir:
Birtakım dar görüşlülerin işbu beyanâtima hayretle bakacaklarını iyi biliyorum fakat zaman bu sözleri açıklayıp yorumlayınca, zeki kimseler, bu sözlerin ne kadar doğru olduğunu elbette tasdik edecektir.
Afganlı Şeyh’in Şair Mehmed Emin Bey’e söylediklerinde, makalesinde yazdığı esasa ait fikirlerinin tabii sonuçlarıdır. Millî şairimiz daha genç iken, Cemaleddin’in Nişantaşı’ndaki konağına giderdi. Şeyh şaire, şimdi tahlil ettiğimiz makalesinin doğrultusunda bir hayli nasihat ve tavsiyeler etmiştir. Bu nasihat ve tavsiyeleri millî şairimizden bahsederken biraz geniş olarak belirteceğiz.
KAYNAKÇA
Akçura, Yusuf. Türkçülüğün Tarihî Gelişimi. Türk Kültür Yayını:23. Haz: Sakin Öner. 1978
[1] T. Y., Seyh Cemaleddin.i Afgani, Türk Yurdu, c, 6, s, 2263. 2267
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.